TÜRK SOSYAL BİLİMLER DERNEĞİ
12
ULUSAL
SOSYAL
BİLİMLER
KONGRESİ
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ
KÜLTÜR ve KONGRE MERKEZİ
14-16 Aralık
2011
12. Ulusal Sosyal Bilimler Kongresi
DÜZENLEME KURULU
Prof. Dr. Yüksel Akkaya
Yrd. Doç. Dr. Atilla Aytekin
Yrd. Doç. Dr. Mustafa Kemal Bayırbağ
Doç. Dr. Pınar Bedirhanoğlu
Dr. Ömür Birler
Prof. Dr. Korkut Boratav
Prof. Dr. Simten Coşar
Prof. Dr. Fuat Ercan
Dr. Asuman Göksel
Yrd. Doç. Dr. Meltem Kayıran
Prof. Dr. Ahmet Haşim Köse
Doç. Dr. Hakan Mıhçı
Prof. Dr. Oğuz Oyan
Prof. Dr. Gamze Yücesan Özdemir
Doç. Dr. Ali Murat Özdemir
Prof. Dr. Oktar Türel
Prof. Dr. İşaya Üşür
Doç. Dr. Galip Yalman
Doç. Dr. Filiz Zabcı
Kongre Sekretaryası
Ergün Altuntaş
Oturum Görevlileri
ODTÜ Siyaset Bilimi Topluluğu ve
ODTÜ Ekonomi Topluluğu Öğrencileri
BASIM YERİ
Tel : (0.312) 435 0 435 - 395 2 116
Onikinci Ulusal Sosyal Bilimler Kongresi
Kuruluşunun 44’üncü yılını geride bırakan Türk Sosyal Bilimler Derneği (TSBD), Haziran
1980’den bu yana iki yılda bir düzenlemekte olduğu Ulusal Sosyal Bilimler Kongrelerinin onikincisini
gerçekleştirmekten kıvanç duymaktadır.
Daha önceki kongrelerimizde de olduğu gibi, sosyal bilimcilerimiz 12. Ulusal Sosyal Bilimler
Kongresi’ne yoğun ilgi göstermişlerdir. TSBD’nin düzenleme kurulunda görev alan çalışma
arkadaşlarımızın özverili ve titiz çalışmaları sonucu belirlenen Kongre programımızdaki 72 oturumda
sunulacak olan 286 değerli bildiri bunun bir göstergesidir. Kongremizin, Türkiye’de ve dünyada
yaşanan gelişmelerin tarihsel süreç içinde değerlendirildiği ve geleceğe yönelik dönüştürücü
açılımların ele alındığı canlı bir tartışma ortamı sağlayarak bu ilgiyi karşılıksız bırakmayacağını
umuyoruz.
Gücünü somut gelişmeleri kavrayabilmekten alan entellektüel tartışmalara ve bunlardan
yeşerecek umutlara son yıllarda her zamankinden daha çok ihtiyacımız var. Toplumsal yaşamın
giderek her alanına yayılma eğilimi gösteren çatışma, savaş, gerginlik, acılar ve çaresizlik halleri
bunun en önemli nedenidir. Kapanış oturumunun temasını Krizler ve Direnişler olarak belirleyerek
dünyanın ve ülkemizin geçmekte olduğu ekonomik, toplumsal ve siyasal bunalımlar sarmalında
yaşananları değişik boyutlarıyla değerlendireceğiz.
12. Ulusal Sosyal Bilimler Kongresi’nde yakın geçmişte aramızdan ayrılan değerli hocalarımız,
Prof. Dr.Ünal Nalbantoğlu, Prof. Dr. Server Tanilli ve Halit Çelenk’i saygı ve özlemle anacağız.
TSBD, bundan önceki kongrelerde olduğu gibi, 11. Kongre’ye sunulan bildirilerden belirli
temalar çerçevesinde oluşturulan bir seçkiyi Efil Kitapevi aracılığı ile sosyal bilimcilerin ilgisine
sunmaktadır. Derneğimiz, 12. Kongre’ye sunulacak bildirilerden oluşturulacak seçkileri de
yayımlamayı ve araştırma dünyamıza kalıcı bir katkıda bulunmayı amaçlamaktadır.
Her zaman olduğu gibi Kongremizin ODTÜ’de gerçekleşmesi için desteğini esirgemeyen
ODTÜ Rektörlüğü’ne, 12. Ulusal Sosyal Bilimler Kongresi’ni destekleyen Türkiye Cumhuriyet Merkez
Bankası’na, Microsoft’a,Türkiye İş Bankası ve Tübitak’a, ayrıca Kuru Kahveci Mehmet Efendi
Mahdumlarına, Murpa Çay’a, Efes Pilsen’e, Doluca Şaraplarına ve emeği geçen herkese teşekkür
ediyor, 12. Ulusal Sosyal Bilimler Kongresi’nin tüm katılımcılarına başarılar diliyoruz.
Türk Sosyal Bilimler Derneği
Yönetim Kurulu
5
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
7
6
7
8
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
8
9
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
9
10
11
10
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
12
13
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
11
14
15
12
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
16
17
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
13
18
19
14
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
20
21
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
15
22
23
16
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
24
25
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
17
26
27
18
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
28
29
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
19
30
31
20
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
32
33
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
21
34
35
22
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
36
37
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
23
38
39
24
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
1. OTURUM
Prof. Dr. H. Ünal Nalbantoğlu Anısına
SERMAYE-İKTİDAR ŞEMSİYESİ ALTINDA
ÜNİVERSİTELER
Sermaye-İktidar-Üniversite Şemsiyesi Altında
Bilimsel Bilgi Üretmek
Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu Kocaeli Ü., Tıp F.
Bu çalışmada, son yıllarda Türkiye üniversitelerinde de yaşanmakta olan sermaye ve iktidar
hegemonyasına kulluk eden üniversite yönetimlerinin bilimsel bilgi +üretimine dolaylı ve doğrudan müdahalelerinin tartışılması amaçlanmıştır.-
Üniversitelerde “Başkalaşım” ve Aydınlar
Doç. Dr. Sibel Özbudun Hacettepe Ü., Antropoloji B.
“Non serviam/ Hizmet etmeyeceksin!”
“Üniversite” ile “aydın” birkaç düzlemde buluşmaktadır: Bilgi/bilim düzlemi: Hem üniversite, hem de aydın bilgi/bilimi düstur edinme imperatifi altındadır; her ikisinin de tanımlayıcı
özelliği bilgi/bilim üretme, yorum ve görüşlerini bilgi/bilimle destekleme, “bilimin ışığı”nı taşıma, yayma vb.dır (ya da neo-liberal üniversite/ postmodern aydın fikrine kadar böyle idi) - ki
sanırım bu boyut tartışma götürmeyecek kadar açıktır. Eleştirellik düzlemi: Aydınlanma fikriyatı, üniversiteyi yöneticiler karşısında olduğu kadar, halk katmanlarına karşı da eleştirel olmakla
yükümlendirir. Kuşkusuz ki bu (kökeni itibariyle) öncelikle skolastik fikirler, mutlak hakikât savları karşısındaki eleştirelliktir ve bilimsellik savlarına içkindir. Ama Kant’ın formülasyonu, üniversiteyi kendisini buyrukları altına almaya çabalayan yöneticiler ve önyargı, gelenek ve hazır fikirler mekânı olarak popüler bilinç karşısında bir eleştirelliğe çağırmaktadır.
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
25
Öte yandan eleştirellik, aydını “malumatfuruş”tan ayıran temel özelliktir ve neredeyse
tüm aydın tanımlarının ortak paydasını oluşturur. Aydından beklenen “eleştirellik” hiç kuşku
yok ki, bir “kurum” olarak üniversitenin eleştirelliğinden daha aktif, daha militan bir dışavurumdur; aydın eleştirelliği, üniversiteninkine oranla çok daha angaje olabilir, politik alana tercüme
edilebilir… Ve de olmalı, edilmelidir.
Politik Olanı Daha Politik Kılmak:
Yükseköğretim Üzerine Bir Tartışma
Prof. Dr. L. Işıl Ünal, Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri F.
Küresel kapitalizmde sermaye birikiminin kesintisiz ilerlemesi ve yoğunlaşması, bilgi üretim sürecini önemli ölçüde elinde tutan yükseköğretim sisteminin yapı ve işleyiş olarak bu amaca hizmet edecek biçimde dönüştürülmesiyle mümkündür. Bu nedenle, yükseköğretim sistemi,
yirmi yılı aşkın bir süredir köklü bir değişime/dönüşüme uğratılmakta, küresel ölçekte yeniden
inşa edilmektedir. Dünyada bilimsel ve teknik bilgi dağılımındaki mevcut eşitsizlikler dikkate alındığında, hem bu eşitsizliklerin “entelektüel mülkiyet hakları” sayesinde gelecekte de devam edeceğini söylemek, hem de bu eşitsiz dağılımın giderek daha büyük ölçüde toplumsal eşitsizliklere
yol açacağı konusunda tahminde bulunmak güç değildir. Öte yandan, yükseköğretimde yaşanan
dönüşümün, her bir ülkede yükseköğretim hakkına erişmede mevcut eşitsizlikleri daha da artıracağının işaretleri şimdiden görülmektedir.
Küresel sermayenin yönlendirdiği ve yalnızca onun çıkarlarıyla bütünleşen “sınırsız ve kontrolsuz bir toplumsal değişim”, geniş halk kesimlerinin eğitim olanaklarının (özellikle yükseköğretim olanaklarının), çalışma ve gelir elde etme haklarının, bilgi üretim süreçlerine katılma ya da en
azından üretilen bilgiye ulaşma, doğal ve toplumsal çevreyi anlama ve anlamlandırma yönündeki taleplerinin engellenmesi pahasına gerçekleştirilmeye çalışılmaktadır.
Bu sürecin durdurulması, ancak bu sürecin mağdurlarının örgütlü direnişleri ve mücadeleleriyle mümkündür. Geniş toplum kesimlerinin böylesine bir mücadeleye dahil olmalarında özellikle bilim emekçilerine düşen görevler vardır. Bilim emekçileri, her şeyden önce gelecek tahayyülleri üzerinde yeniden düşünmeli ve bunları siyasallaştırmalıdırlar.
26
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
Pedagojik Olan Politiktir: Eğitime İlişkin
Sol Söylemin Eleştirel Analizi
Yrd. Doç. Dr. Seçkin Özsoy, Ankara Ü., Eğitim Bilimleri F.
“Her hegemonik ilişki pedagojik bir ilişkidir”
(Gramsci)
“… [T]ek başına politika bir pedagoji biçimidir,
tek başına eleştirel bir pedagoji de, bir politikadır.”
(Kellner)
Eğitime ilişkin muhalif algı, eğitimi bir gölge olgu (epifenomen) olarak görme eşiğini bir türlü
aşamıyor. Eğitim alanına görece de olsa bir özerklik tanımayan bu algılama biçimine göre, eğitimin bir aygıt ve bir araç olmaktan öte kendinde bir anlamı ve değeri yoktur. Eğitime araçsalcı ve işlevselci yaklaşım, eğitimin politik bir gerçeklik olarak analizini baştan sakatlayan epistemolojik bir engel oluşturuyor. Eğitim kavramının politikayla ilişkilendirilmesi, siyaset yelpazesinin sağında olduğu gibi solunda da, genellikle icraat anlamındaki “policy” (siyasa) ile sınırlı kalmış, eğitim “politics” (siyasal) bir gerçeklik olarak yeterince analiz edilmemiştir.
Pedagojik olanın politikliğini tartışırken, sadece “politics” anlamda politikayla ilgileneceğim; şu basit nedenle ki, pedagojik olanın politik olduğu iddiası, ancak “politika” teriminin bu
anlamda kullanılması halinde anlamlıdır. Çünkü pedagojik olanın “policy” anlamda politik olduğu sıradan bir doğrudur ve politik felsefe bakımından fazla ilginç değildir. “Pedagojik olan
politiktir” sloganının politik gücü, pedagojik olanı politik olan içinde eriterek, pedagoji alanına
görece de olsa hiçbir özerklik tanımamak da değil, pedagojik olanın en saf halinde bile politik
bir bağlam içinde oluştuğunu ve işlediğini ortaya koyabilme kapasitesinde yatar.
Eğitim, politik gündemin en önemli maddelerinden biri olmakla kalmayıp, bizzat politik
bir olgu özelliği taşımaktadır. Evrensel ve aşkın bir gerçekliği bulunmayan eğitim, bütünüyle
toplumsal ve siyasal bir inşadır. Eğitim olgusu, farklı ekonomik, toplumsal ve siyasal gruplar arasında varolan güç ilişkilerinin biçimlendirdiği bir gerçekliktir. Bireysel ve kolektif özneler, eğitimin gerçekliğini siyasal güç ilişkilerince yapılandırılmış toplumsal bir çerçeve içinde bütünsel
olarak yaşarlar. Eğitimin politik analizi, eğitime dair belli inşaların tarihsel ve toplumsal bağlamlarda nasıl ve niçin ortaya çıktığının, belli inşaların diğerleri üzerinde nasıl ve niçin tahakküm
kurduğunun ve eğitime dair egemen inşaların insanların yaşanan somut gerçeklikleriyle nasıl
ilişkilendirildiğinin çözümlenmesidir. Eğitimin anlam, değer ve işlevi üzerine tartışmalar, eşitler arasında yürütülen basit bir çoğulcu tartışma değil, uzlaşmaz çıkarları temsil eden farklı politik referans çerçevelerinin (paradigmaların) çarpışmasıdır. Bir kavram ve gerçeklik olarak eğitimden söz ederken kullanabileceğimiz bilimsel ve teknik olarak doğru ve tarafsız bir dil yoktur.
Çünkü hiçbir toplumsal gerçeklik saydam değildir, yani kendi anlamını ve yorumunu kendi içinde taşımaz. Bu nedenle eğitimsel gerçeklik iktidar ilişkileri çerçevesinde anlamlandırılır ve her
toplumsal kesim kendi öncelik ve gereksinimleri doğrultusunda oluşturduğu kendi eğitimsel
hakikat rejimini egemen kılmaya çabalar. Bunu da kendi eğitim sorununu öyle olmadığı halde
herkesin sorunuymuş gibi evrenselleştirerek ve doğallaştırarak yapmaya çalışır. Toplumsal bir
gerçeklik, ancak kendisini siyasal bir dille ifade edebildiği sürece ve ölçüde varolur. Eğitimden
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
27
bir kavram ve gerçeklik olarak söz etmek için siyaseten doğru bir dil üretilmelidir. Türkiye’de solun eğitimsel söylemi, kendini ifade edebileceği bir politik felsefe ve dil üretememiştir. Eğitimden söz ederken konuştuğumuz dil, resmî dilden yapısal olarak ayrışabilmiş değildir. Eğitime
ilişkin sol düşünce, eğitimsel gerçekliğe ve sorunlara statükonun çizdiği sınırlar ve kapitalist
üretim ilişkilerinin tanımladığı bağlam içinden bakmaktan kendini kurtarmalıdır. Eğitime ilişkin hegemonik bir siyasal dilin oluşturulması için öncelikle yerleşik kamusal dilin çözülmesi ve
devletin resmî dili olmaktan çıkarılması gerekiyor. Zira eğitime dair bir politik dil ve felsefe yokluğunda zaten cılız olan tüm muhalif enerjinin düzen içi kanallara akıtılması imkân dâhiline girmektedir.
Üniversite…! mi ? Yoksa Akademisyen Romantizmi mi?
Prof. Dr. Atilla Göktürk, Muğla Ü., İİBF Kamu Yön. B.
Son 20 yıllık bir çok kurum gibi eğitim sistemi ve dolayısı ile üniversite de önemli bir değişim geçirdi. Nicel ve nitel açıdan çok boyutlu bu değişim en somut biçimde üniversite ve öğrenci sayısının iki kattan daha fazla artması ile gözlenir oldu. Üniversite sayısının artmasının
yanı sıra Özel üniversitelerden, İlçe üniversitelerine kadar değişen geniş bir çeşitlilik de bu sistem içinde oluştu. Öte yandan değişimin asıl etkisi akademik camiada yaşandı.Hızla çoğalan
üniversite tabelaları karşısında aynı hızla artamayan öğretim elemanı sayısı nedeni ile önemli bir açık doğdu. Bu durum karşısında başta YÖK ve tek tek üniversiteler olmak üzere hemen
tüm kurumlar,yurtiçi ve yurt dışından farklı yöntem ve araçlar ile adrese teslim öğretim elemanı oluşturma gayreti içine girdiler.Akademik ölçütlerin hızla değiştiği, hemen tüm yeterliliklerin merkezi süreçlerde belirlendiği, her boyutunda kişisel pragmatizmin hakim kılındığı bu süreç hızla akademik camiada yankısını buldu ve “bilmek” önemsizleşirken, “unvan” sahibi olma
ön plana çıktı.
Kurumsal ve kişisel anlamda giderek daha da fazla ağırlık kazanan bu yaklaşım, doğal
olarak üniversite sisteminin her boyutuna sirayet ederek hakim oldu ve akademik yapılarda da
önemli bir değişim oluştu..Bu gelişmenin net çıktısı, öncelikleri ve beklentileri değişen bu yapı
içinde,kırpıntıları üzerine tartıştığımız “akademik” ve “bilimsel” özerklik beklentilerinin de bizzat akademik çevreler tarafından rafa kaldırılmasına yol açtı.Akademik liyakatı bir kenara iten,
araştırma, öğrenme ve daha iyiye ulaşma gayretlerini yadsıyan ve farklı boyutlarda ele alan bu
yeni yaklaşım karşısında, dünden bu güne aktarılmaya çalışan akademik geleneklere sahip çıkma gayreti de dar bir çevre için önemli bir soru işareti oluşturdu. Özlük haklarından, bilimsel
ve akademik değerlendirmelere, üniversite oluşumundan, kurumsal yapının örgütlenmesine,
her düzeydeki “özerklik” taleplerinden, araştırma konuları ve öğreti alanlarına, vb. kadar bir çok
alanda uğraş veren bu dar çevrenin “üniversite” tanımlaması ile mevcut üniversite sistemi karşılaştırıldığında, zaman içinde daha da geriye giden bir yapı ortaya çıkmakta ve yaşanmaktadır.
Bildiri, her şeyin bu kadar hızla ve olumsuz yönde değiştiği, ölçütlerin ve beklentilerin farklılaştığı bu yapı içinde yer alarak hala çizgilerini sürdürmeye çalışan “dar bir akademik
çevre”nin konumu ve bu koşullardaki öncelikleri üzerine bir değerlendirme yapmaya çalışacaktır.
28
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
Tıp Alanında Bilimsel Araştırma ve Yayıncılık Sistemlerinde
Yanlılık ve Ticarileşme
Prof. Dr. Cem Terzi, Dokuz Eylül Ü., Genel Cerrahi ABD
Tıp literatürü, birkaç izole örnekle açıklanamayacak kadar çok sayıda yanlı ve çarpık çalışma
içermektedir. Yanlılık ve çarpıtma, araştırma ve yayın sistemlerine ustaca içselleştirildiğinden genel okuyucu (hekimler) için hatalı çalışmaları saptamak neredeyse imkânsızdır. Tıp alanının endüstrileşmesi ve piyasaya açılması ile bağımsız ve dürüst bilimsel araştırmayı etkileyen ve zayılatan başta biyomedikal endüstri olmak üzere pek çok çıkar grupları oluşmuştur. Bu grupların karmaşık ve sistematik müdahaleleri sayesinde tıp literatürü hatalı makaleler ve çıkar çatışmaları ile
doludur.
Tıp literatüründe sonuçları birbiri ile çelişkili hatta tezat yayınların bu kadar çok sayıda olması açıklanması zor bir durumdur. Köşe taşı olarak nitelendirilen, tüm dünyada tıbbi uygulamalara
yön veren, en iyi dergilerde yayımlanan, binlerce atıf alan pek çok çalışmanın sonuçları daha sonra yapılan ve daha kaliteli çalışmalar tarafından geçersiz kılınmasına rağmen, bu makaleler, yürürlükteki ‘saygın’ dergilerin seçerek (!) yayımlama politikaları sayesinde, etkilerini uzun yıllar sürdürmeyi başarabilmektedirler. Seçici yayın politikası tıbbi literatürün sistematik olarak yanlı olmasına
yol açmaktadır. Bir ilaç ya da ürünün etkin olduğunu gösteren araştırmaların basılma oranları, etkisiz olduğunu gösteren çalışmalara kıyasla çok daha fazladır. Kaçınılmaz biçimde sistematik derlemelere ve meta-analizlere daha çok pozitif sonuçlu çalışmalar dâhil edilmekte ve bu derlemeler
tedavi etkinliğinin abartılmasına yol açmaktadır. Tanı ve tedavi rehberleri, uygulama kılavuzları,
konsensüs raporları da sistematik yanlılıktan ve çıkar gruplarının etkilerinden muaf değildir.
Tıp araştırma sistemi finansmanı ve tıp dergileri (özellikle en ‘saygın’ olanları) ilaç endüstrisine bağımlıdır. Bilimsel araştırmalarda finansman etkisi pek çok çalışma ile ortaya konmuştur; en
‘saygın’ dergilerde yayımlanan randomize çalışmaların ezici çoğunluğu endüstri sponsorluğunda
gerçekleştirilmiş çalışmalardır. Bu tip çalışmalarda endüstri lehine sonuç bildirme oranı bağımsız
çalışmalara kıyasla çok daha yüksektir. Tüm bu gerçeklere rağmen okuyucuya çoğu kez sponsor
hakkında bilgi ya hiç verilmemekte ya da yanlış bilgi verilmektedir. Ciddi kar sağlayan bir sektör
haline gelmiş olan tıp dergilerinin temel gelir kaynağı endüstrinin verdiği ilaç reklamları ve kendi
sponsorluklarında yürütülen çalışmaların tıpkıbasım makale satın alımlarıdır. Tıp yayıncılık sistemi, büyük çoğunluğu kamu kaynakları ile finanse edilmiş önemli yayınlara ulaşılmasını dergi sahiplerine para kazandırmak amacıyla kısıtladığı için aslında tamamen çarpık bir sitemdir. Tıp dergilerinin ve editörlerin amacı, bilimsel bilginin yayılmasını sağlamak ise PubMed üzerinden makalelere ücretsiz ulaşılmasına izin vermeleri beklenir. Özellikle finansmanı kamu tarafından yapılmış çalışmaların kamuoyuna ücretsiz sunulması çok doğal bir beklentidir. Ancak, dergiler gelir
kaybı gerekçesi ile buna asla yanaşmamaktadır. Dergilerin bilimsel kalitesinin göstergesi olması
gereken impakt faktör, suistimal edilmiş, manipülatif bir sistemdir. Endüstri sponsorluğunda yapılan araştırmalarda çalışmacıların verilere, analizlere erişmesi engellenmektedir. Ürün aleyhine
sonuçlanan çalışmalar çoğu kez yayımlanmamaktadır. Çalışmalar endüstri tarafından tasarlanmakta, yürütülmekte ve yazılmakta ya da profesyonel şirketlere yazdırılmaktadır. Makalede görünene yazarlar, çoğu kez misafir yazardır ve yayında yaptıklarını bildirdikleri işleri aslında yapmamış durumdadırlar. Çıkar çatışması açıklaması kuralı da işlememektedir. Pek çok yazarın açıklamadığı çıkar çatışmaları mevcuttur.
Günümüzde hekimler geçerli ve güvenilir bilgi için tıp literatürüne güvenemezler.
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
29
T. More Versus Üniversite (Eğitmek / Öğretmek:
Ne İçin, Kimin İçin?)
Prof. Dr. Yüksel Akkaya, Yüzüncü Yıl Ü., İİBF, İktisat B.
Çalışma sürelerinin, rekabet gücü yüksek ekonomiler oluşturmak için, yüz yıl öncesine çıkarılmaya başlandığı bir dönemde üniversiteleri, üniversitelerin eğitim/öğretim müfredatını, üniversite politikasını tartışmaya açmak, bu tartışmayı çalışma hakkından çok, tembellik hakkı, çalışmama
hakkı, yaşam hakkı üzerinden sürdürmek bir gerçeği ortaya koymak açısından önemlidir. Kuşkusuz
bunu yaparken bugünü, dünün ütüpisti T. More’un toplum tasavvuru üzerinden karşılaştırmalı yapmak oldukça anlamlı olacaktır. Bu sunuşta, insanın özne olmaktan çıkarılıp, üretimin bir nesnesine
dönüştürüldüğü, üniversitenin bunun gerçekleştirilmesinde önemli bir aktör olduğu bir süreç tartışmaya açılacak, bir durum değerlendirmesi yapılacaktır.
AKP ve Gerici Eğitim
Prof. Dr. Rıfat Okçabol, B.Ü Eğitim Bilimler F.
Gericilik genellikle dinsel bağnazlıkla ilişkilendirilmektedir. Oysa toplum yaşamında gelinen noktadan geriye gidişler de, kazanılmış hakların kaybedilmesi de, bir tür gericiliktir. 27
Mayıs ve 12 Eylül anayasalarının en önemli maddelerinden biri, Türkiye Cumhuriyeti’nin laik,
demokratik ve sosyal hukuk devleti olduğunu belirten maddedir. Bu bağlamda AKP karar ve
uygulamalarıyla, yalnız dincilik konusunda değil, laiklik, demokratiklik ve sosyal hukuk devleti bağlamında da topluma gerici dönüşümler dayatmaktadır. AKP, siyasi ve iktisadi yaşamda
neo-liberal dönüşümler gerçekleştirdiği gibi eğitim alanında da gerici dönüşümler gerçekleştirmektedir.
Eğitim alanındaki gerici uygulamalar, ilköğretimden yükseköğretime, örgün eğitimden
yaygın eğitime ve eğitim anlayışından bilim anlayışına kadar geniş bir alanı kapsamaktadır.
AKP’nin, eğitim-bilim-kültür alanında 12 Eylül sonrasında uygulanmaya başlayan Türk-İslam
sentezi anlayışını, parasalcı (kapitalist)-İslam sentezi anlayışına dönüştürdüğü görülmektedir.
Bu makalede, AKP’nin parasalcı-İslam sentezi doğrultusunda olan eğitim ve bilim politikaları
irdelenmekte; eğitim ve bilimle ilgili kesimlerin küçük bir bölümünün bu gerici dönüşümlere
destek vermesi, başta eğitim fakülteleri ve üniversiteler olmak üzere diğerlerinin sessiz ve ilgisiz kalışları tartışılmaktadır.
Değişim Değeri Ölçer, Biçer ve Kontrol Altına Alır ve İçerir :
Üniversitelerde Akreditasyon-Performans-Yetkinlik
Prof. Dr. Fuat Ercan, Marmara Ü., İİBF İktisat B.
Eğitim ama özellikle yüksek öğretime yönelik talepler belirgin bir biçim aldı. Özellikle geç
ulus-devlet oluşumunun belirleyiciliğinde biçimlenen üniversiteler son zamanlarda kapitalist sanayileşmenin belirlemeleri ile yeniden biçimleniyor. Bu yeniden biçimlenme bilgi üretim süreçle30
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
ri ile bu sürecin taşıyıcısı olan bilimsel etkinlik içinde olan bizleri etkiliyor. Bu etkilemenin bir çok
boyutu var. Bu boyutlardan biri ve belki de en önemlisi sürecin değişim değerinin egemenliğinde gerçekleşmesi. Değişim değerinin egemenliği aynı zamanda “normalleştirme” sürecinin nicelik üzerinden kontrol ve denetimin gerçekleşmesi anlamına geliyor. Metalaşma süreci ile metaların belirli bir fiyat üzerinden hiyerarşik bir kontrol-düzeneğe tabi edilmesi hem bilimsel bilgi üretimini kontrol altına alma ve hem de bu kontrol altına alınma etkinliğinin metalaşması eş zamanda
gerçekleşiyor. Üniversitelerin akreditasyon, mezunların yetkinlik, üniversite çalışanların ve daha
sonra çalışma koşullarının performans üzerinden değerlendirmesi metalaşma sürecin temel belirleyeni. Bu belirlemelerin bu günlerde yüksek öğretimde etkin bir biçim-organizasyona dönüştüğünü aktarmaya çalışacağız.
Türkiye’de Eğitim ve İstihdam Politikaları Bağlamında
Hayat Boyu Öğrenme: Sürekli Eğitim Merkezleri
Dr. Özgün Biçer, Marmara Ü., İİBF İktisat B.
Dr. M. Meryem Kıroğlu, Marmara Ü., Çalışma Eko. ve End. İlişk. B.
Kapitalizmin geldiği aşamada teknolojik gelişmeyle beraber ihtiyaçlar ve bu ihtiyaçları karşılayacak ürünler ve üretim süreçleri hızla dönüşmektedir. Bu gelişim süreci mevcut bilgiyi kısa sürede atıl kılmakta ve yeni bilgiyle donatılmış nitelikli işgücü ihtiyacı doğurmaktadır. Bireylerden
ekonominin ihtiyaçları doğrultusunda kendini yetiştirmesi beklenmektedir. İş bulabilmek ve işte
kalabilmek için sürekli nitelik arttırmak, beceri geliştirmek, işe uygun yeteneklere sahip olmak zorunda kalınmaktadır. Olgusal olarak açığa çıkan bu durum kavramsal olarak “hayat boyu öğrenme” ifadesiyle karşılık bulmaktadır. Bu çerçevede “İş dünyasının performans taleplerine cevap verecek eğitimin verilmesi gereği” sonucu eğitim ve istihdam politikalarının bir arada değerlendirilmesi gereği vurgulanmaktadır. Son dönemde Türkiye’de bu durum özellikle “Ulusal İstihdam Strateji Belgesi” ve “Sanayi Strateji Belgesi”nde açıkça görülmektedir. Zaten yüksek olan işsizliğin 2008
krizi sonrasında daha da artmasıyla beraber “hayat boyu öğrenme” kapsamında yer alan sertifika
programları beyaz yakalı işsizlik sorununa çözüm olarak sunulmaktadır.
Bu bağlamda birçok üniversitede Sürekli Eğitim Merkezleri (SEM) açılmıştır ve bu merkezlerin sayıları hızla artmaktadır. SEM’ler verdikleri sertifikalarla lise ve üniversite mezunlarına kariyer
ve kişisel gelişimleri konusunda “fırsat alanları” yaratmayı amaçlamaktadırlar. Bu çalışmada eğitim
ve istihdam politikaları arasındaki ilişki ortaya konarak kriz sürecinde üniversitelerin bünyesindeki SEM’ler, açtıkları programlar ve beyaz yakalıların bu programlara katılımının Türkiye pratiğinde
nasıl biçimlendiği analiz edilerek tartışmaya açılması hedelenmektedir.
İşsizlik Sorunu ve Bir “Vasıf”-sızlık Sorunu Olarak Üniversiteli
Selma Değirmenci
Son dönemlerde işsizlik sorunu Dünyada ve Türkiye’de tartışılan başlıca sorunlardan biridir. İşsizlik, Kapitalist sermaye birikim sürecine içkin olan yedek işgücü rezervi ve bu rezervin
genişlemesi olgusudur ve günümüzde aldığı formlar geçmişteki görünümlerinden farklılıklar
arz eder. “İşsizlik” olgusu 1930’lu yıllarda kapitalist dünyanın kapısını ilk kez şiddetli olarak çal12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
31
dığında “uzun işsizlik kuyrukları” görüntüleriyle akıllarda yer etmiş ve bir anlamda vasıfsız, mavi
yakalıların işsizleşme sürecini belgelemişti.
Günümüzde ise işsizlik yeni biçimleri de içermeye başlayarak özgünlüğünü ortaya koymaktadır. “Vasıfsız” olarak nitelendirilen ve toplu işten çıkarmalarda en başta gelen mavi yakalıların işsizleşme sürecine artık orta sınıf, beyaz yakalı vasılı işçiler de eklenmektedir. Bu süreci
belirleyen en önemli etmen teknolojik gelişme ile kendini var etme koşulları sağlayan neoliberal politikaların sonuçları olan yeni çalışma formları ve yeni üretim sistemleridir.
İşsizliği açıklayan ana akım iktisat yaklaşımlarının dile getirdiği başlıca açıklama işsizliğin bir vasıfsızlık sorunu olduğudur. Vasıf kavramını iş bulmaya yarayacak beceriler olarak sıralayan bu yaklaşım, “vasfı” sürekli arttırılması gereken bir performans olarak tanımlamış ve rekabet baskısı altına, sürekli olarak verimliliğini arttırmak ve işte kalabilmesini sağlamak adına yeni
vasılar elde etme zorunluluğunda yeni bir iş formunu üreten konuma getirmiştir. Bu anlamda üniversite mezunu olmak artık tek başına kapitalist çalışmanın arzu ettiği vasfa işaret etmemektedir. Eğer vasıf bir iş bulmaya yeterlilik anlamına gelmekte ise üniversiteli olmak iş bulmaya yeterli olmadığı için -günümüzde üniversite mezunu işsizlerin sayısında hızlı bir artış göze
çarpar - kendi içinde vasıfsızlaşmaktadır. Bu anlamda bu çalışmanın amacı, üniversiteli işsizliğin
vasıfsızlaştırma sürecinin bir parçası olduğu gerçeğini son dönem krizleri üzerinden açıklamaya çalışmaktır. Bu sürecin nasıl bir aşama geçirdiğini görmek adına eğitim durumuna göre işsizlik verileri incelenecek ve güncel toplumsal olaylara bakılacaktır. Buna göre üniversite mezunu olma durumu, meslek edinmek için yeterli bir vasıf özelliğinden uzaklaştırılarak hayat boyu
eğitim ya da mesleki sertifikasyonlar - yeterlilik belgeleri gibi- ile üniversite mezunu olan kesim
içinden başka bir seçkin azınlık yaratılmaya çalışılmaktadır. Kapitalist sistemde, işsizliğin, ya bireysel bir tercihin sonucu ya da işgücü piyasasındaki maliyetlerin yüksekliğinin veya emek rejiminin katılığının dile getiren ana akım söylemi, işsiz kalma durumunu kişisel tercih ya da vasıf yetersizliğine indirgeyen bir bakış açısıyla kişisel bir mesele haline getirildiği çalışmanın bir
konusu ilken diğer yandan işsizleşen ve iş bulamayan üniversite mezunlarının da vasıfsızlaştığı
sonucu bu çalışmanın tartışma konusu olacaktır.
Üniversitelerde Örgütlenme Deneyimleri
Semiha Günal
Prof. Dr. İzge Günal, Dokuz Eylül Ü.,
Türkiye’de son 150 yıl içindeki üniversite örgütlerine bakıldığında üç temel bileşen olan öğretim elemanı, öğrenci ve emekçilerin, bir iki istisna dışında, ayrı ayrı örgütlendikleri görülür. Dahası, asistanlar bile kimi zaman diğer öğretim elemanlarından ayrı örgütlenmeler gerçekleştirmiştir. Sonuçta az sayıda, parçalı ve fazla kitleselleşmemiş örgütlerden söz edilebilir. Temel sorun, öğretim elemanlarının kendi konumlarını ve diğer örgütlerden ayrım noktalarını tam olarak ortaya
koyamaması olmakla birlikte, örgütlenme gereksiniminin görece azlığı ve bireyselliğin abartılması da diğer etkenler arasında sayılabilir. Öğrenciler de ise örgütlenme daha olgun düzeyde seyretmiştir. Öyle ki, örgütlenme kendi sınırlarını aşmış ve pek çok siyasi yapılanmanın temelini oluşturmuştur. Üniversitede emekçi örgütlenmesi ise işçi/memur mücadele tarihinde belirgin bir iz bırakmamıştır. Üniversitelerdeki örgütlenme deneyimi bu görüşler ışığında gözden geçirilecektir.
32
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
‘Türkiye’de Faal İlk Kâr Amaçlı Üniversite Şirketi (KAÜŞ)
Laureate Education Inc.’In Bilgi Üniversitesi Yatırımını Anlamak ve
Vakıf Üniversitesinde İlk Sendikal Örgütlenme Deneyimini
Anlamlandırmak İçin Bir Kaç İpucu’
Araş. Gör. Aslı Odman, İstanbul Bilgi Ü., Tarih B.
Hakan Arslan, İstanbul Bilgi Ü., Siy. Bil. Uluslar İlişk. B.
İstanbul Bilgi Üniversitesi 2011 senesinde 15. Yılını tamamlamış bir vakıf üniversitesi. Yüksek öğrenim alanının son senelerde geçirdiği başdöndürücü dönüşüme de en uçtaki örneklerden birini teşkil ediyor. Bilgi, her ne kadar bu 15 yılın içerisinde ismini koruduysa da, kaynak, güç
ve iç yapısı radikal bir değişikliğe uğradı. 2005 senesinde çok uluslu, finans sermayesi ortaklı ve
kâr amaçlı bir üniversite şirketi olan Laureate ile ‘stratejik ortaklığa’ gittiği açıklanan Bilgi, bu seneden sonra iki uyuşmaz hukuki formun, vakıf ile şirketin nasıl bir araya getirilebildiğinin çıkarımlarla dolu bir örneğini teşkil etti. Şirket stratejisi gereği ‘gelecek vaad eden pazarlardaki’ borçlu üniversiteleri ele geçerek, Güney Avrupa, Türkiye, Kıbrıs, Uzakdoğu ekseninde ‘network’ olarak genişleyen New York merkezli Laureate Education Inc., uzun süren bir dava sürecinden sonra 2009’da
yönetimi tamamen devralarak, içte yeniden yapılanmayı başlattı.
2010 senesinde ortaya atılan üniversitede hala kadrolu olarak çalışan destek personelin taşeronlaştırılması projesi, çalışanların tepkisi nedeniyle hâlâ hayata geçirilemedi. Fakat baskın olarak matematiksel iktisat dalı ve İktisadi İdari Bilimler Fakültesi kadrolarından istihdam edilen yeni
yönetici elit / akademik işletmecilerin ve üniversitede ‘kâr eden bölümler, öğrenci/müşteri memnuniyeti odaklı çıktılar, performans değerlendirmesi, vizyon sunumları, ‘mükemmeliyet merkezleri’, personel arasında rekabetçilik, sayısallaştırılabilir verimlilik’ şiarlarıyla işleyen bir yeni lugatın
konsolidasyonu epeyce ilerledi. Henüz ulusal hukuki zemini oluşturulmadan yaşanan bu ilk ‘kâr
amaçlı üniversitecilik’ deneyimi özetle ciddi bir merkezileşme, bu anlamda üniversiteye dair asli
tüm kararların müzakere alanı dışında piyasa sinyallerine öncelik veren bürokratik süreçlere havale edilmesini beraberinde getirdi. Aynı düzlem Türkiye’de ilk defa bir vakıf üniversitesindeki çalışanların örgütlenme çabasına da tanık oldu ve olmakta. Destek personelin taşeronlaştırılmasın
karşı bir kampanya ile ivme bulan bu hareket, hem mavi yakalı çalışanlar, hem de idari ve akademik kadroları, Sendikalar Kanunu’nun mecbur ettiği üzere 17 nolu ‘ticaret, büro, eğitim ve güzel
sanatlar’ işkolunda örgütlenmeye çalışırken önemi iç ve dış sorunlarla karşılaştı. Bu iki sene içerisinde bu sorunlara karşı uygulanabilen ve uygulanmayan stratejiler ve temsiliyet yapıları geliştirmeye çalıştı. Bundan sonra ‘üçlü saçayağı sistemi ile işletilmesi düşünülen’ üniversitede, çalışanlardan ve uzun vadede özgür bilgi/bilim ve eğitim üretmekten yana ortak güç ve ses oluşturma çabasının altına girecek arkadaşlara deneyimlerimizi ve belleğimizi aktarmak tebliğimizin ana
amaçlarından biri.
Zira içinde bulunduğumuz sene içinde yeni YÖK Yasası’nın da müstakbel şeklinin emareleri belirmeye başladı. Açıklandığına göre üniversite yapısı, ‘kamu, vakıf ve kar amaçlı’ olarak üçlü
saçayağına oturtulacak, kâr amaçlı şirketlerin üniversite yatırımı yapabilmesinin önü açılacak. Bu
yeni durumda Bilgi’deki ilk kâr amaçlı üniversitecilik deneyiminin somut olarak üniversitede bilginin üretim koşullarına, akademik özgürlüğe ve üniversite çalışanlarının çalışma koşullarına olan
etkileri ivedilikle ve derinlikli olarak araştırılmayı bekliyor.
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
33
Üniversite’de Örgütlenme Ama Nasıl?
Yrd. Doç. Dr. Özgür Müftüoğlu, Marmara Ü., İİBF
Yükseköğretim sisteminde yaşanan neoliberal dönüşüm süreciyle birlikte üniversitelerin piyasa koşulları içerisinde faaliyet göstermesi, üniversitedeki emek süreçlerinin de piyasa kurallarına göre düzenlenmesine yol açmıştır. Bu bağlamda giderlerini azaltmak, gelirlerini arttırmak hedefi üzerinden yeniden yapılanan üniversitelerde akademik, idari ve teknik personel için harcanan giderlerin azaltılması, diğer bir ifadeyle emek maliyetinin düşürülmesi ihtiyacı ortaya çıkmıştır. Bununla birlikte üniversitedeki personelin üniversiteye sağladığı maddi getiri de bir koşul olarak gündeme gelmiştir. Tüm gelişmeler üniversite istihdamın, emek piyasasının genelinde var
olan koşulları üniversite için de geçerli hale getirmiştir.
Neoliberal dönüşüm sürecinde emek piyasalarında egemen hale gelen yapı esnekliktir.
Bir taraftan emek maliyetini azaltmak, diğer taraftan da emek verimliliğini arttırmak temelinde
oluşan esnekliğin çalışanlara yönelik etkisi; iş güvencesinin ortadan kalkması, çalışma saatlerinin uzaması, işin yoğunlaşması, ücretlerin azalması, sosyal güvencenin zayılaması ile iş kazası ve
meslek hastalıklarının artması biçiminde özetlenebilir. Emek piyasasına egemen olan yapının üniversitelerde de uygulanması tüm bunların üniversite çalışanları için de geçerli hale geleceği anlamını taşımaktadır.
Hala hazırda öğretim elemanı başına öğrenci sayısının artışı, ikinci öğretim, yaz okulları gibi
uygulamalar başta akademik personel olmak üzere üniversite çalışanlarının iş yüklerini büyük ölçüde arttırmıştır. Öte yandan üniversite-sanayi işbirlikleri, teknoparklar, çeşitli adlar altında yürütülen projeler, sertifika programları gibi uygulamalar ile de piyasaya doğrudan hizmet sunar hale
getirilen üniversite çalışanlarından üniversiteye gelir getirme beklentisi ortaya çıkmış ve bu beklenti performans değerlendirme sistemi içinde istihdam güvencesinin koşulu haline getirilmiştir.
Üniversitede emek süreçleri üzerinde gerçekleşen değişim, akademisyen ve diğer personelin emek gücü üzerindeki denetim üniversite yönetimleri ve üniversiteyle işbirliği içerisindeki sermayenin hakimiyetine geçmektedir. Kapitalist üretim sistemindeki genel yapısına da uygun
olan bu koşullara karşı durabilmenin yolu tarihsel süreçte de kanıtlandığı gibi sınıf temeline dayalı örgütlenmedir. Türkiye’de üniversite çalışanlarının farklı biçimlerde örgütlenme deneyimleri
olmuştur. Bu çalışma, üniversitedeki örgütlenme deneyimleri ele alınacak ve üniversitedeki emek
süreçlerine en uygun örgütlenme modelini tartışmaya açmayı hedeleyecektir.
34
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
2. OTURUM
TÜRKİYE’DE
EMEK TARİHİNDEN KESİTLER
Türkiye’de İşçi Hakları: Aşağıdan mı, Yukarıdan mı?
Prof. Dr. Ahmet Makal, Ankara Ü., SBF Çalışma Eko. ve End. İlişk. B.
Türkiye’de sosyal politika literatüründe çok uzun yıllardır devam eden bir tartışma vardır:
İşçi hakları aşağıdan mı alınmıştır, yukarıdan mı verilmiştir? Burada aşağıdan alınmakla kastedilen, işçi sınıfı mücadelelerinin bu kazanımları getirdiğidir. Yukarıdan verilmekle kastedilen ise yeterli bir mücadele olmaksızın, bu hakların yukarıdan siyasal iktidarlar tarafından sağlandığıdır. Bu
ikilem varlığını çok uzun yıllardır sürdürmekle birlikte, bugüne kadar sağlam bir metodolojiyle ve
yetkin biçimde tartışıldığı söylenemez. İfade edilen düşünceler, her iki görüşün sahipleri açısından da neredeyse bir önkabul niteliğindedir ve bu önkabullerin dahi iyi formüle edildiği söylenemez. Birinci görüşün temelinde işçi haklarının sadece çalışma ilişkileri alanındaki mücadelelerle
kazanıldığı varsayımı zımnen de olsa yatmakta, diğer alanlardaki, özellikle de siyasi alandaki gelişmelerin bu hakların oluşumu üzerindeki etkisi ihmal edilmektedir. İkinci görüş ise siyasete ağırlık
verirken, çalışma ilişkileri alanındaki gelişmeleri büyük ölçüde göz ardı etmektedir. Her iki önkabulü ortaklaştıran bir nokta ise, hakların oluşum sürecinde sadece içsel boyuta odaklanmaları ve
uluslararası dinamiklerin rolünü ihmal etmeleridir. Bu tebliğimizin temel amacı, bu iki görüş arasında bir tercih yapmak ya da bu tercihin nasıl yapılacağını göstermek değil, böyle bir tartışmanın
ya da konunun bu şekilde ortaya konulmasının anlamsızlığını ve yararsızlığını tartışmak olacaktır.
Kanımızca, dar anlamda işçi haklarının, geniş anlamda ise tüm iktisadi ve sosyal hakların ortaya
çıkma süreci, böyle kısır bir çerçevede değil; bu hakların oluşumuna yol açan karmaşık süreç içerisinde ve iktisadi, siyasi, sosyal etmenler de dikkate alınarak ve sorunun yanlış formülasyonunda
ister istemez merkezde olan içsel dinamikler yanında, dışsal dinamiklerin etkilerine de yer verilerek analiz edilmelidir. Tebliğimizde konu, tarihsel bir perspektiften, Türkiye’de sosyal hakların ve
işçi haklarının oluşum sürecinde yaşanan gelişmelere koşut biçimde irdelenecektir.
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
35
ABD Diplomatik Yazışmalarında
Türkiye Sendikal Hareketi (1973-1976)
Aziz Çelik, Kocaeli Ü., İİBF, Çalışma Eko. ve End. İlişk. B.
ABD hükümetinin ve sendikacılığının Türkiye sendikal hareketine yönelik ilgisi ve etkisi çalışma ilişkileri yazınının çok tartışılan ancak ayrıntıları az bilinen bir alanıdır. Özellikle Türk-İş’in kuruluşunda ABD etkisi ve 1960’lı yıllarda Türk-İş’li sendikacıların ABD destekli eğitim programlarına yoğun katılımı sıklıkla ele alınmıştır. Ancak bu konudaki değerlendirmelerin genellikle ikincil
kaynaklara dayalı olduğu bilinmektedir. Bu nedenle yapılan değerlendirmeler önemli kısıtlar içermektedir. Dönemin sendikal belgelerinin korunmamış olması ve özellikle diplomatik yazışmaların belirli bir dönem sonra erişime açılması konunun bütün boyutlarıyla ele alınmasını zorlaştırmıştır. Bu çalışmada ABD’nin Türkiye’deki diplomatik misyonları (Ankara Büyükelçiliği, İstanbul,
Başkonsolosluğu, İzmir ve Adana Konsoloslukları) ile ABD Dışişleri Bakanlığı arasında 1973-1976
dönemini kapsayan Türkiye’deki sendikal gelişmelere ilişkin yazışmalar irdelenecektir. Belgeler
ABD Ulusal Arşivler ve Kayıtlar İdaresi (The National Archives and Records Administration-NARA)
tarafından kullanıma açılan diplomatik yazışmalardan derlenmiştir. 1973 ile 1976 arasında geçen
dört yıl, 12 Mart’ın yarattığı baskı ve suskunluğun ardından Türkiye işçi hareketi açısından yeni
bir yükselişin başladığı ve canlanmanın yaşandığı yıllarıdır. Dönem sadece işçi hareketinin değil
CHP’nin ve solun da yükseliş yıllarıdır. Bu yıllar sendika-siyaset ilişkisi açısından da oldukça önemlidir.
İncelenen diplomatik yazışmalar işçi eylemleri ve grevlerden, sendikal faaliyetlere, Türk-İş
ve DİSK’te yaşanan gelişmelere, sendika-siyaset ilişkisinden, kişisel değerlendirmelere kadar geniş bir alana yayılmaktadır. Yazışmalar Türkiye sendikal hareketinin ABD hükümeti tarafından nasıl algılandığı ve değerlendirildiği konusunda dikkate değer ipuçları içermektedir. Çalışmada ABD
diplomatik yazışmaları, dönemin sendikal ve toplumsal gelişmeleri ile birlikte, dönemin ulusal ve
uluslararası toplumsal-siyasal bağlamı dikkate alınarak irdelenmeye çalışılacaktır.
Paşabahçe Şişe-Cam Fabrikası Örneği Üzerinden
“Milli Fabrika Rejimini” Anlamak
Yrd. Doç. Dr. M. Hakan Koçak, Kocaeli Ü., İİBF, Çalışma Eko. ve End. İlişk. B.
Türkiye’nin ilk şişe-cam fabrikası 1935 yılında, Birinci Sanayi Planı çerçevesindeki sanayileşme hamlesi içinde, İş Bankası tarafından kurulmuştur. Gerçekte özel sermayeli bir yatırımcı banka olmasına karşın, Cumhuriyetin kurucu elitiyle organik bağlarından dolayı kendisine “milli” (bir
tür yarı-kamusal) bir kimlik atfedilmiş olan İş Bankası’nın kurduğu Paşabahçe Şişe-Cam Fabrikası,
Türkiye’nin ulus inşası döneminde sınıf mücadelesinin ve işçi sınıfı oluşumunun farklı boyutlarını
gözlemek açısından özgün bir örnek oluşturur.
1940’lı yıllar boyunca devletin emek sürecindeki doğrudan belirleyiciliği artmıştır. Emeğin
denetim altına alınması dönemin sermaye birikim süreci için özel bir önem kazanmıştır. Bu gelişmeler Şişe-Cam’da dönem boyunca geçerli olan fabrika rejiminin temel karakterini de belirler. Sanayileşme planı kapsamında faaliyete geçen diğer fabrikaların kurucusu kamu bankaları
(Sümerbank, Etibank) ile Şişe-Cam ilk anda neredeyse aynı statüde gibi görülür. Ama gerçekte
36
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
kamu-özel ayrımı kendisini asıl çalışma ilişkilerinde, emek sürecinde ve bölüşüm alanında gösterir.. Paşabahçe fabrikasının sosyal tarihi, sınıların milli temelde ve/veya şirket kalkınması adına
uzlaşmasının tarihi olarak görülemez. Tersine işçilerin; işverenin ve devletin kendilerine uyguladığı baskıya ya da rızaya dayalı yönetsel stratejiler karşısında bazen örtük, bazen de açık örneklerle
ortaya koydukları sınıfsal direniş deneyimlerini içerir.
Bu sunuşla Türkiye emek tarihçiliğinin fabrika tarihi ekseninde derinleştirilmesi, işçi sınıfı oluşumunun daha gerçekçi bir resminin oluşturulması, ulus inşası tarihinin emekçilerin deneyimleri zemininde yeniden yazılması için fabrikanın kapısından girmek amaçlanmaktadır. Erken
Cumhuriyet döneminin milli fabrikasında süren sınıf mücadelesini anlamak için Paşabahçe ŞişeCam’ın ilk 15 yılı, yukarıda sunulan çerçevede öykülenecek ve yorumlanacaktır.
Tarımda Çocuk Emeği Sömürüsü ve Toplumsal Duyarlılık
Prof. Dr. Bülent Gülçubuk, Ankara Ü. Kalkınma Çalış. Uyg. ve Araştırma Merkezi - AKÇAM
Çocuk işçiliği önemli bir sorun alanını oluşturmaktadır. Toplumun gelecek kuşaklarının sağlıklı ve mutlu yetişmesi çağdaş bir toplum olmanın önemli ön koşullarından birisidir. Çalışan çocuklar kapsamında tarımda çalışan çocuklar içinde bulunduğu koşullardan dolayı ayrı bir yer tutmaktadır. Öncelikle çalışma ve yaşam koşulları, çevre ile ilişkiler, eğitim ve sağlık sorunları açısından bu çocuklar en dezavantajlı gruplar arasında ilk sıralarda yer almaktadır. Kendi tarım işletmelerinden yeterli gelir elde edemeyen az topraklı ve/veya topraksız aileler geçimlerini sağlayabilmek ve çalışabilmek amacıyla daha fazla tarımsal iş olanağı bulunan yörelere mevsimlik göç ederek iş aramaktadır. Mevsimlik tarım işçisi aileler çalışma yerlerine giderken ekonomik ve sosyal zorunluluklardan dolayı çocuklarını da götürmektedir. Böylece, çocuklar aile ekonomisine katkı nedeniyle yaşlarına uygun olmayan tarımsal işlerde çalışmaktadır.
Türkiye’de çalışan çocukların %40-50’ye yakını tarımda çalışmakta olup, sayıları yaklaşık
350.000-400.000 arasında olup, en kötü konumda çalışan çocuklar arasında ön sırada yer almaktadır. Bu çocuklar Türkiye’nin değişik bölgelerinde özellikle pamuk, fındık, narenciye, pirinç, şekerpancarı, tütün vd. tarımında çapa, hasat gibi işlerde yoğun olarak çalışmaktadır. En kötü konumdaki tarım işlerinde çalışan bu çocukların çoğunluğu 15 yaşından küçük olup, ILO sözleşmelerine
göre çalışma çağında olmayan ve söz konusu işlerde çalışması arzu edilmeyen çocuklardır. Eğitim olanaklarından yoksun olan ve çalışmadan dolayı eğitimine devam edemeyen, etmekte zorluk çeken veya hiç başlayamayan bu çocuklar özellikle Güneydoğu ve Doğu Anadolu Bölgelerinde yaşamakta olup, yılın 4–7 ayını bulundukları yerin dışında, çadırlarda temel gereksinimlerden
yoksun olarak sürdürmektedirler. Sosyal Hukuk Devleti ilkesinden hareketle “özel sosyal politika”
araçlarının uygulanması gereken bu çocuklar, gelecek açısından en umutsuz kesimlerden birini
oluşturmaktadır. Bu bildiride Türkiye’de tarımda çocuk işçiliği ve çalışma yaşamındaki yeri ve uluslar arası sözleşmeler hakkında genel bilgiler verildikten sonra, çocuk işçiliğinin azaltılması konusunda toplumsal ve kamu duyarlılığının artırılmasına yönelik öneriler sunulacaktır.
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
37
Türkiye İşgücü Piyasalarında Etnik Bir Ayırımcılık Mevcut mudur?
Prof. Dr. Kuvvet Lordoğlu, Marmara Ü. İİBF, Çalış. Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri B.
Mustafa Aslan
Bu çalışma, Türkiye’de oluşan ve işgücü piyasalarında yaygınlaşma eğilimi gösteren bir etnik
ayırımcılığa dikkat çekmek ve olası nedenleri üzerinde durmayı amaçlamaktadır. İnceleme kentlerde ve işgücü piyasalarında ayırıma uğradığı konusunda endişelerin ciddi olarak ortaya çıktığı ve saha olarak en geniş ölçüde istihdam edilen ve işsiz kalan ve iş aramakta olan Kürt kökenli vatandaşlarla yapılmıştır. Esasen bu çalışma Türkiye işgücü piyasalarında etnik bir ayırımcılığın
mevcudiyetine dayalı bir varsayımdan hareket etmekle birlikte, bu konuyu net olarak saptamanın güçlüğü nedeni ile yöntem olarak Güneydoğu Anadolu’da ve bazı büyük batı illerinde yapılan
derinlemesine görüşmelerin bulgularına dayanmaktadır. Bu görüşmeler etnik bir ayırımın varlığına işaret etmektedir. Etnik ayırımcılığın yasal açıdan suç teşkil etmesi nedeni ile genel olarak işyeri sahibinin bu konuyu etnik ayırım temelinde ifade etmesi beklenmemektedir. İşe alım esnasında işe yerleştirmede, işten çıkarmada veya işteki terfi imkanlarında bu gerekçeden asla söz edilmemektedir. Ancak ayırımın mağduru olan kişiler bu durumu kısmen de olsa dile getirmektedirler. Çalışmada sadece ayrımın mağduru olan kişilerin kanaatlerini doğru kabul etme eğilimi benimsenmiştir. Buradaki amacımız, nedeni ne olursa olsun kişinin etnik kökeni itibarı ile ayrıma uğradığını düşündürten olguların kendisi tarafından önemli kabul edilişidir. Çalışmaya ait görüşmeler Güneydoğu Anadolu ve Batı Anadolu Bölgesi’nde toplam altı ilde gerçekleşmiştir. Bu görüşme notları konu ile ilgili sivil toplum örgütleri, belediyeler, sendikalar ve ayırımın bizzat mağduru olan kişilerle gerçekleştirilmiştir. Çalışmanın amacı, etnik ayırımın formel işgücü piyasaları üzerindeki etkilerini ortaya koymaktır. Bu çerçeve içinde kamu-özel sektör ayırımı yapılmamış, ancak
enformel iş piyasasına dahil olan mağdurların dışlanması kapsam dışı tutulmuştur. Sonuç olarak,
yapılan görüşmeler Türkiye işgücü piyasalarında etnik bir ayırımın varlığına dair çok önemli göstergeleri, gerek kamu gerekse özel sektör içinde tanımlayabilmektedir.
Türkiye’de Yeni Emek Denetim ve Kontrol Alanı:
Kalkınma Ajansları
Yrd. Doç. Dr. Berna Güler Müftüoğlu, Marmara Ü. İİBF, Çalışma Eko. ve Endüstri İlişkileri B.
Dünyada 1960’lı yıllarda, düşmeye başlayan kâr oranları ile birlikte çetinleşen rekabet koşulları altında yerel ve bölgesel alanların öne çıkması, mekânların biricikleşmesinin ardında sermaye
birikim sürecinin yeniden yapılanmaya başlamıştır. Küresel rekabette bu sürece başat olan neo liberal politikalar ile devlet/piyasa dengesi piyasa merkezli bir yapıya dönüştürülmeye başlanmıştır. Devletin fonksiyonları da toplumsal ihtiyaçların yerine esnekliği vaat eden piyasanın ihtiyaçlarına cevap verecek bir yapıya büründürülmüştür. Tüm bu koşullarla birlikte ulus-ulus altı alanların işlevselliği merkezi/ademi merkezi yönetim anlayışı yeniden yapılanmaya başlamıştır. Diğer
yandan, kendi mekânları ile özdeşleşen emekçi yığınlar çetinleşen uluslar arası rekabet altında esnekleşme paradigması ağında esnek istihdam politikalarına tabi kılınmaya başlanmıştır. Bu süreçte yerel ve bölgesel düzeyde kalkınma ajansları vasıtasıyla kendi mekânında emekçiler yeni denetim ve kontrole tabi olurken, en düşük maliyetli yüksek kârlılığı getirdiği oranda bölgeler cazibe merkezleri, öğrenen bölgeler, toplaşan ekonomiler vs. adı altında biricikleştirilmiştir.
38
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
1980’li yıllarla birlikte Türkiye’de yerel sermaye gruplarının uluslar arası piyasalara hızlı entegrasyon sağlama güdüsü, Türkiye’nin gelişen ekonomiler arasında basamak yükselme arzusu, ulus altı
yerel/bölgesel alanların rekabet edebilirliğini sağlayacak düzenlemeleri hayata geçirmeye başlamıştır. Esnek istihdam politikaları, bölgesel asgari ücret tartışmaları, hizmet ve sanayi sektörel yığışmasının sağlandığı organize sanayi bölgeleri, teknoloji bölgeleri, teknoparklar vs. aktileştirilirken, ademi merkezi yönetimin içerdiği yerel yönetimler yasalarının değiştirilme çabası ve Kalkınma Ajanslarının kuruluşu farklılaşmayı belgelemektedir. Bu çalışmada sınıf eksenli bakış açısıyla
yeni dönemin, yeni ittifaklarını ve işbirliklerini, aynı zamanda yeni gerilim ve çatışma alanlarının
olası sonuçları incelenmeye çalışılacaktır.
Güvencesiz Çalışmanın Hukuki Dayanakları
Av. Murat Özveri
Çalışma yaşamını düzenleyen yasaların önemli bir bölümü son on yıl içerisinde değişmiştir.
Neredeyse tamamının değiştirilmesine ilişkin sürecin de sonuna yaklaşılmıştır. Yapılan değişikliklerin tamamı kamuoyuna çağdaşlık adı altında sunulurken, yine neredeyse tamamında, çalışanlara ilişkin yasal korumanın zayılatılması, deyim yerindeyse sulandırılması bir başka ortak paydayı oluşturmuştur. Değişikliklerin önemli bir bölümü, “bazı kanun ve kanun hükmünde kararnamelerde değişiklik yapılmasına dair kanun” adı altında hissettirilmeden, sessiz sedasız yapılmıştır.
Bir kısmı ise PTT A.Ş. kurulmasına dair kanun tasarısında görüldüğü gibi, hemen her kamu kuruluşunun kuruluş yasasına hükümler konularak gerçekleştirilmeye çalışılmaktadır. Son torba yasa
uygulamasında kamuoyu neler olduğunu biraz olsun fark edebilmiş, ancak işin özü kaçırılmıştır.
Akademisyenlerin dışında çok az insan, torba yasanın gerekçesinde yer alan korumayı “iş gücü piyasasında katılık” olarak nitelendiren, çalışma yaşamında esnekliği arttıracağını ilan eden tespitler
üzerinde odaklanabilmiştir. Güvencesiz bir çalışma yaşamının hukuki alt yapısının inşa edildiğinin
ilanı, torba yasanın yanında, ulusal istihdam stratejisi adlı belge ile yapılmıştır. Anılan belgede, alt
işveren uygulamasına getirilen kısıtlamaların kaldırılması, 24 ay süreyle belirli süreli iş sözleşmesine olanak tanınması, bu sürenin 25 yaş altı işçilerde 36 aya çıkartılması, tele çalışma, iş paylaşımı,
bölgesel asgari ücret, özel istihdam büroları aracılığı ile ödünç işçi çalıştırmanın mesleki faaliyet
olarak düzenlemesi olmak üzere bir dizi değişikliğin yapılacağının açıklanmasına karşın, bu değişikliklerin yeteri kadar algılandığını söylemek de olanaklı olmamıştır. Tebliğde bu süreç, “güvencesizlik” kavramı ile birlikte ele alınıp, güvencesizliğin yaratılmaya çalışılan hukuki çerçevesi ortaya konulmaya çalışılacaktır.
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
39
3. OTURUM
KRİZ ÜZERİNE
I
İKTİSAT VE TOPLUM DERGİSİ PANELİ:
KÜRESEL KRİZ VE BÜYÜME SORUNU
Türkiye’nin Küresel Krize Tepkisi
ve İktisadi Gelişme Sorunu
Prof. Dr. Hasan Ersel, Sabancı Ü.
Türkiye küresel krizin ilk büyük şokuyla, iktisadi karar birimlerinin belleklerinde 2001 krizinin anıları henüz silinmemişken yüzleşti. Resmi açıklamaların tersine, bu durum Türkiye’nin
2008 şokundan en çok etkilenen ülkeler arasında yer almasını engellemedi. Buna karşılık, şokun etkisinden kurtulma aşamasında güçlü tepki gösteren ülkeler arasında yer bulmasına da
yardımcı oldu. Bunun nedeni iktisadi karar birimlerinin 1999-2001 döneminde yaşadıkları örselenme (travma) ve daha sonraki yıllardaki deneyimleri ışığında bu şoka tepki vermeleri oldu. Bu
tepki, kurumsallaşmış iktisadi karar birimlerinde, (iktisat politikası yapımcısı (hükümet+merkez
bankası), şirketler kesimi ve bankalar) aşırı ihtiyatlı (over-cautiousness) davranmak biçiminde
ortaya çıktı. Öte yandan, Türkiye’nin demokrasi açığı (democratic deficit) şokun etkisinin, iktisadi daralmanın çeşitli boyutlarıyla, kurumsallaşması zayıf kesimlere (küçük üretici, işçiler) aktarılmasını sağladı. Bu kesimler de 2001 sonrası deneyiminin ışığında kayıplarının kısmen ileride
iktisat politikası kararlarıyla giderilebileceğini beklemekle yetinmek zorunda kaldılar. Bu iki etmen Türkiye’nin, 2001 krizine oranla daha uzun süre sonra da olsa, toparlanma sürecine girmesini sağladı. Ancak, bu aşırı ihtiyatlı tutumun Türkiye’nin yeni ve sürdürülebilir bir büyüme yoluna girmesinde önemli bir engel oluşturması olasılığı ihmal edilmeyecek kadar yüksek. Çünkü
bu tutum, gelişme atılımı yapmak için gerekli risk alma cesaretini de törpülüyor. 2003-2008 döneminde bu etkinin izlerini yakalamak olanaklı.
40
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
Para Politikasında Yeni Arayışlar
Prof. Dr. Fatih Özatay, TOBB Eko. ve Tek. Ü., İİBF, İktisat B.
“Küresel krizden alınan dersle para politikasına bakış değişti. 1980’lerin sonlarından bu
yana çoğunlukla fiyat istikrarı temel amacına yönelen bir para politikası söz konusuydu. Küresel kriz, finansal istikrarın ileride bozulmasına yol açabilecek gelişmelerin (özellikle varlık fiyatlarındaki hızlı yükseliş, hızlı kredi genişlemesi gibi) para politikası tarafından önceden önlenmesi gerektiği yolunda düşüncelere zemin hazırladı. Fiyat istikrarı ile finansal istikrarı eş değerde tutan bir para politikası çerçevesi Türkiye’de ne gibi sorunlarla karşılaşabilir? Bu sorunları en
aza indirmek için neler yapılabilir? Her şeyden önce de finansal istikrardan neyi kastediyoruz?
Bu konuşmanın temel amacı bu sorulara yanıt aramaktır.”
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
41
4. OTURUM
TÜRKİYE’DE
POLİSİN DÖNÜŞÜMÜ
Türkiye’nin Polis Ekonomisi:
Polis Aygıtının Uluslararasılaşması Üzerinden
Türkiye’de Devletin Uluslararasılaşmasına Bakmak
Araş. Gör. Dr. Funda Hülagü, ODTÜ İİBF Uluslar. İlişk. B.
Bu çalışma, Türkiye’deki Emniyet Teşkilatı’nın özellikle 1940’lardan itibaren uluslararası ile
eklemlenme biçimlerini tespit ederken, Türkiye’de devletin uluslararasılaşmasının yeni çehrelerini görüntülemeyi amaçlamaktadır. Ancak özel olarak 1990’lı yıllarından ortasından sonraki
dönem, incelemenin ana odak noktasını oluşturmaktadır. Devletin zor aygıtları arasında Sovyet sonrası döneme en çabuk entegre olan ve hatta “değişimin şampiyonu” öncü birer devlet
aygıtı haline gelenler polis teşkilatları olmuştur. Emniyet örgütleri, ülkelerin dış politikalarını
da yürüten ve dahası bulundukları ülkenin yeni dünya düzeni ile kurduğu ilişkiye yön verebilen örgütler haline gelmişlerdir. Türkiye’deki polis aygıtı da- daha Milli Mücadele dönemindeki
İstanbul’un işgal günlerinden itibaren- Türkiye’nin dünya düzeniyle bütünleşmesinin ne’liğine
dair her daim bir gösteren olmuştur. Nitekim Türkiye’deki polis teşkilatı gerek 1980’li yıllardan
beridir sahip olduğu siyasi güç gerekse de teknik-politik donanımları sayesinde müdahil olduğu uluslararası güvenlik alanının birçok pratiğini Türkiye’de yeniden üretmektedir. Üstelik son
yıllarda uluslararası alanın ürettiği polislik politikalarını inceltici, farklı ulusal ölçeklerde bu politikaların yeniden üretilme imkanları ve yollarını belirleyici bir aktörlüğe soyunmuştur.
Neoliberal polisin yeni ideolojisini, Türkiye bağlamında yeniden üretmek için türlü araçlar geliştirilmiştir. 2004 senesinde ABD’de kurulan, Türkiye Polis Çalışmaları Enstitüsü (TIPS) ve
Uluslararası Polis Derneği’nin (IPA) Türkiye masaları öne çıkan kurumlar olmuşlardır ve özellikle kendi yayın organlarıyla Türkiye’nin uluslararasına yeni eklemlenme biçimlerine dair birçok
unsura işaret etmektedirler. Bu araçlar haricinde, Türkiye’deki polis teşkilatı, iştirak ettiği uluslararası toplumun yürüttüğü barış ve devlet-inşası misyonları üzerinden de Türkiye’nin özellikle 2000’li yıllarda dünya düzeninde doldurmak istediği alanı konsolide etmekte, bu yeni eklemlenmenin dayandığı ideolojik unsurları rafine etme olanaklarına sahip olmaktadır. Bu araştırma, Türkiye’de devletin yıllardır göz ardı edilen bir yanına, polis aygıtına bakmakta ve bu ne-
42
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
denle de Türkiye’nin Polis Ekonomisine bir giriş yapmayı amaçlamaktadır. Polis Ekonomisi kavramıyla işaret edilmek istenen, siyasi mücadelelerin toplam etkisi sonucu bir toplumsal form
olarak şekillenen polis aygıtının, belirli bir coğrafyada ulus-aşan sermaye sınıfının lehine siyaset alanını şekillendirme gücüdür. O nedenle, bu çalışma aynı zamanda polis konusunda teorik
bir tartışmayı da başlatmayı amaçlamaktadır.
Türk Polis Teşkilatının Son 10 Yılı
Yrd. Doç. Dr. Murat Cem Demir, Tunceli Ü., Fen-Edb. F. Sosyoloji B.
Bu çalışmada 166 yıllık tarihi olan polis kurumun son 10 yılına ait saptamaları göreceksiniz. Son 10 yılın seçilmesinin en önemli nedeni mevcut politik arenada kuruma ayrılan performanstır. Güvenlik aygıtı olarak polis hiçbir zaman askerin önüne geçmemiştir. Oysa bugün durum tam tersidir. Pek çok kişi, polis tarafından yapılan operasyonları, siyaseti dizayn etme girişimi olarak düşünmektedir. Bu nedenle iç güvenlik aygıtının son yıllara ait bürokratik yapılanması ve kurumsal zihniyeti bu çalışmanın temel konusunu oluşturacaktır. Bu çalışma bir özetleme girişimi olmanın ötesinde son döneme ait bazı örnekleri belirginleştirip onları çözümlemeyi amaçlamaktadır. Bu örnekler tarihsel kopuşa ait verilerdir.
Devletin Otoriterleşmesi, Yeni Rejim İnşası ve Polisin Yükselişi
Yrd. Doç. Dr. Evren Haspolat, Ordu Ü., İİBF Kamu Yön. B.
Kapitalist devlet neoliberal birikim rejiminde, Jessop’un Gramsci’ye atıla genişleyen hegemonya olarak adlandırdığı kapsayıcı hegemonya projeleri geliştirme olanağının tükendiği
oranda otoriterleşen ve toplumun geniş kesimlerini tahakküm yönleri ağır basan güvenlik aygıtları olan polis ve özel güvenlik dolayımıyla yönetmeye yönelen bir devlet (otoriter-baskıcı
devlet) olarak karşımıza çıkar. Genel olarak dünyada kapitalist devletin 1980’lerden itibaren izlediği otoriterleşme eğiliminin Türkiye’de deneyimlenmesi süreci de dünya genelinden çok ayrışmamaktadır. 24 Ocak 1980-3 Kasım 2002 arasındaki 22 yıllık süreci, Türkiye’de otoriter devletçiliğe geçişin ilk aşaması olarak tespit etmek doğru olacaktır. Söz konusu ilk aşamanın ardından Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) iktidarı ile başlayan dönem ise hem neoliberal birikim
rejimi açısından hem de onunla paralel yürüyen devlet biçimi olarak otoriter devletçiliğin kurumsallaşması açısından, neoliberalizmin Türkiye’deki ikinci evresini oluşturmuştur. Her iki dönem de hem polis hem de özel güvenlik açısından sayısal artış, denetlediği insan sayısındaki
artış, yasal düzeyde görev alanının genişletilmesi ve bütçelerinin artışı bağlamında bir altın çağ
olarak deneyimlenmiş ve hali hazırda da deneyimlenmeye devam etmektedir. Türkiye’de neoliberal birikim rejimi bağlamında Özal-Evren ikilisi döneminde başlayan devletin otoriterleştirilmesi süreci, 2002’den itibaren AKP önderliğindeki liberal-muhafazakâr blokun kurduğu hegemonya döneminde hızını artırmıştır. AKP iktidarı döneminde Türkiye’de izlenen yeni hegemonya stratejisi 2005’e kadar sermaye ile karşılıklı dayanışma, farklı düşünceleri içerme, bürokratik
devlete savaş açma ve AB’ye uyum süreci türünden eğilimler sergileyerek kapsayıcı bir hegemonya stratejisi olarak belirirken, 2005’ten itibaren özellikle polisin sayısında yaşanan artış ve
Polis Vazife ve Selahiyet Kanunu’nda yapılan yeni düzenlemelerle birlikte yeni bir aşamaya girmiştir. Polis söz konusu süreçte özellikle 2007’den itibaren kapısı aralanacak olan devlet aygıt12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
43
ları içinde ve siyasal partiler alanında yeniden yapılanma şeklinde gözlemlenen rejim inşası sürecinde başlıca aktör olarak belirmiştir. Bu bağlamda devletin otoriterleşmesinin birinci aşamasında (24 Ocak 1980-3 Kasım 2002) orduya yüklenen tüm anlamlar ve görevler, 2002’den sonra
AKP ile kapısı aralanan yeni otoriterleşme evresinde AKP’nin yeni rejim inşası hedefi ile de birleştiği oranda polis ve genel olarak emniyet aygıtında kümelenmeye başlamıştır.
Bu bağlamda bildiride yanıt aranacak sorular şunlardır:
•
Türkiye’de devletin otoriterleşmesi sürecinin 1980-2002 evresi nasıl deneyimlenmiştir?
•
Türkiye’de devletin otoriterleşmesi süreci AKP iktidarı ile birlikte nasıl bir yöne evrilmiştir?
•
Devletin otoriterleşmesi sürecinde yıllar itibariyle polis sayısında ve Emniyet’in bütçesinde
yaşanan artış nedir? Bu artış AKP döneminde nasıl ve hangi yöntemlerle hız kazanmıştır?
•
Devletin otoriterleşmesi bağlamında 1980’de ordunun işlevi ne idi? 2007 ve sonrasında polise biçilen işlev nedir?
•
Devletin otoriterleşmesinin AKP’nin yeni rejim inşası hedefi (ve bu bağlamda tüm AKP karşıtlarının tasfiyesi) ile birleştiği aşamada polise biçilen rol nedir?
•
Bu bağlamda PVSK’da yapılan değişiklikler ne anlam ifade etmektedir?
•
Toplum Destekli Polislik, Aile Polisliği, MOBESE gibi uygulamalar devletin otoriterleşmesi,
polis devletinin inşası sürecinde nereye oturmaktadır?
•
Polis aygıtında gözlemlenen tahkimat, “ileri demokrasi” tartışması içinde nasıl konumlandırılabilir?
Devletin Polisi
Türkiye’de Polis Kurumuna Nitel ve Nicel Bakışlar
Doç. Dr. Ayşen Uysal, Dokuz Eylül Ü., Kamu Yön. B.
Polis kurumu, Kıta Avrupası polis modelini benimseyen ülkelerde devletin “cisimleşmiş” biçimi ve hatta günlük hayatta devletin “görünen yüzü” olarak karşımıza çıkar. Bu değerlendirmeler
devleti zorun yoğunlaşmış biçimi olarak açıklayan devlet teorileriyle (Tilly) yakından ilintilidir zira
polis devletin zor öğelerinden biridir. Polis, devletin sağ elidir (Bourdieu). Kıta Avrupası polis modelini benimseyen Türkiye’de de polis kurumu devlet aygıtının ayrılmaz bir parçasıdır.
Polis kurumu Türkiye’de akademik dünyanın –çok çeşitli nedenlerle- ilgisini oldukça sınırlı ölçüde uyandırmış bir meseledir ve daha çok polisin kendisi polisi inceleme konusu yapmıştır.
Bununla birlikte polis, bilimsel araştırmalara son yıllarda daha çok konu olmaya başlamıştır.
Bu tebliğ polisin sokakta görünen yüzü olarak Çevik Kuvvet ve toplumsal olaylarla ilgilenen diğer polis birimlerinin stratejilerini ve siyasetle ilişkisini tartışmayı hedelemektedir. Bu tartışmayı yapabilmek için ise, 1990’ların başından 2000’li yılların ortalarına kadar uzanan dönemde
Türkiye’de düzenlenen protesto eylemlerini örneklem olarak ele almaktadır. Böylece, devletsiyaset-polis ilişkisini toplumsal olay polisliğinden hareketle analiz etmektedir. Protesto eylemleri
üzerindeki polis denetimi –dolayısıyla devlet denetimi- bize polisin siyasallaşmasına dair nasıl veriler sunar? İktidar değişimleri polisin toplumsal olayların denetiminde izlediği stratejilerde ve izlediği denetim repertuarlarında bir değişikliğe yol açar mı? Tebliğ bu iki temel sorudan hareketle polisi ve dolayısıyla da bir zor aygıtı olarak devleti analiz etmeyi amaçlamaktadır. Bu incelemede, polisin toplumsal olaylar arşivi ve protesto eylemlerinde yapılan katılımcı gözlemlerden oluşan bir veri seti kullanılacaktır.
44
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
5. OTURUM
MİLLİYETÇİ ZİHNİYET
VE TOPLUMSAL CİNSİYET
Ömer Seyfettin Hikâyelerinde Millileştirilmiş Cinsiyetler,
Cinsiyetlendirilmiş Milletler
Doç. Dr. İnci Özkan-Kerestecioğlu, İstanbul Ü., SBF Uluslar. İlişk. B.
Cinsiyetin toplumsal olarak kurgulanışında milliyetçiliğin önemli bir değişken olduğu ve
aynı zamanda millî kimliklerin inşası sürecinde toplumsal cinsiyetin aslî unsurlardan birini oluşturduğu yaklaşımı, son yirmi yılın gerek milliyetçilik çalışmalarında gerek feminist yazınında
sıklıkla vurgulanıyor. Bildiride Ömer Seyfettin hikâyelerinin bu yaklaşımla okunması amaçlanıyor. Cinsler arası ilişkilerin toplumsal bağlamda kendini ifade etme temsillerini içeren metinleriyle Ömer Seyfettin, millet kurgusunun kadınlık ve erkeklik tanımlarını yeniden üreten ve aynı
zamanda “ideal” kadınlık ve erkeklik hallerinden millî kimliği üreten süreçleri görünür kılmada
zengin örnekler sunuyor. Ziya Gökalp’in teorik ve soyut kalan Türkçülüğünü edebiyat aracılığıyla popülerleştiren yazar, hikâyelerinde Türk milliyetçiliğine uygun yeni değerler ve yeni bir aile
modeli sunmanın peşindedir. Milliyetçi gramerin vazgeçilmez özneleri olan “biz” ve “onlar” karşıtlığını en keskin ve en kaba haliyle kuran Ömer Seyfettin’in bu kurguda en çok kullandığı cinsiyet kimlikleri ve cinsiyet ilişkileridir. “Biz”i “onlar”dan ayıran en önemli özellik, milliyetçi yazının başka örneklerinde de kolayca rastlanabileceği gibi kadınlık halleridir. Testilerle şarap içen,
coşan, erkeklerin kucaklarında dolaşan, hain ve mavi gözleriyle vahşi bir hayvan gibi Türklere bakan “onlar” ve mütevazı, gösterişsiz, ciddi, sabırlı anneler olarak “biz”. Ki ancak böylesi bir
“biz”, “Batı’nın şehveti” ve “Doğu’nun afyonu”yla uyuşmuş olan “Türk ruhu”nu derin uykusundan
uyandıracaktır.
Öte yandan, Ömer Seyfettin’in izleğinde “biz” ve “onlar” ayrımının her zaman bu kadar net
kurulamadığını, milliyetçi söylemin doğasındaki korku, nefret, özenme ve beğeni duygularından kaynaklanan çelişki ve gerilimlere sıklıkla rastlandığını da söylemek gerekir. Bu bildiri, söz
konusu çelişki ve gerilimleri, milliyetçi zihniyet dünyasının toplumsal cinsiyet ilişkileri tarafından beslenen ve bu ilişkileri besleyen yönleri ekseninde açığa çıkarmaya çalışacaktır.
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
45
Milliyetçilik, Militarizm, Erkeklik:
Simbiyotik Bir Âlem Olarak Futbol
Tanıl Bora, İletişim Yayınları
Futbol ortamı, milliyetçilik, erkeklik/maçizm ve militarizmin simbiyozuna elverişli bir
âlem kurar. Birbirlerini besleyebilir, ikame ve temsil edebilirler. Milliyetçiliğin, ideolojik hegemonya gücü bakımından bu üçlünün baskın etkeni olduğunu vurgulamamız gerekir. Özellikle futbolun ideolojik ortamından (medya, tribün şarkıları, söylem…) söz ettiğimizde, bu böyledir. Futbolun oyun dinamiğinin, (kurumsal-olmayan futbol deneyimlerinde nefes alan) ‘otantisitesinin’ ve sosyalliğinin ise, öncelikle erkekliğin deneyimlenmesinin bir küresi olduğunu söyleyebiliriz. Toplamda milliyetçilik, erkekliğin çoğaltanı, kışkırtanı olur; hâkim ve mütehakkim erkeklik kalıbını işleyerek kendini de çoğaltır. Militarizm, diyebiliriz ki yardımcı etkendir; milliyetçiliğin ve onun kışkırttığı erkekliğin saldırganlaşma istidadını işaretler, şovenizmin ve maçizmin
mecazı ve aleti olarak iş görür.
Fakat hâkim söylemlerde ve yaygın öznellik biçimlerinde gözleyebildiğimiz böyle bir simbiyozu, bir otomatizm olarak, yapısal bir zorunluluklar olarak göremeyiz. Futbolun cilvesi, tek
kale oynayan güçlü takımın da yenilebilmesi değil mi? Futboldaki yerleşik milliyetçilik söylemin, militarist imgelere ve maist edaya itibar etmeyen, onları sorgulayan eleştirel tutumların
da kendi mecralarını açabildiklerini gözardı etmemek gerekir.
Milliyetçi Terbiyeyi Popülerleştirmek:
Kahraman Erkekler, Uslu Kadınlar
Prof. Dr. Simten Coşar, Başkent Ü., İİBF
Prof. Dr. Aylin Özman, Hacettepe Ü., Siy.Bil. Kamu Yön. B.
Bu çalışmada, Türkiye’de milliyetçi ideolojinin popüleştirilmesinin temel araçlarından
olan edebiyat alanında toplumsal cinsiyet temsilleri feminist perspektiften analiz edilmektedir. Çalışmanın örneklemini Turgut Özakman’ın edebî çalışmaları oluşturmaktadır. Çalışma üç
ana bölümden oluşmaktadır. İlk bölümde, genelde milliyetçi ideoloji özelde Türk milliyetçiliğin
ulus-devletleşme sürecinde toplumsal cinsiyet rollerinin kurgulanışındaki rolü ele alınmaktadır. İkinci bölümde, milliyetçi (popüler) edebiyatın milliyetçi ideolojiyi gündelik dile aktarışı ve
bu aktarıştaki hâkim üslûp toplumsal cinsiyet ekseninde detaylandırılmaktadır. Üçüncü ve son
bölümde, Turgut Özakman’ın edebî çalışmalarını ürettiği tarihsel ve siyasal bağlam içerisinden
Türk milliyetçiliğinin ulus-devletin inşa dönemine özgü söylemin toplumsal cinsiyet rolleri üzerinden yeniden-üretilişi analiz edilmektedir.
46
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
Neoliberalizm ve Neomuhafazakarlık Kıskacında
Türkiye’de Özel Alan Siyasası ve Toplumsal Cinsiyet Eşitliği
Gülbanu Altunok, Bilkent Ü., İİBF Siy. Bil. ve Kamu Yön. B.
Prof. Dr. Feride Acar, ODTÜ, İİBF Siy. Bil. ve Kamu Yön. B.
Feminist kuram, devlet, siyasa ve kamusal düzenlemeleri inceleyen çalışmaları toplumsal
cinsiyet nosyonunu ve özel alanı göz ardı ettikleri gerekçesiyle eleştirir. Buna göre, toplumsal
cinsiyet rolleri, hem sosyokültürel hem de politik ve ekonomik dinamiklerce belirlenmiş tarihsel kurgulardır. Özel alan ise hem patriyarkanın işleyişinin dolayımsız hale geldiği, hem de modern iktidarın—kişilerin bedenlerinden yakın ilişkilerine, cinsel yönelim ve tercihlerinden ve
üreme faaliyetlerine— düzenleme ve denetleme yoluyla gün geçtikçe artan bir biçimde müdahil olduğu bir ilişkiler alanıdır.
Böyle bir yaklaşım çerçevesinde çalışma, Türkiye’de geçtiğimiz on yıl süresinde cinsellik/
cinsel kimlik, üreme ve eşlik/evlilik başlıkları altında önemli özel alan siyasalarını ve bu konularda öne çıkmış siyasa tartışmalarını gözden geçirmeyi amaçlamaktadır. Bildiri, bireylerin cinsel,
duygusal, ailevi özneler olarak kurgulanış süreçlerinde toplumsal cinsiyet rollerinin ne şekilde
tahsis edildiği, ilişkilerin ne şekilde düzenlendiği, hangi grupların hak ve yükümlülük paylaşımı açısından avantajlı, kimlerin dezavantajlı konumda olduğuna bakmayı, dolayısıyla özel alan
düzenlemelerini (ve siyasa tartışmalarını) ‘toplumsal cinsiyet eşitliği’ perspektifinde ele almaya
çalışacaktır.
Türkiye’de 2000’li yılların başından itibaren toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlama amacı
ile önemli yasal reformlar gerçekleştirilmiş, bu gelişmelerde AB’ye katılım süreci, uluslar arası
normların kabulü ve kadın örgütlerinin çalışmaları etkili olmuştur. 2000’ler aynı zamanda dünyada ve Türkiye’de neo-liberalizmin ekonomik-politik bir rasyonalite olarak etkinliğini arttırdığı, özelleştirme ve kamu reformları aracılığı ile devletin yeniden yapılandırıldığı ve refah sağlayıcı rolünün kısıtlandığı bir döneme de tekabül etmektedir. Ahlaki-politik bir rasyonalite olarak neo-muhafazakârlığın yükselişi de dönemin önemli dinamiklerinden biri olmaktadır. Bildiri, toplumsal cinsiyet eşitliği açısından değerlendirmeye alacağı özel alan politikalarının üretiminde bu dinamiklerin işleyişini ve etkisini de anlamaya çalışacaktır.
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
47
6. OTURUM
SERMAYE BİRİKİMİ VE ŞİRKETLER
İstanbul’un Müteahhitleri:
Sermaye Birikim Sürecinde Siyasetin Belirleyiciliği
Araş. Gör. Osman Savaşkan, Boğaziçi Ü., Atatürk İlk. ve İnk. Tar. Ens.
1980 sonrası yasal dönüşümlerle birlikte yerel yönetimlerin gerek yetki ve sorumlulukları
gerekse gelirleri ciddi oranda artırılmıştır. Örneğin, toplam kamu yatırımları içinde yerel yönetimlerin payı AKP döneminde yüzde 40’a kadar çıkmıştır. Bu durum özellikle büyükşehir belediyelerini yeni sermaye birikim süreçleri açısından önemli hale getirmiştir. Yalnız, yerel yönetimlerin artan önemi bizi merkezi devlet kurumlarının neo-liberal dönemde etkisini kaybettiği gibi bir sonuca ulaştırmamalıdır. Başta TOKİ ve Karayolları Genel Müdürlüğü gibi olmak üzere merkezi kurumlar belediyelerin yanı sıra kentsel alana müdahale etmeye başlamışlardır. Bu bildiride özellikle İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin alt-yapı yatıırmlarına odaklanılarak devlet-iş adamları ilişkilerinin neo-liberal dönemde dönüşümünün dinamikleri tartışılmaya çalışılacaktır. İstanbul’da gündeme gelen alt-yapı projelerinin sadece İstanbul’a özgü olmadığı, Mumbai, Sao Paulo, Şankay,
Johannesburg, Cape Town gibi nüfusu çok hızlı artan ve “ küresel kent” adayı şehirlerde de görüldüğü özellikle belirtilecektir. Bildiri üç ana bölümden oluşacaktır. Birinci bölümde 2000’li yıllarda neo-liberalizmin yaşadığı dönüşüme odaklanılacaktır. Başta Dünya Bankası, İMF gibi kurumlar olmak üzere birçok uluslar arası örgüt piyasanın “etkin” işleyişi açısından formal-informal kurumların önemine dikkat çekmeye başlamıştır. “Post-Washington Konsensus” diye de adlandırılan neo-liberalizmin bu ikinci evresinde siyaset-ekonomi, ekonomi-toplum ilişkileri birçok yasal
dönüşümlerle yeniden düzenlenmeye çalışılmıştır. Bu süreç etkisini Türkiye’de 2001 krizi sonrası
Kemal Derviş dönemi ile göstermiştir. Fakat, bir yıl sonra iktidara gelen AKP bu sürece ciddi şekilde müdahale ederek siyaset-ekonomi, ekonomi-devlet ilişkilerini yeniden tanımlamıştır. Burada
kurumsal dönüşümlerle ilgili analizlerde göz ardı edilen siyasi dinamiklerin süreç üzerindeki etkisi vurgulanacaktır. AKP iktidarı yasal değişikliklerle “ istisna” ve “belirsizlik” lerle dolu, son derece esnek, “ ad hoc” yönetim teknolojilerine geçmiştir. Bu süreç sermaye birikim sürecini de etkilemiştir. İkinci bölümde devlet-iş adamı ilişkilerini etkileyen Kamu İhale Kanunu’na ve bu kanunlarda yapılan değişikliklere odaklanılacaktır. Son bölümde ise İstanbul Büyükşehir Belediyesi ile çalışan bazı müteahhitlerle yapılan mülakatlara dayanılarak yeni sermaye birikim süreçlerinin mekanizmaları, “ müteahhitlik” mesleğinin yaşadığı dönüşümler tartışılacaktır. Sürecin formal-informal,
kamu-özel arasındaki sınırları bulanıklaştırarak ilerlediği bu bölümün ana temalarından birisi olacaktır.
48
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
Munzur’dan Anonim Şirket Yaratmak:
Munzur A.Ş. Örneği Üzerinden Dersim’de Kapitalist İnşa Süreci
Yrd. Doç. Dr. Ş. Gürçağ Tuna, Tunceli Ü., İİBF İktisat B.
Yrd. Doç. Dr. Bayram Güneş, Tunceli Ü., İİBF İktisat B.
Bu çalışma, sosyo-ekonomik açıdan neredeyse hiç analiz edilmemiş olan bir kentte,
Tunceli’de/Dersim’de, kolektif bir su şişeleme yatırımı olan Munzur A.Ş. üzerinden kapitalist inşa
sürecini ele almayı amaçlamaktadır. Çalışmamız, geç kapitalistleşmiş bir ülke olarak Türkiye’nin,
kapitalist ilişkilerin en az olduğu bölgelerinden biri olarak Dersim’de anonim şirket kurulması sürecini analiz edecektir. Kapitalist ilişkilerin görece “gelişmemiş”, sanayinin yok denecek kadar az
olması, çalışmanın konusunu kapitalist gelişmeye ilişkin bir laboratuvar haline getirmektedir. Bu
yönüyle Dersim’de Munzur A.Ş.’nin kuruluş sürecinin araştırılması, Türkiye’de kapitalist gelişmeye ilişkin önemli çıkarımlar yapılmasını sağlayacaktır. Dersim’in birçok yönden Türkiye’de özgünlük arz etmesi, kapitalist gelişmenin bu özgünlükleri nasıl içerdiği Munzur A.Ş.’nin kuruluş süreci üzerinden incelenecektir. Bu açıdan Munzur A.Ş. kültürel değerler ile kapitalizm arasındaki ilişkiye dair çok şey söyleme potansiyeline sahiptir. Diğer bir nokta ise bölgesel kalkınma tartışmalarına katkı yapmak açısından Munzur A.Ş.’nin iyi bir fırsat sunmasıdır. Munzur A.Ş., Dersim dışında yaşayan Dersimli küçük ve orta ölçekli yatırımcılara bölgeyi sermaye için normalleştirme, sermaye için model oluşturma fırsatı sunması yönüyle kapitalist inşa süreci kapsamında analizimize
konu edilecektir. Munzur A.Ş. yerel sermaye-ulusal sermaye ilişkisini tartışma olanağı da sunmaktadır. Kentin bir diğer özgünlüğü de Türkiye geneline oranla sol muhalefetin güçlü yapısıdır. Bu
çalışma, kentin önemli bir aktörü olan sol yapılanmanın kapitalist gelişmeye ilişkin tutumunu tartışma fırsatı vermektedir. Bu yönüyle de Türkiye’deki sol siyasetin teori ve pratiğine ilişkin önemli bir tarihsel kesit sunmaktadır. Çalışmanın dolaylı olarak ilgilendiği bir diğer konu ise bölgedeki
ekolojik hassasiyetin, fabrikanın kuruluş döneminden günümüze değin geçirdiği dönüşümü izleme fırsatı vermesidir. Dolayısı ile bu özgün örnek genele dair birçok çıkarsama yapmaya olanak
tanımaktadır. Munzur A.Ş.’ye ilişkin tek bilgi edinme kaynağı sürece çeşitli boyutlarıyla tanıklık etmiş, müdahil olmuş kişilerdir. Fabrikanın kuruluş fikrinin oluştuğu günden bu yana olan sürecin
her bir aşamasının aktörleri ile mülakat gerçekleştirilmiştir. Görüşmelerden çıkardığımız sonuçlar,
kentteki deneyimlerimizle birlikte teorik bir bakış açısıyla yorumlanmıştır.
Türkiye’de Ulusötesi Sermaye Egemenliği: Koç Holding Örneği
Dr. Mehmet Gürsan Şenalp, Atılım Ü. İİBF İktisat B.
Bu bildirinin temel önermesi Türkiye finans kapitalinin belirli bir fraksiyonu ulusötesi bir niteliğe sahip olduğu ve bu ulusötesi sınıf nüvesinin sermayenin önder fraksiyonu konumunda olduğudur. Bu önerme, bildiride, Türkiye finans kapitalinin merkezinde yer alan Koç Topluluğu örneği üzerinden tartışılacaktır. Koç Topluluğu, gerek ülkemizdeki kapitalist ilişkilerin yerleşmesi
bağlamındaki tarihsel / öncü rolü, günümüzde erişmiş olduğu mali gücü, yönetim / organizasyon yapısı, faaliyet gösterdiği sektörlerin çeşitliliği, uluslararası / sınır-ötesi ortaklık ve girişimleri, STK’larla ve gönüllü kuruluşlarla yakın diyaloğu ve uluslararası siyasal / finansal kurum ve forumlardaki seçkin konumu itibariyle, ülkedeki diğer rakip sermaye gruplarıyla karşılaştırıldığında bir hayli öne çıkmaktadır. Bu bağlamda, bildirinin bir diğer amacı Türkiye’de devlet / toplum
kompleksinin içinden geçmekte olduğu dönüşüm sürecinde sermayenin rolünü ortaya koymak
ve bunu Koç Holding’in gelişim süreci üzerinden açıklamaktır.
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
49
7. OTURUM
OSMANLI İKTİSADİ VE SİYASAL
DİNAMİKLERİ
Osmanlı İthalatında İngiltere’nin Payı:
Azalışın Muhtemel Bazı Sebepleri (1880-1914)
Doç. Dr. M. Murat Baskıcı, A.Ü. SBF İktisat B. İktisat Tarihi Anabilim Dalı
İngiltere, XIX. yüzyılın neredeyse tamamında Osmanlı İmparatorluğu’nun ithalatında en büyük paya sahip ülke idi. 1880-1882 döneminde payı % 45’in üzerine çıkmıştı. Daha sonrasında
ise, yine en büyük paya sahip olmayı sürdürmekle birlikte, payı giderek azaldı; 1911’de % 24 düzeyindeydi. Otuz yıl içinde % 50’ye yaklaşan bu kaybın arkasında özellikle Almanya’nın sanayileşen bir rakip olarak yükselişinin olduğu düşünülmekte ve belirtilmekteyse de bu yükselişin niteliği konusunda bir açıklama getirilmemektedir. Dönemin İngiliz arşiv belgeleri ise bu olgunun olası bir açıklamasını sunmaktadır. Buna göre İngiltere, Osmanlı piyasası ile ticaretini sürdürmek/geliştirmek konusunda bazı hususlara dikkat etmediği ya da gönülsüz davrandığı için Osmanlı ithalatındaki payı, bu hususlara dikkat eden Avrupalı rakiplerine kıyasla azalmaktadır ve Almanya bu
rakiplerden biridir. İngiliz ticari çevrelerinin, Osmanlı piyasasında ticaret yapabilmek için önemli olduğu bildirilen Osmanlı tüccarına vadeli satın alma imkânı tanımak, her şey dahil mal teslim
fiyatları söylemek, seyyar ticaret acentalarından yararlanmak, ucuz ürünler satmak ve işlemlerinde Fransızca kullanmak gibi hususlara pek dikkat etmediği ifade edilmiştir. Bu durumun, aynı zamanda coğrafi yakınlıktan ve ülkelerinin demiryolu ve buharlı gemi hatlarının sağladığı kolaylıklardan yararlanan Almanya, Avusturya gibi bazı kıta Avrupası ülkelerinin Osmanlı dış ticaretindeki paylarının İngiltere aleyhine artmasında etkisi olduğu söylenebilir.
Toprağı Yeniden Dağıtmak:
19. Yüzyıl Yunanistan’ında Çiftliklerin Siyasal İktisadı
Uğur Bahadır Bayraktar, Boğaziçi Ü. Atatürk İlk. ve İnk. Tar. Enst.
Bu bildiri, Osmanlı Devleti’nin on dokuzuncu yüzyıl içinde geçirdiği reformlar nezdinde Kuzey Yunanistan yakınlarındaki Tırhala ve Yanya civarındaki çiftlikler üzerindeki el değiştirmeleri in50
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
celemektedir. Bir önceki yüzyılda Balkanlar’da egemen olmuş olan – özellikle Arnavut – paşalardan ele geçirilen toprakların yeniden bölüştürülmesinde sınıf analizinden yararlanılmaktadır.
‘Toprak’ mefhumunun Osmanlı düzeninde sahip olduğu önem göz önünde bulundurulursa,
Tanzimat’ın ilk on yılında adı geçen iki bölgedeki çiftlik satışları Osmanlıların toprak ve mülkiyet
üzerine ideolojisine de ışık tutmaktaydı. Her ne kadar çiftlik satışları önceki açık artırma pratiklerini andırsa ve bunun amacının tarımsal üretim ve dolayısıyla vergi olduğu belirtilse de bu bildiri, ‘füruht’ (satış) adı verilen bu muamelelerin Osmanlı taşrasındaki sosyal yapıları nasıl değiştirmediğini öne çıkaracaktır. Satılması arzulanan 930’a yakın çiftlikten yaklaşık 100 tanesinin yakından incelenmesi sonunda bu çiftliklerin bir nevi ‘özelleştirme’ olduğu iddia edilebilir. . Zira bu
topraklarda fiili bir nüfuz kurmakta zorlanan Babıâli’nin bu satışlar ardından zaten bir önceki yüzyılda hâkimiyeti paşalara terk ettiği bu topraklardaki yönetimden çekildiği de eklenebilir. Aynı
zamanda atıl durumda olan çiftliklerin yeniden dağıtımında da Osmanlı yönetiminin vücuh ve
İstanbul’daki bürokratları tercih etmesi toprak transferinin iç yüzünü göstermektedir. Sonuç olarak sahipsiz ya da altyapıya ihtiyaç duyan çiftlikler genellikle açık artırma ile merkez ve taşradaki
maddî olarak güçlü sınılara transfer edilmiştir. Bu transferler sonrasında Osmanlı merkezî yönetimi ve taşradaki vücuh arasındaki ‘karşılıklılık’ ilkesini de gözeterek, dağıtılan toprakların çok azının
Osmanlı köylüleri lehine olduğu ve sonuç olarak bölüştürülen toprakların – geçmişte olduğu gibi
– yine İstanbul çevresindeki ve bölgedeki güçlü ağalara aktarıldığı gösterilecektir. Bu noktada Arnavut paşalarının nüfuzu bir önceki yüzyıla nazaran – köylülerin aleyhine - pek de değişmemişti.
II. Meşrutiyet Dönemi’nde İşçi Hakları ve Demokrasi:
Osmanlı Demokrat Fırkası
Dr. Gökhan Kaya
1908 Meşrutiyeti’nin ilanından hemen sonra ortaya çıkan hemen her türlü siyasal dernek,
cemiyet, parti, hayır kuruluşları gibi sivil inisiyatiler, örgütler, siyasetin toplumsallaşmasının en iyi
örneklerinden birisini oluşturmuştur. Bu aynı zamanda bir yüzyıl öncesinden başlayarak evrilen
siyasal düşüncenin gerekli özgür ortamı bulduğunda, toplumun benimseyebileceği, içten ve samimi bir karşılık verip onu kendisinin kılabileceğinin de kanıtı olmuştur. Siyaseti, sıradan Osmanlılar için geçerli olan siyaseten katl algısından ya da bir hanedanın yönetim tekeli anlamına sahip
olmasından çıkarıp, bizzat toplum tarafından deneyimlenen, kendisinin bir pratiği, becerisi kılan
bu dönem, Türk siyasal hayatının rüşdünü ilk kez ispat ettiği dönem olmuştur. Osmanlı Demokrat Fırkası, her türden siyasal aktörün epey arttığı bu dönemde, kısa bir süre faaliyet gösterse de;
bir toplumun siyasal, düşünsel, örgütsel hayli çoğul bir döneminin siyasal alanında; öncelikle samimi ve ısrarlı bir şekilde savunduğu demokrasi düşüncesi ile bu demokrasi düşüncesini dayandırmak istediği kesimler itibariyle istisna bir parti olmuştur. Osmanlı toplumunun nüfus ve ekonomik üreticilik olarak büyük kısmını oluşturan köylüler, işçiler, ameleler, rençberler kısaca her türden emeği ile geçinenleri kapsayacak şekilde demokrasi düşüncesi yaymak ve bu kesimlerin siyasal bilinçlenmelerini de en çok demokrasi üzerinden geliştirme amacı Demokratların değişmez
hedefi olmuştur. Sonuç olarak Osmanlı Demokrat Fırka’sı kimi zaman gerek örgütlenme çabasıyla gerekse savunduğu fikir, ilke ve değerler ile meşrutiyetin getirdiği çoğulculuğu savunarak, Osmanlı tarihinin özgül ıslahat ve baskıcı yönetimlere karşı gösterilen muhalefet tecrübelerine sahip çıkarak, yaşanılan çağın tarihselliğini dikkate alarak, XX. yüzyılın içinde olmak için, bu fikirler temelinde toplumsal bir yapılanmayı arzu etmiş, bu yapılanmayı da Osmanlı toplumunun en
mağdur kesimlerine dayandırmak istemiştir.
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
51
Periferide Mekân ve Mekânsal İlişkilerin Üretimi:
Porfirio Meksika’sı ve Abdülhamit Türkiye’sinde
Kapitalist Mekânın Gelişimini Anlamak
Ertan Erol, Nottingham Ü.,Siyaset ve Uluslararası İlişkiler B.
Periferik coğrafyalarda kapitalizmin gelişimi coğrafi konumlandırılmalarından dolayı merkez ülkelerdeki kapitalist gelişimden farklı bir yol izlemişlerdir. Günümüz kapitalist mekânın oluşumunun tarihsel maddeci analizinde kapitalizmin eşitsiz dolaşımı ve genişlemesi merkezi sorunsal olarak karsımıza çıkmaktadır. Bu tip münhasır coğrafyalarda kapitalizmin ve kapitalist
mekân/mekânsal iliksilerinin analizinde Troçki’nin eşitsiz ve bileşik ekonomik gelişme kuramı periferide mekânsal gelişimin yapısal ve içsel koşullarını anlamada önemli bir araç olarak ortaya çıkmaktadır.
Periferide üretim araçlarının eşitsiz ve bileşik bir bicimde gelişimi Gramsci’nin pasif devrim
kavramının kullanımını periferide kapitalist mekânın oluşumunu bu surecin belirli bir zaman ve
belirli bir coğrafyadaki kendine münhasır özelliklerini anlamak bağlamında önemli ve hatta bir
bakıma zorunlu kılmaktadır. Meksika ve Türkiye’nin çepersel coğrafi konumları üretim araçlarının
eşitsiz ve bileşik bir bicimde gelişimini de beraberinde getirmiş, dolayısı ile kapitalist mekânın,
kapitalist mekânsal iliksilerin ve mekânsal simgelerin gelişimini de bu bağlamda biçimlendirmiştir. Meksika’da 1910-1917, Türkiye’de ise 1909-1923 yılları arasında gerçeklesen pasif devrimler iki
ülkenin de kapitalist moderniteye ulus-devlet biçiminde geçişini son tahlilde belirleyen süreçler
olmuşlardır. Bu sebeple, bu çalışma Meksika ve Türkiye’nin kapitalist mekânsal üretimini önemli ölçüde General Porfirio Díaz ve Sultan Abdülhamit’in ancienne regimeleri altında gerçeklesen
eşitsiz ve bileşik iktisadi gelişim çerçevesinde ortaya çıkan pasif devrimlerinin birer sonucu olarak
analiz edilmesi gerektiğini savunmaktadır.
52
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
8. OTURUM
BASIN TARİHİ VE MEDYA:
İÇERİK, SÖYLEM VE TEMSİL
Bazı Osmanlı Gazetelerinde Siyasal Reklam (1908-1918)
Yrd. Doç. Dr. Mehmet Kaya, Niğde Ü., Fen-Edb. F., Tarih B.
Fatma Sinem Siklon, Kocaeli Ü., SBE İletişim ve Halkla İlişk. ABD
Siyasal yaşamın vazgeçilmez yönleri arasında medyanın önemli bir rolü vardır. Bu rolün siyasal yaşamın şekillenişinde, propaganda ve büyük insan kitlelerine ulaşmada göz ardı edilemeyecek bir etkisi söz konusudur. Medyanın bir parçası olan gazeteler de liderlerin halka ulaşmasında
önemli bir işlev görmektedirler.
Osmanlı İmparatorluğu’nun siyasal yapısında da dönemin basının önemli bir rol üstlendiği
görülmektedir. İkinci meşrutiyetle birlikte basın üzerindeki baskıların bir ölçüde azalması siyasal
yaşamda basının ve özellikle de belli periyodik aralıklarla çıkan gazetelerin katkısı büyüktür. Bu
anlamda bildiri konusu olarak İkinci meşrutiyetle birlikte imparatorluğun sona erişine kadar bazı
gazetelerde siyasal reklamlar üzerinde durulacaktır.
Konunun işleyişinde dönem içerisindeki (1908-1918) gazetelerin iktidar ve muhalefet tarafında yer alışlarıyla birlikte, bağımsız özelliğe sahip olmaları da dikkate alınmıştır. Bildiri konusunun belirlenmesinde örnekleme yapılmış, belirtilen özelliklere göre gazeteler seçilmiştir. Siyasi
yelpazenin çeşitli yönlerini yansıtması bakımından da seçilen gazeteler daha geçerli sonuçlara
varabilmek açısından önem taşımaktadır. Bu anlamda Tanin (İttihat ve Terakki), Alemdar (Hürriyet
ve İtilaf), Tanzimat (aşırı sol), İkdam (ılımlı muhalefet), Yeni Gazete (bağımsız olmakla birlikte muhalefete yakın), Sabah (bağımsız, fakat hükümete yakın) gazeteleri seçilmiştir.
Bildiride gazetelerde yayımlanan siyasal reklamlar ele alınacak, bu reklamların görselliği ve
halka ulaşmadaki etkileri irdelenmeye çalışılacaktır. Böylece on yıllık bir kesitte siyasal partilerin
halka vermek istedikleri mesajlar gazete sütunlarına yansıyan reklamlarla ele alınacaktır. Verilerin
el verdiği ölçüde çeşitli istatistik bilgileri de hazırlanacaktır. Konunun görsel bakımdan da daha iyi
anlaşılması ve daha gerçekçi saptamalara ulaşılması bildirinin amaçları arasında yer almaktadır.
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
53
1945-1950 Yılları Arasında Türkiye’de Sol Basın:
Demokrasi ve Marksizm Tartışmaları
Araş. Gör. Kadir Dede, Hacettepe Ü. Siy. Bil. Kamu Yön. B.
Çalışmanın amacını, çok partili hayata geçiş süreci olarak da adlandırılan 1945 – 1950 yılları arasında sol hareketin genel karakteristiklerinin ve dönem siyaseti içindeki konumunun tahlili oluşturmaktadır. Tek partili siyasal yapının ortadan kalkarak yeni partilerin faaliyete geçtikleri
ve “demokrasi”nin adeta bir sihirli sözcük halini aldığı zaman diliminde, solun siyasal yapıdaki yerinin yeni dönemin ne derece demokratik olduğunun tespitinde önemli bir ölçüt olduğu savunulmaktadır. Önceki dönemin Türkiye solu açısından karşımıza çıkardığı manzara, siyasi mücadelenin legal anlamda bir parti ya da farklı bir örgüt altında sürdürülemeyişidir. Bu dönemde dergi ve gazeteler ise solun siyasi mücadeledeki başlıca aracı olmuşlar, siyasal muhalefet ve mücadele pratiğinin üzerlerinden gerçekleştiği bir geleneği de tesis etmişlerdir. Yeni dönemin teoride
bu durumda değişiklik yaratması ve faaliyetlerin merkezinin partiler ve sendikal örgütlenmelere
kayması beklenecekse de dönem pratiği bunun oldukça uzağındadır. Bu açıdan “sol basın” olarak adlandırabileceğimiz yayın türleri sayısal olarak bir zenginlik kazanmış ancak oldukça kısa bir
süre içinde oluşum halindeki siyasal parti ve sendikalarla birlikte sistemin dışına itilmişlerdir. Siyasal ortam dâhilinde kurulan partiler bir yana, dergi ve gazeteler ile onların yayıncılarına yönelik
tutumların ise Türkiye demokrasinin geneline etki eden önemli yönleri olduğu görülmektedir. Siyasal sistem içerisinde uzlaşmacılıktan yoksunluk, muhalefet kavramına dair sağlıksız bakış açısı
ve muhalefete biçilen tartışmalı konum gibi yönler, demokratik yapının taşıdığı belli krizlerin kaynağı olarak okunmaktadır. Dolayısıyla çalışmada, siyasal sistem ve kültüre dair söz konusu sıkıntılar ile “demokrasinin kurulduğu”nun iddia edildiği bir dönemde solun sistemden dışlanması durumu arasında bir ilişkinin olduğu savunulmaktadır. Bu doğrultuda çalışma, solun 1945-50 arasındaki siyasi pratiğinin genel olarak yayıncılık alanı odaklı oluşundan hareket ederek, ilgili dergi ve
gazeteler üzerinden Türkiye’de sol hareketin çok partili hayata geçiş sürecindeki konum, tutum
ve sürece bakışını ele almaktadır. Yayınlarda sürdürülmüş tartışmaların iki başlık altında sınılandırılabilir. Bunlardan ilki demokrasinin anlamı, nitelikleri ve onunla ilgili temel problemleri üzerine görüşleri içermektedir. Ayrıca dönemin başlıca iki büyük siyasi partisi olan CHP ve DP’ye dair
dergi ve gazetelerce yöneltilen eleştiriler de yine demokrasi tartışmaları bağlamında ele alınmıştır. Tartışmaların ikinci parçası ise solun kendi gündemini ve yürüttüğü teorik tartışmaları kapsamaktadır. Marksizm, sosyalizm, işçi sınıfı ve sendikaları konu edinen yazılar, bu kısım altında değerlendirilmiştir.
Anahtar Sözcükler: Türkiye Solu, Demokrasi, Çok Partili Hayata Geçiş, Basın, Marksizm, Sosyalizm.
Basında Anayasa Referandumu: Neden Evet, Neden Hayır?
Zaman ve Hürriyet Gazetelerinde
12 Eylül Referandumunun Yansımaları
Yrd. Doç. Dr. Derya Erdem, İstanbul Arel Ü., İletişim F.
Türkiye toplumunda uzun yıllardan beri 1982 Anayasası, geniş çevrelerce “darbe anayasası”
olarak eleştirilmiş ve anayasanın değiştirilmesi ve sivil bir anayasa yapılması gereği toplumda çok
farklı çevrelerce sıklıkla dile getirilmiştir. AKP hükümeti 2010 yılında bu konuyu gündeme getire54
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
rek, kısmi anayasa değişikliği konusunda bir anayasa değişiklik paketi hazırlayarak önce mecliste
oylamaya sunmuş, daha sonra anayasa değişiklik paketini halkın oylamasına sunmak üzere referanduma götürmüştür.
Referandum öncesi siyasal partiler, anayasa değişiklik paketine, halkın “evet” ya da “hayır”
tercihi kullanması yönünde geniş bir siyasal kampanya yürütmüşlerdir. Bu süreçte, anayasa değişiklik paketine “evet” ya da “hayır” diyenler, siyasal alanda keskin bir kutuplaşma içine girmişlerdir. Çoğu basın-yayın organı da bu kutuplaşma içinde, evet ya da hayır yönünde eğilimini açıkça
ortaya koymuştur. Bu basın-yayın organları içinde özellikle yüksek tiraja sahip iki gazete; AKP hükümetine ve anayasa değişiklik paketine desteğini açıkça ortaya koyan Zaman gazetesi ve hükümet/AKP karşıtı sayılabilecek ve anayasa değişiklik paketine olumsuz yaklaşan yayınlarıyla Hürriyet gazetesi dikkat çekmektedir. Çalışmada, Zaman ve Hürriyet gazetesinde, referandum sürecinde ve hemen sonrasındaki 1-15 Eylül 2010 tarihleri arasında, anayasa referandumuyla ilgili haber
ve köşe yazıları irdelenmiştir. Söz konusu dönemde, ele alınan iki yayın organında referandumla
ilgili hangi konuların ele alındığı, hangi siyasal partilerin söylemlerinin öne çıkarıldığı, anayasada
değiştirilecek maddelere nasıl yaklaşıldığı ve referandum sonucunun nasıl ele alındığı değerlendirilmiş ve Zaman gazetesinin anayasa değişiklik paketini onaylarken bunu nasıl gerekçelendirdiği ve yine Hürriyet gazetesinin bu değişikliğe olumsuz yaklaşırken ve “hayır” eğilimini ortaya koyarken bunu nasıl gerekçelendirdiği ilgili haberler ve köşe yazılarıyla analiz edilmiştir. Çalışmada
eleştirel söylem analizi yöntemi kullanılmıştır.
Zaman gazetesinin anayasa değişiklik paketine olumlu yaklaşımı ya da Hürriyet gazetesinin
olumsuz yaklaşımı, gerçekte Türkiye’nin siyasal geleneğinde, cumhuriyetçi-laik-ulusalcı kanatla,
dini inançlarını özgürce yaşamaları baskı altında tutulmuş, askeri vesayete karşı olan daha İslami
ve muhafazakâr-demokrat kesimin yıllarca süren köklü mücadelesini de gözler önüne sermiş, referandum süreci basın organlarında AKP hükümetini destekleyenlerle AKP karşıtı olanlar arasında siyasal bir çekişmeye sahne olmuştur. Bu süreç aynı zamanda toplumda statükocu söylemle,
değişimci/dönüşümcü ya da özgürlükçü söylemin mücadele dinamiklerini de ortaya çıkarmıştır.
Referandum sürecinde “evet” ya da “hayır” diyenlerin yanında, “boykot” kararı alan siyasal çevrelerle, “yetmez ama evet” diyen çevreler de söylemleriyle güçlü bir biçimde sürece dahil olmuşlardır. Anayasa değişikliği, 12 Haziran 2011 genel seçimlerinden sonra da gündemin önemli maddesi olmaya devam edecektir. Bu bakımdan mevcut çalışma, anayasa değişikliği konusunda yapılan
referandum sürecinin ve bu süreçte basın yayın organlarında görünür hale gelen söylemsel mücadelenin önümüzdeki süreçte nasıl şekilleneceği konusunda ipuçları vermesi bakımından ve bu
söylemsel mücadelenin dinamiklerini ortaya koyması bakımından önemlidir.
Türkiye’de Bilim Haberciliğinde Yapısal Eğilimler ve Temel Sorunlar
Prof. Dr. Çiler Dursun, Ankara Ü., İletişim F.
Medyanın bilimsel ve teknolojik gelişmelerin olası sonuçlarına ilişkin toplumsal tartışmalara ve müzakerelere katkıda bulunabileceği saptaması, bilim iletişimi çalışmalarının temel hareket noktalarından olagelmiştir. Bunu da medyanın okurlarına ve izleyicilerine tartışmalarla ilgili bilimsel ve teknolojik bilgiyi anlaşılabilir hikayeler olarak sunmasıyla gerçekleştirebileceği varsayılmaktadır. Dolayısıyla medya, bilim iletişiminde temel aktörlerden biri olarak kabul edilmektedir. Bilim iletişimi araştırmalarının çoğu da, yazılı ve görsel medyanın bu konudaki rolünü ne
ölçüde yerine getirdiğini saptamaya yöneliktir. Bunu saptamak amacıyla özellikle son yirmi yıldır gelişmiş endüstriyel ülkelerde kapsamlı ve çoğu da nicel araştırma yöntemleriyle gerçekleş12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
55
tirilen analizler yapılmaktadır. Türkiye’de bu bağlamda ilk kez yapılan ve Tübitak tarafından desteklenen Türkiye’de Bilim Haberlerinin Görünürlüğü ve Temsili: 1993-2008 başlıklı araştırmamızla,
yazılı medyanın bilim teknoloji ve yenilik içeriğini son onbeş yıl boyunca nasıl sunduğu ve temsil ettiği incelenmiştir. 1993- 2008 yılları arasındaki on beş yıllık süre boyunca Hürriyet, Cumhuriyet ve Zaman olmak üzere üç ulusal ve çok satan gazetede yayınlanan bilim, teknoloji ve yenilik haberlerinin nasıl sunulduğunu, göründüğünü ve temsil edildiğini ortaya koymaya yönelik bu
araştırma nicel içerik çözümlemesine dayanmaktadır. Üç gazetede belirlenen 4568 habere uygulanan soru yönergesiyle, Türkiye’deki bilim gazeteciliği ve haberciliğinin yapısal eğilimleri ve temel sorunları saptanmıştır. Araştırmanın bulguları, bilim gazeteciliğinde Türkiye’deki gazetelerde
Batı ülkelerindeki habercilik eğilimlerinden önemli bir kısmının geçerli olduğunu, ancak bazı farklı eğilimlerin de bulunduğunu gözler önüne sermektedir. Sözkonusu farklılıkların bilim gazeteciliğinde yarattığı sonuçlar ve varolan sorunlara ilişkin çözüm önerileri de, bu bildiriyle birlikte iletişim alanında ilk kez tartışmaya açılacaktır.
Gönülçelen Dizisinde Çingene Kimliğinin Temsili:
İki Dünyanın Karşılaşma Mekanı Olarak Kent ve Müzik
Özlem Bayraktar Akkaya, Boğaziçi Ü., Atatürk İlk. ve İnk. Tar. Enst.
Bu çalışma 2010 yayın döneminde ulusal TV kanallarından ATV’de yayınlanmaya başlayan
Gönülçelen dizisi özelinde Türkiye’de medyada Çingene kimliğinin temsilini sorunsallaştırmaktadır. Dizinin Şubat 2010-Haziran 2010 arasında yayınlanan ilk 16 bölümüne odaklanan çalışma popüler medya ürünlerinde Çingene kimliğinin kurgusu ve temsili açısından Gönülçelen dizisindeki süreklilikleri ve farklılıkları ortaya koyacaktır. Medya ürünlerinde Çingenelerin hayatı “dışarıdan
bakanın” bakış açısıyla “renkli bir panorama” olarak karşımıza çıkmakta; Çingenelerin madun konumları kültürel özlerine atfedilerek ya “tedavisi mümkün olmayan bir hastalık” ya da “öteki dünyaya ait seyirlik bir nesneye” dönüştürülmektedir. Popüler kültür ürünlerinde Çingenelerin dünyasıyla “bizim dünyamız” arasındaki karşılaşmalar seyrek ve gelişigüzeldir; ayrıca bu karşılaşmalar
kültürel farklılıkların şeyleştirilerek vurgulanmasını amaçlamaktadır.
Türkiye’de Çingenelerin temsil edildiği popüler dizi ve filmlerde bu “farklı iki dünya” arasındaki arabulucu karakter, genellikle ataerkil bir figür olan “babacan tavırlı komiserdir.” Böyle bir komiser figürünün bulunmadığı Gönülçelen’de, diğer popüler kültür ürünlerinde olduğu gibi “farklı dünyalar” vurgusu sürekli korunurken, kentin ve müziğin bu iki dünya arasındaki karşılaşmaların ve ortak deneyimlerin cisimleştiği alanlar olarak özellikle ön plana çıkarılması diziye özgün bir
yön vermektedir. Dizinin ikinci önemli farklılığı, pek çok popüler kültür ürününde Çingenelerin
“hakim kültürün dünyasını tehdit etmediği sürece bir güldürü nesnesi” olarak şeyleştirilen “asilik
ve uzlaşmacı olmama” gibi kimi özelliklerinin pejoratif kodlarla temsil edilmemesi, hatta “korunması gereken kültürel bir zenginlik” olarak sunulmasıdır. Ancak ana teması Çingene kızı Hasret’in
“eğitim görmemiş” ve “doğuştan gelen” müziksel yeteneğinin üst orta sınıf aileden gelen, iyi eğitimli müzik hocası Murat tarafından “sivilleştirilmesi” olan dizide Çingenelerin olumlu bir şekilde temsil edilen kimi özellikleri Çingeneliğin özüne ve hatta bedenine atfedildiği; Hasret “gerekli
eğitimi almadan” kentin öteki dünyasına kabul edilmediği ve müziksel yeteneği “müdahale bekleyen bir nesne” olarak kodlandığı sürece Gönülçelen dizisi hakim kültürdeki Çingene imajını yeniden üretmektedir.
56
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
9. OTURUM
KENTSEL DEĞİŞME
Türkiye’de Kentsel Yeniden Yapılandırma Süreçlerinde
Gözlene[meye]n Kavramlar:
Yaratıcı Kent, Yaratıcı Endüstri, Yaratıcı Sınıf
Yrd. Doç. Dr. Reyhan Varlı Görk, Çankırı Karatekin Ü., Siy. Bil. ve Kamu Yön. B.
Doç. Dr. Helga Rittersberger-Tılıç, ODTÜ, Fen-Edb. F. Sosyoloji B.
Doç. Dr. Güven Arif Sargın, ODTÜ, Mimarlık F. Mimarlık B.
1970’lerin sonunda, dünya petrol krizinin ardından uygulanan iktisadi yeniden yapılandırmaların travmatik sonuçlarına çare olarak 1980’lerin sonundan itibaren kentsel yeniden yapılandırma (KYY) süreçleri önem kazanmıştır. 1997’de İngiltere’de iktidara gelen İşçi Partili Tony
Blair’ın “Üçüncü Yol” adıyla anılan kentsel kültürel siyasaları (KKS), “kültür endüstrisinden yaratıcı endüstriye geçişi” imleyen bir söylemle diğer Avrupa ülkelerinde de kabul görmeye başlamıştır. 1990’ların sonundan itibaren İngiltere’de bulunan ve KKS’lar alanında uzmanlaşmış danışmanlar, akademisyenler ve stratejistler iktisadi kalkınmada kültürün önemi ve yaratıcı endüstri konularında tavsiyelerde bulunmak üzere diğer Avrupa kentlerine davet edilmişlerdir.
Kıta Avrupa’sının da dışına taşan bu süreçte kent sosyolojisi ve kentsel politika yazınında; ‘yaratıcı kent’, ‘yaratıcı endüstri’ ve ‘yaratıcı sınıf’ kavramları ortaya atılmıştır.
Türkiye’de neoliberal belediyeciliğin en belirgin uygulamalarının gözlendiği 2004-2009
yerel yönetim döneminde kentler, küresel sermayeyi çekebilmek adına kentsel yönetişim pratiklerinde, KKS’lar temelli KYY stratejilerini benimsemişlerdir. Böylesi kentler; bir yandan kültür
ve sanat alanında yatırım yapacak olan yabancı sermayedar girişimciler aracılığıyla küresel sermayeyi kente çekmeye çalışırken, bir yandan da kentte kültür endüstrisinin oluşmasını ve küresel eyleyicilerle doğrudan iletişimi sağlayacak olan ve Florida’nın (2002) ‘yaratıcı sınıf’ olarak
kavramsallaştırdığı nitelikli emek gücünü kente çekmeye çalışmaktadırlar. Yaratıcı sınıfın çekirdeğini oluşturan ‘süper-yaratıcı’ meslek grubunun içinde; bilim adamları, mühendisler, üniversite profesörleri, şairler, romancılar, sanatçılar, eğlence dünyasının çalışanları, sinema oyuncuları, tasarımcılar, mimarlar ve ayrıca bilim-kurgu yazarları, editörler, araştırmacılar, kültür siyasaları üreten entelektüeller gibi yeni stratejiler ve projeler geliştirme potansiyeline sahip kanaat
önderleri yer almaktadır.
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
57
Bu bildiride 2004-2009 yerel yönetim döneminde Antalya’da gözlenen KYY sürecinde uygulanan KKS’ların temel aktörleri esas alınarak Türkiye’de ‘yaratıcı kent’, ‘yaratıcı endüstri’, ‘yaratıcı sınıf’ varlığı tartışılacaktır.
Emeğin Kenti İstanbul:
Metropolde Çalışma Hayatının Toplumsal
ve Mekânsal Pratikleri
Yrd. Doç. Dr. Yıldırım Şentürk, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Ü., fen-Edb. F. Sosyoloji B.
İster eleştirel ister taraftar olsun, kentleşme ve küreselleşme üzerine yapılan pek çok araştırma “dünya ekonomisinin çalıştığına dair” gizil bir işlevselci anlayışa dayanmaktadır. Dünya
ekonomisi çalışmaktadır, ama bir “sistem” gibi çalışmamaktadır. Bir kent içinde farklı sektörlerin ve semtlerin gelişmesine yönelik harcanan farklı çabalar ve kaynaklar kentin toplumsal ve
mekânsal yeniden yapılandırılmasını şekillendirmektedir. İstanbul örneğinde, kentin gelişimine yön verenler, kenti bir “dünya kenti”, “finans merkezi” veya bugünlerde “Avrupa Kültür Başkenti” yapmaya daha fazla çaba ve kaynak vakfederken, aynı kentin başka semtlerinde süregelen ekonomik aktivitelerde çalışanlar yeterli düzenlemenin olmadığı iş ortamlarında zor koşullarda çalışabilmekte ve hatta hayatlarını kaybedebilmektedir. Gelişmekte olan sektörlerde bile,
“yeni iş ortamları sağlamak” veya “teşvik” etmek çoğu zaman “girişimcinin” öngörüleri doğrultusunda bir iş ortamı hazırlamak anlamına gelirken, bu ortamda çalışan kişilerin öncelikleri göz
ardı edilebilmektedir. Özetle, kentlerin mekânsal yeniden yapılandırılması bu kentlerin tüm sakinleri için “çalışıyor” anlamına gelmemektedir.
TÜBİTAK destekli projemizde 100 meslek üzerine yaptığımız niteliksel saha çalışması (900
görüşme) kapsamında, İstanbul’da mavi yakalıktan beyaz yakalığa kadar farklı iş kollarında çalışan kişilerin hayatlarını nasıl sürdürdükleri araştırılırken, bu kişilerin yaşamlarını ve çalışma hayatlarını daha olumlu hale getirebilecek toplumsal ve mekânsal örgülerin neler olabileceği, kişilerin kendi deneyimlerinden hareketle irdelenmektedir. Bu sayede, kentte farklı iş ve yerlerde
çalışan kişilerin gündelik yaşamları içinde belli toplumsal ve mekânsal pratikleri nasıl yeniden
ürettikleri ve onların pratikleri ile egemen toplumsal ve mekânsal pratiklerin nasıl karşı karşıya
geldiği veya çeliştiği hakkında kapsamlı analiz sunmak mümkün olacaktır. Aslında, bazen kişiler küresel ekonominin egemen imge ve pratiklerinin değersizleştirdiği veya göz ardı ettiği yer
ve mesleklerde hayatlarını sürdürebilmektedir. Kentin mekânsal örgüsü, farklı işlerde çalışan kişiler için belli olanaklar sağladığı gibi engeller de çıkarabilmektedir. Bu tarz bir yaklaşım, öncelikle kentlerde çalışma hayatının etrafında süregelen egemen toplumsal ve mekânsal pratikleri
sorgulamamıza yardımcı olacaktır. Öte yandan, küresel ekonomin “çalışmasından” ziyade kent
sakinlerinin genelinin refahını sağlamaya yönelik alternatif kentsel kurguların neler olabileceği
konusunda çıkarım yapmamıza da olanak sağlayacaktır. Sunuş, Ekim 2010’da başlanılan ve Kasım 2011’e kadar tamamlanacak olan saha çalışmasının temel bulgu ve analizlerini paylaşırken,
kent çalışmalarında yaygın olan sektörel yaklaşımlara karşı emeğin tarafından kente bakmayı
hedelemektedir.
58
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
Aşınan Beyaz Yaka:
İstanbul’da Sigortacılık Deneyimi
Üzerinden Tartışmayı Açmak
Ayşe Berna Uçarol, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Ü., Sosyoloji B.
1980’li yılların başları; Türkiye için politik, ekonomik ve toplumsal yapının değişmeye, neoliberal ekonomi-politikalarının yürürlüğe konulduğu bir sürecin başlangıcı olmuştur. Bu süreçle birlikte hızla artan bir ivmeyle hizmet sektörü yaygınlaşmaya başlamış ve bu alanda istihdam artmıştır.
1990’ların başında, küresel kent söyleminde İstanbul’da yükselmeye başlayan plazalar çalışma kültüründeki değişiklikleri temsil eden mekânlar, açık tarz ofisler ise ‘modern iş yapma
tarzının’ sembolleri olarak karşımıza çıkmaktadırlar. Bu çerçevede son yirmi yıldır sermayedarlar için iktidarlarını ve imajlarını yansıtacak genel merkez inşa ettirmek bir yarışa dönüşmüş ve
bu yarış tasarımdan mimari özelliğe kadar şirketler arası bir rekabet alanı oluşturmuştur. Plazaların cam yüzeylerinin içini görünür kılmaya çalıştığımızda ise karşımıza; takım çalışması, yoğun teknoloji kullanımı, emek sürecinin kontrolü ve gözetimi, çalışma zamanı ile çalışma zamanı olmayan zaman arasında ki sınırın belirsizleşmesi, şirket söylemleri, performans ve kariyerizm çıkmaktadır. Sıralanan unsurlar, bu çalışma koşullarına sahip olan aktörler için nasıl bir
deneyimdir?
Bu sorunsal üzerinden yürütülen araştırmada, hizmet sektörü içinde yer alan sigortacılık
dalı üzerinden İstanbul’da sigorta şirketlerinin genel merkezlerinde çalışan aktörlerden yola çıkılarak; çalışma mekânı, emek süreçleri ve şirketlerin kültürel kontrol yöntemleri arasında ki ilişki okunmaya çalışılınacaktır. Ve aynı zamanda eylemlilik pratiği içinde olan insanın; taktikleri,
alternatif pratikleri üzerinden yeni direnme biçimleri tartışmaya açılacaktır. Araştırmanın amacı: bu alanda ki aktörlerin sınıfsal konumlarını tartışmaya açarken; işçi sınıfının stratejik olarak
dışında bırakılmaya çalışılan ‘beyaz yakalıların’, bugünkü sosyo-ekonomik konjonktürde aslında işçi sınıfının bir parçası olduğunu vurgulamaktır.
Neo-Liberal Hegemonyanın Kentlerde İnşası:
Büyük Ölçekli Kentsel Projeler ve Mekanın Üretimi
Araş. Gör. Mehmet Penpecioğlu, ODTÜ Şehir ve Bölge Planlama B.
Neo-liberal hegemonyanın ulaştığı evre sadece Dünya’da değil Türkiye’de de devlete
daha müdahaleci bir rol tanımlamaktadır. Devletin müdahaleci rolünün ön plana çıktığı bu
“açan neo-liberalizm” rejiminde devlet; mekanı ve doğal kaynakları metalaştıran, sermayenin
tahakkümüne sokan çeşitli müdahale kanaları oluşturmaktır. Bu süreçte AKP, devletin tüm ideolojik (hegemonya inşa edici) ve baskı-zorlama aygıtlarını (kolluk güçleri veya yasaya dayalı
zorlayıcı mekanizmaları) kullanarak kentlerde neo-liberal hegemonya projesini inşa etme hedefindedir. Neo-liberal hegemonyanın Türkiye kentlerindeki inşası, devletin yapılı çevre üretimini destekleyen müdahalelerine, rant-odaklı büyük ölçekli kentsel projelere, bu projelerle
farklı toplumsal-sınıfsal kesimlerin rızasının-desteğinin ne ölçüde alındığına bağlı olarak şekillenmektedir.
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
59
Neo-liberal hegemonyanın kentlerde nasıl inşa edilmekte olduğunu gözlemleyebileceğimiz en uygun inceleme alanı büyük ölçekli kentsel projelerdir. Büyük ölçekli kentsel projeler, neo-liberal rejim içerisindeki sermaye birikimi ilişkilerini yeniden üreten ve siyasal olarak
inşa edilen “mekan üretiminin hegemonik projeleri”dir. Bu projeler; (1) kentsel planlamaya ilişkin önceliklerin yeniden tanımlanmasında hegemonya inşa etme amacında iken diğer yandan,
(2) belirli bir hegemonik bloğun kentsel bağlamda oluşmasına zemin oluşturarak bu bloğun çıkarlarına hizmet eder. Bu projeler; “yatırım”, “istihdam”, “ekonomik büyüme”, “turizm gelirlerinde
artış” “dünya kenti”, “marka kent” gibi hegemonik argümanlar, söylemler ve anlatılarla inşa edilir ve bu söylemsel pratiklerin projelerin arkasındaki toplumsal desteğin ve rızanın elde edilmesinde ikna-edici mekanizmalar olarak işlev görmesi hedelenir. Diğer yandan bu projelerin siyasal kurgusunda sadece “hegemonya inşasının ikna-edici söylemsel mekanizmaları” değil “kapitalist devletin zorlayıcı yasa-yapıcı mekanizmaları” da önemli rol oynar (yeni yasalar, mevcut
yasalarda yönetmeliklerde değişikliler, kanun hükmünde kararnameler…vb.)
Büyük ölçekli kentsel projelerin siyasal inşası; (1) hegemonya inşa etmeye odaklı söylemsel mekanizmalar ve (2) devletin zorlayıcı yasa-yapıcı mekanizmalarının, birbirlerini tamamlayıcı (bazı bağlamlarda dönüştürücü ve yeniden tanımlayıcı) diyalektik bir ilişkisinden, eklemlenmelerinden oluşur. Bu projelerle, kentlerin gelişimi açısından devletin ve kentsel planlamanın rolü ve öncelikleri yeniden tanımlanmaktadır. Kapitalist güçler açısından bir tür hegemonya inşa etme çabası olarak da değerlendirilebilecek bu süreçte planlama; “yatırımı kolaylaştıran”, “kentin markalaşmasını ve pazarlanmasını sağlayan”, “rant açısından atıl kalmış alanlara yatırım çeken”, kısacası Lefebvre’nin tabiri ile “kapitalizmin soyut mekanı”nı üreten bir araç rolünde yeniden tanımlanmaya çalışılıyor. Ancak tamda bu hegemonya inşa etme çabası ekseninde
bir toplumsal-siyasal mücadeleye tanık oluyoruz. Bir yandan AKP kontrolündeki kapitalist devlet gücü ve sermaye planlamayı yukarıda belirttiğimiz çerçevede “kapitalizmin soyut mekanı”nı
üreten bir rolde tanımlamaya, konumlandırmaya çalışırken diğer yandan buna karşı örgütlü
bazı toplumsal-siyasal yapıların yükselen mücadelesine tanık oluyoruz. 2010’lu yıllarla birlikte,
kentsel mekanı sadece değişim değeri ve rant üzerinden ele alan ve ekolojik değerleri sermayenin çıkarlarına feda eden neo-liberal hegemonyaya karşı mekanın kullanım değerini ön plana çıkaran ve ütopyacı bir eko-sosyalizmi merkezine alan toplumcu bir kentsel gelişme tahayyülünün nasıl kurulabileceği üzerine düşüncelerimizi ve eylemlerimizi yoğunlaştırmamız gereken bir döneme giriyoruz.
60
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
10. OTURUM
KRİZ ÜZERİNE
II
KRİZ TEORİSİ
Kriz Teorisinin Üvey Kardeşleri: Marx ve Schumpeter
Dr. Bahar Araz Takay, Başkent Ü., Ticari Bil. F. Uluslar. Tic. B.
Bu çalışma, kapitalizmin dinamiklerini analiz eden iki ünlü iktisatçının, sistemi sorgularken ortaya koydukları farklı bakış açılarını kriz teorisi temelinde açıklamayı amaçlamaktadır.
Marx ve Schumpeter kapitalizmin geleceği ile ilgili olarak aynı kehanette bulunan ve bu sistemin yaşayamayacağını ileri süren görüşlere sahiptirler. Bu iki iktisatçı, kapitalizmin geleceği ile
ilgili olarak aynı söylemde bulunmuş olmalarına rağmen, bu sonucun ortaya çıkmasının nedenlerini birbirlerinden oldukça farklı yöntemler ve kavramlar ile açıklamışlardır.
Marx sistemin başarısızlıkları sonucu yok olacağını belirtirken; Schumpeter, tam tersi biçimde, aslında sistemin kendi başarıları sonucu yıkılacağını söyler.
Sosyal Bilimlerinin Yöntemine Dair İktisat Özelinde Bir Deneme
Derya Güler Aydın, Hacettepe Ü., İİBF İktisat B.
Bilim felsefesindeki tarihsel gelişmelere bakıldığında sosyal bilimlerin yöntemde esas
olarak doğa bilimlerinin yönteminin hakim olduğunu söylemek mümkündür. Bu egemenlik,
genelde sosyal bilimler özelde ise iktisadın fiziğin yönteminden etkilenmesine neden olmuş ve
bilimselliğin ölçütü salt “ölçülebilirlik” olarak kabul edilmiştir. Bu çalışma esas olarak sosyal bilimlerin yönteminin sorgulamasını yapmayı hedelemektedir. Bu amaç doğrultusunda çalışmanın üç bölümden oluşması planlanmaktadır. Birinci bölümde bilim felsefesine tarihsel bir bakış
sunulacaktır. İkinci bölümde iktisat özelinde doğa bilimlerinin sosyal bilimlerdeki etkisi ve pozitivist yöntem tartışılacaktır. Üçüncü bölümde ise, açıklamayı içeren doğalcı yaklaşım dışında12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
61
ki yaklaşımlar; yorumsama (hermeneutik) ve eleştirel yaklaşım ele alınacaktır. İnsan davranışları temelde niyetlenmiş (amaçlı) davranışlardır. Bu nedenle çalışmada amaç, sosyal bilimlerde
doğalcı /positivist yöntemin aksine, eleştirel bir yaklaşımın benimsenmesi gereğinin ortaya konulmasıdır.
Kapitalizm ve Küreselleşme:
Sermayenin Gerçek Boyunduruğu
Gökçer Özgür, Hacettepe Ü, İİBF, İngilizce İktisat B.
Doç. Dr. Hüseyin Özel, Hacettepe Ü, İİBF, İngilizce İktisat B.
Bu çalışmanın amacı küreselleşme “portmanto” terimi ile betimlenen, yeni birikim sürecinin sermayenin “gerçek boyunduruğunu” (real subsumption of capital) yaygınlaştırma yolunda önemli bir aşama olduğudur. Bu boyunduruk, artık temel olarak finansal kanal yoluyla işlemekte, kendisini de neoliberal ideoloji yoluyla yeniden üreterek bütün toplumsal alanlara yayılmakta ve derinleşmektedir. Ancak bu durumun sonucu olarak ise küreselleşme, görünürde
kapitalist ilişkilere ters düşen geleneksel ilişki, kurum ve süreçlerle uyum içerisinde ilerleyebilmekte ve bu geleneksel yapıları güçlendirmektedir. İnsanın yalnızca bir birey değil, toplumsal
bir varlık da olmasının doğal bir sonucu olarak ortaya çıkan ve kapitalist ilişkilerin toplumsal
alanda giderek artan etkisine karşı kullanılabilecek “kalpsiz dünyadaki sığınaklar” yaratmaktadır. Ancak bu sığınaklar ise sermayenin boyunduruğunu güçlendirmektedir.
Ekonomik Emperyalizmden Siyasal Emperyalizme Dönüş:
Yeni Emperyalizm Tartışmaları Işığında 19. Yüzyıl Deneyimine
Yeniden Bakmak
Dr. Muammer Kaymak, Hacettepe Ü., İİBF İngilizce İktisat B.
Son on yılda Marksist çevrelerde emperyalizm tartışmaları yeniden canlandı. Bu tartışmalarda ABD hegemonyasının belirlediği uluslararası sistemin temel karakteri ele alınırken, emperyalizm, ekonomik temellerinden koparılarak siyasal bir kavram olarak ele alınıyor. Sözgelimi
Leo Panitch ve Samuel Gindin 2000 yılında yayınlanan Küresel Kapitalizm ve Amerikan İmparatorluğu adlı çalışmalarında İngiltere’nin 19. yüzyıldaki serbest rekabetçi gelişme aşamasında,
sömürgecilik ve gayri-resmi imparatorluk yoluyla sürdürdüğü ekonomik genişleme politikasına dayanarak emperyalizmin tekelci kapitalizmle özdeşleştirilemeyeceğini savunuyor. Burada
örtük olarak emperyalizm, işgal ve fetih politikasıyla özdeşleştiriliyor. Bu çerçevede 1870’lerden
itibaren Almanya, Japonya, ABD gibi ileri sanayi ülkelerinin “emperyalist” politikalara yönelmesi İngiltere’nin bu ülkeleri “serbest ticaret emperyalizmi”ne eklemleyememesine bağlanıyor. Bu
ülkelerdeki emperyalist politikalar ise, pre-kapitalist kalıntılara, kapitalist ulus devletin kuruluşuna eşlik eden milliyetçi duygulara, jeopolitik ve askeri rekabete verilen stratejik yanıtlara dayanarak açıklanıyor. Bu yazıda günümüz tartışmalarının temel referansını oluşturan bu argümanın dayandığı yöntemsel ve olgusal sorunlara işaret etmek üzere başta İngiltere ve Almanya olmak üzere ileri kapitalist ülkelerin 19. yüzyıldaki iktisadi evrimi ele almaya çalışacağım.
62
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
11. OTURUM
DEĞİŞEN GÜVENLİK İLİŞKİLERİ
Toplumsal Çatışmalardan Sonra Uzlaşma Arayışları:
Hakikat ve Uzlaşma Komisyonları
Murat Papuç, İstanbul Ü., SBF Uluslar. İlişk. ABD
“Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu” çalışmalarıyla toplumsal uzlaşma sağlayabilen ülkelerde rejim –düzen- değişiklikleri olduğu ön çıkarımı vardır. Bu çıkarım veri olarak alınırsa;
Türkiye’de kurulabilecek komisyonun başarıya ulaşması, uzlaşma sağlaması -rejim-düzen değişikliği olmaksızın- mümkün olabilir mi sorusu ilgililer için temel soru olmalıdır. Kürt Sorunu,
bugüne kadar Kürtler ile devlet arasındaki bir siyasal sorun olarak görülmekle birlikte sosyal bir
soruna dönüşmemiş olarak kabul edilmektedir. Son dönemlerde ise sorunun hızla bir Türk-Kürt
gerilimine, hatta çatışmasına dönüşme tehlikesi bulunmaktadır.
Toplumsal çatışmalar devam ederken, uzlaşma çabalarının karşılık bulabilmesini sağlayabilecek olan şartların -öncesinde- taraları ikna edebilecek düzeyde nasıl oluşturulabileceğini belirleyebilmek öncelikli olarak amaçlanmamış, çatışmasızlıktan da öte “kalıcı barıştan” sonrasına havale edilmiştir. Kurulması talep edilen hakikat komisyonunun biçimi, bileşeninin nasıl
olacağı, işlevi, gerekliliği üzerine yapılan tartışmalar ve çalışmalar, Kürt siyasi hareketlerinin ve
çeperindeki sivil toplum kuruluşlarının iç gündemlerinde uzun süredir öncelikli olarak yer almakta, komisyon kurulmasını sağlayabilmek için ortak hareket etmekte ve çalışmaları çalıştaylar içinde birleştirmektedirler. Kurulabilecek hakikat komisyonunun işlevi ve etkisinden daha
çok, sadece var edilmesinin şimdiden pazarlık konusu edilmesi, komisyonun biçimlendirilme
yöntemleri ile ortaya çıkartacağı sonuçların yok sayılmasına neden olmakta, toplumsal barışın
temelinin atılması aracılığını üstlenebileceği konusundaki şüpheleri yoğunlaştırmaktadır.
Bildiri “Hakikat Komisyonu” tartışmalarının yapılabileceği düşünsel zeminin bir parçasını oluşturabilmek için hazırlanmıştır. Benzer çalışmalarla eş zamanlı olarak da geliştirilecek ve
güncellenecek konu ile çalışmalar devam edilecektir. Dünyanın başarıya ulaşıldığı iddia edilen örnekleri üzerinden söyleyebiliriz ki; Hakikat Komisyonları yeni düzenin -değiştiği varsayılan düzenin- devamlılığı için geçmişin gerçekliklerini yeniden kurgulayarak -hakikat oluşturarak- meşrulaştırma çabasını sistematikleştirilmektedir. Geçmişin yükünden kurtulmak için yeni
gerçekler [hakikatler] kurgulanmakta ve hesap sorulduğu ve bedel ödetildiği “kanaati” komisyonlar tarafından oluşturulmaktadır. Türkiye’de barışın sağlanması için kurulması gerektiği sık12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
63
ça dile getirilen -ve pazarlık konusu yapılan- çeşitli ad ve bileşenlerle tarif edilen komisyonlarının temel amaçlarının; toplumsal vicdanı rahatlatmak ve zedelenen duygudaşlığı tamir etmek,
eski suçların konuşulmasını sağlamak, mağdurda da acısını birileriyle paylaşmak, fail ile mağduru yüzleştirmek ve karşılıklı uzlaşmayı veya vicdani sorgulamayı sağlamak olduğu tartışmalıdır/tartışılmalıdır.
Güvenlik Algısının Gölgesinde Türkiye’de İnsan Hakları
Dr. Berivan Gökçenay, Yıldız Teknik Ü., Siy. Bil.ve Uluslar. İlişk. B.
Dr. Elif Bali, Yıldız Teknik Ü., Siy. Bil.ve Uluslar. İlişk. B.
Kurulduğu günden itibaren devlet bekasını öncelikli kılan ve milli güvenlik söylemi üzerinden kurgulayan politik yapıda, Türkiye’de insan hakları, hiçbir zaman ülke güvenliğinin
önünde ve üstünde bir değer olamamıştır. Güvenlik kaygısının dışarıdaki etkisi, insan haklarıyla ilgili sözleşmelere koyduğu çekincelerde veya sınırlamalarda yahut bunların iç hukuka aktarılmasındaki gecikmede; içerde, devlet politikalarının tespitinde ve yasama sürecinde kendisini göstermektedir.
1980’li yıllarla birlikte yaşanan olağanüstü ortam, koşullar, beraberinde getirdiği kimlik
sorunları ve demokratik haklara ilişkin tartışmalarla Türkiye-AB ilişkilerinin siyasi nitelik kazanması, ülkenin insan hakları sorunu söylem dışında hukuki düzleme de yansıtmaya başlamıştır.
AB-Türkiye ilişkilerinin hız kazandığı üyelik sürecinin etkisiyle 2000’lerin başında ilk kez güvenlik – özgürlük dengesi ikincisi lehine gelişme göstermiş; mevcut yasal düzenlemelerdeki insan
haklarının kapsamı genişletilmiş, devletin yeniden yapılandırılması sürecine girilmiş, Anayasadan başlanmak üzere çeşitli yasal düzenlemelerde insan haklarını iyileştirme çalışmaları başlatılmış, sivil ve siyasi hakların demokratik toplumun gerektirdiği yönde genişletilmesi, asker
sivil ilişkilerinin hukuk devleti ilkesine göre yeniden düzenlenmesi amaçlanmıştır. Ancak gerek 11 Eylül sonrasında dünyada uygulanmaya başlanan güvenlik temelli politikalar, gerekse
AB-Türkiye ilişkilerinin 2006 sonrası olumsuz bir seyir izlemesi, otoriter - güvenlik eğilimli çevrelerin yeniden güvenlik temelli politikaları ön plana çıkarmasına araç olmuştur. Bazı düzenlemeler ya kaldırılmış ya da bireyin özgürlüğünü devlet güvenliği lehine sınırlayan hükümler getirilmiştir.
Bildiride yukarıda çizilen tabloyu ele alan çeşitli örnekler üzerinden, gerek hukuki gerekse söylemsel düzeyde Türkiye’nin insan hakları sorunsalına yaklaşımı ve bunun içselleştirilmesinin incelenmesi amaçlanmaktadır.
Türkiye’de Neoliberal Dönüşümün Çelişkileri Bağlamında DevletSınıf-Zor İlişkisini “Özel Güvenlik” Üzerinden Anlamak
Çağlar Dölek, ODTÜ İİBF Siy. Bil. Kamu Yön. B.
Toplumsal yaşam alanlarının sınırsız bir sermaye saldırısına maruz kaldığı neoliberal dönemde,
gündelik hayatta artan toplumsal-sınıfsal çelişkilerin idaresi yeni tahakküm biçimleriyle denetim altına alınmaya çalışılmaktadır. Devletin polis teşkilatının daha otoriter ve profesyonel bir
64
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
şekilde yeniden yapılandırıldığı, “toplum destekli polislik” gibi uygulamalar ile “sivil toplum”un
devletin güvenlik paradigması içine daha fazla çekildiği ve MOBESE gibi sürekli gözetimi mümkün kılan teknolojik araçların yaygınlaştığı bu dönemde ortaya çıkan en önemli toplumsal denetim biçimlerinden biri de özel güvenliktir. Piyasa ilişkisiyle yönetilen bir polislik biçimi olan
özel güvenlik, temel olarak sınıf çelişkilerinin derinleştiği bir dönemde “özel alan”dan yükselen
ve sınıfsal bir temelde örgütlenen bir tahakküm aygıtının gündelik hayatın idaresinde başat
hale geldiğini göstermektedir.
Çalışmanın temel iddiası odur ki; özel güvenlik olgusu kapitalist devlet, zor ve sınıfsallık
meselelerinin radikal bir biçimde yeniden tanımlandığı tarihsel bir dönüşümün analizini gerektirmektedir. Bu analiz, öncelikle kapitalist devletin tarihsel özgüllüğü konusunu sınıf-zor ilişkisi bağlamında yeniden düşünmenin önemine vurgu yapmakta ve 19. yüzyılda sınıfsal çelişki
ve çatışmalarla belirlenmiş olan ve kamusal bir biçimde örgütlenen kamu kolluğunu incelemeye tabi tutmaktadır. Açık bir sınıfsal içerik ve biçimde tanımlanan eski “polislik” biçimlerinden
kamu kolluğuna geçiş, kapitalist devletin söylemsel ve maddi dolayımlarla temellenen “sınıf tarafsızlığı” iddiasının kurulmasının temel bir dayanağı olmuştur. Ancak, eldeki çalışmanın vurgulayacağı üzere, bu süreç güvenliğin özel tedariki konusundaki pratiklerin tamamen ortadan
kalkmasıyla değil, bunların belli bir “meşruluk” kategorisi içinde burjuva demokratik kurumsallığa içerilmesiyle belirlenmiştir.
Böyle bir tarihsel-kuramsal çerçeve içinden konuşan bu çalışma, Türkiye’de güvenliğin özelleştirilmesi sürecinde yaşanan özgül deneyimi, devletin bu süreçte içine düştüğü
meşruiyet-toplumsal denetim ikilemi bağlamında açıklamakta ve 2004’te çıkarılan yasanın ilkel birikim sürecinde fiili olarak kurulan bir sektörün siyasal ve hukuksal olarak meşrulaştırılması niteliğini taşıdığını iddia etmektedir. Piyasa dolayımıyla sağlanan güvenlik, şiddetin sınıf temelinde örgütlenmesinin önünü açması itibariyle toplumsal-sınıfsal çelişkilerin idaresi bağlamında yeni tahakküm biçimlerinin işe koşulduğunu, ancak tam da bu yeni teknikler nedeniyle
kapitalist devletin “sınıf-tarafsızlığı” iddiasının krizde olduğunu göstermektedir.
Anahtar Kelimeler: Kamu kolluğu, kapitalist devletin “sınıf-tarafsızlığı” iddiası, özel güvenlik, devlet-sınıf-zor ilişkisi
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
65
12. OTURUM
TÜRK EDEBİYATI VE SİYASİ TARİH
Türk Edebiyatında Suat Derviş:
Sınır Romanı Üzerine Bir Çözümleme
Dr. M. Gül Uluğtekin, ODTÜ Türk Dili B.
Suat Derviş (1905-1972) köşe yazısı, öykü, çeviri ve roman gibi farklı türlerde yapıtlar vermiş üretken bir yazardır. Bu çalışmada, yazarın 1943-1944 yıllarında Son Telgraf gazetesinde
tefrika olarak yayımlanmış olan ve sınıfsal uçurum nedeniyle bir araya gelemeyen iki gencin
tutkulu aşkını anlatan Sınır adlı romanı ele alınmıştır. Romanın çözümlemesi, biçim ve içerik
arasındaki ilişki temelinde gerçekleştirilmiştir. Georg Lukács’ın gerçekçilik, şeyleşme ve roman
kuramı alanında verdiği katkıların, popüler roman kategorisinde ele alınan bir yapıtın incelenmesinde anlamlı sonuçlar vermesi, “popüler edebiyat-yüksek edebiyat” ayrımını sorgulamaya
yol açmıştır. Bu bağlamda, Türk edebiyatında 1960’lara kadar etkinliğini sürdüren ve (popüler)
romanın özgül bir biçimi olarak beliren tefrika üzerinde durulmuştur. Sınır’da popüler ögelerin
gerçekçi bakış açısıyla ele alınması ve yazarın gazetede yayımlanan bir tefrika yoluyla güncel
politika yapması, romanın yayımlandığı dönem açısından özellikle dikkat çekicidir. Çalışmada,
Suat Derviş’in diğer romanlarına yapılan göndermeler, yazarın Türk roman geleneği ile kurduğu dönüşüm ve süreklilik ilişkisi çerçevesinde anlamlandırılmıştır.
Suat Derviş’in ilk işçi romanlarını yazan öncülerden olduğu gösterilmiştir. Yazarın yapıtlarının Türk edebiyatına olan katkısının değersizleştirilmesi, Derviş’in edebiyat tarihlerinde anılmamasıyla ve/veya popüler romanlar yazarı olarak dışlanmasıyla gerçekleşmektedir.
Samet Ağaoğlu’nun Perspektifiyle Yüzyıllık Batılılaşma Serüveni
Prof. Dr. Kurtuluş Kayalı, Ankara Ü., DTCF Tarih B.
Samet Ağaoğlu yazdığı edebi ve sosyolojik metinlerle yüzyıllık modernleşme tarihini irdelemeyi denemiştir. Böylesi bir amaçla oturup düzenli sayılabilecek bir metin yazmaktan ziyade meseleyi çok değişik kitaplarında kendi içinde tutarlı bir mantık çerçevesinde ifade etmiştir.
66
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
Samet Ağaoğlu’nun bütünlüklü bir metin dışında yazdığı değişik, hatta dağınık olarak bile nitelenebilecek kitaplar daha bütünlüklü bir bakış açısı sunmaktadır. Babamın Arkadaşları meseleyi daha erken bir tarihe çekerken ve Aşina Yüzler 1946-1964 yılları arasına kilitlenmişken bile
bir yüzyıllık serüveni anlatmayı başarmaktadır. Soğukkanlı bir şekilde çizilen portreler çerçevesinde yüzyıllık süreç bütünlüklü bir şekilde yansıtılmaktadır. Osmanlı son döneminden 1960’lı
yılların ortalarına kadarki bir süreci anlatmayı denemiştir. 1960 yılından itibaren hayatında yer
eden Yassıada ve Kayseri trajedisi modernleşme sürecinin değerlendirilmesi konusunda önüne
önemli bir imkan getirmiştir. 1972 yılında yayınlanan Demokrat Parti’nin Yükseliş ve Çöküş Sebepleri başlıklı kitap dönemi en soğukkanlı bir şekilde tahlil eden bir metin olarak tezahür etmektedir. 1960’lı yılların ateşli dönem eleştirilerinden ve 2000’li yılların ateşli dönem savunularından daha gerçekçi bir dönem fotoğrafı çekmektedir. Dönemin anlamlı bir tarihsel ve sosyolojik tahlilini gerçekleştirmektedir. Babamın Arkadaşları’ndan 1970’li yılların sonları ve 1980 yılı
dolaylarında kaleme aldığı köşe yazılarına kadar tarihsel süreci gerçekçi bir şekilde anlatma denemesi içinde olmuştur. Babasının ve oğlunun topluma bakışlarının farklılığı başka düşüncelere daha tahammüllü olmasının da dayanağı olarak anlaşılmalıdır.
Cumhuriyet’in Geleceği: Halide Edip Adıvar, Yakup Kadri Karaosmanoğlu ve Peyami Safa’nın Ütopyacı Gelecek Kurguları
Dr. Sinan Yıldırmaz, İstanbul Ü., SBF
Türkiye’de ütopya edebiyatı, roman ve hikâye türlerinin gelişmeye başlamasıyla birlikte var olagelmiştir. Önceleri “rüya” formunda oluşturulan ütopyalar, ilerleyen dönemlerde çok
etkin olamasalar bile edebiyatın içerisinde kendilerine yer bulabileceklerdir. Ütopyalar çoğu
zaman, yazarın söylemek istediğini doğrudan söyleyemediği zamanların bir ürünü olmuştur.
Rüya görerek ya da başka bir zamana, coğrafyaya, gezegene seyahat sonrasında yazarın gördüklerini anlatması biçiminde oluşturulan ütopyalar, bu dünyadan başka bir dünyanın mümkün olduğunu göstermek için yazılmışlardır. Bu anlamıyla da politik bir duruşu içermektedirler. Cumhuriyet döneminde etkin olmuş, farklı köken ve ideolojik yönelime sahip, üç önemli entelektüelin farklı zamanlarda yazmış oldukları ütopya tipi eserlerinin karşılaştırması, bu üç
etkin düşünce insanının geleceğe dönük nasıl bir toplumsal biçim öngördüklerini de ortaya
koymaktadır. Halide Edip Adıvar’ın Cumhuriyet döneminden önce yazılmış olmasına rağmen
1923 yılında yeniden basımı yapılan ve bu özelliği ile yeni döneme ilişkin bir bakışın oluşmasına da etkide bulunan Yeni Turan romanı, Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Ankara romanında
Cumhuriyet’in nasıl bir geleceğe yöneldiğini tasvir eden son bölümü ve Peyami Safa’nın Yalnızız romanının içerisinde yazarı simgeleyen karakter eliyle roman boyunca yazılmakta olan Simeranya ütopyası karşılaştırıldığında farklı dönemler ve farklı ideolojik yönelimler üzerinden
Türkiye düşünce tarihinin farklı bir değerlendirmesini yapmak mümkündür. Ütopyalar, söylenebilenlerin daha ötesinde söylenemeyenleri de içerdiği için, bu üç önemli entelektüelin yeni
Cumhuriyet’e dönük eleştirilerini bu eserlerden izleyebilmek mümkündür. Aynı zamanda herbirinin oluşturduğu Cumhuriyet’e ilişkin gelecek projeksiyonu her yazarın kendi düşüncesinin
en temel unsurlarını içereceği için, yazarların en önem verdiği veya eleştirdiği toplumsal biçimi
de bu eserler üzerinden görebilmek mümkün olabilecektir.
Kısacası bu çalışma, Türkiye’deki siyasal gelişime ve hâkim düşünce yapısına etkide bulunmuş üç önemli entelektüelin, Cumhuriyet’in geleceğine dönük beklenti ve eleştirilerini, her
yazarın kendi “mükemmel toplum tasarımı” üzerinden belirlemeye çalışmaktadır.
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
67
Türkiye’de Roman ve Siyasal Hayat:
Hanımın Penceresinden Demokrat Parti Sorunsalı
Doç. Dr. Gökhan Atılgan, Ankara Ü., İletişim F.
Korkut Boratav, Türkiye’de Sosyal Sınılar ve Bölüşüm adlı eserinde “Sınıf terminolojisini
kullanmayı seven çok sayıda toplumsal bilimcinin halk sınılarından gelen edebiyatçılarımızın
ürünleriyle ilgilenmemeleri ne büyük ayıptır. Sayısı hiç de az olmayan bu yapıtların bir bölümü
benim için Türkiye köylü ve işçi sınılarının içsel tarihi, gündelik mücadeleleri üzerinde kimi akademik çalışmadan daha değerli malzeme taşımaktadır” der ve ekler: “Bunları bu çalışmada açıkça kullanmayı beceremediğim için hayılanıyorum.”
Bu bildirinin amacı; Orhan Kemal’in üç ciltlik Hanımın Çiftliği adlı romanının Demokrat
Parti’nin ve iktidara geliş sürecinin toplumsal sınılar açısından değerlendirilmesinde ne gibi
önemli olanaklar verdiğini çözümlemektir. Böylelikle, Türkiye’de toplumsal sınıların içsel tarihinin siyasal düzeyde kavranmasında halk sınılarından gelen önemli bir edebiyatçının katkılarından yararlanılmış olacaktır.
Eğer içindeki karmaşık aşk, cinayet ve gündelik hayat izleklerinden iyi ayrıştırılabilirse Hanımın Çiftliği’nin başından sonuna kadar önemli bir izleği olan siyasi öykü, günümüz Adalet
ve Kalkınma Partisi’ne ilişkin tartışmalarda sıkça göndermeler yapılan Demokrat Parti’ye ilişkin yapılacak yeni çözümlemelerde hakikatli bir kaynak rolü oynayabilir. Orhan Kemal, Hanımın Çiftliği’nde 1940’lı yılların ikinci yarınsının kırsal alandaki temel toplumsal sınıların penceresinden nasıl göründüğünü betimler. Türkiye’nin Amerika Birleşik Devletleri’nin yörüngesine
girmekte oluşunun hem emekçi hem de hâkim kırsal sınılar tarafından nasıl algılandığı; Kemalizmin ve tek parti rejiminin her iki kesim tarafından nasıl değerlendirildiği: Demokrat Parti’nin
Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve Serbest Fırka’nın akıbetlerinden kaçınıp kaçınamayacağının nasıl yorumlandığı; sınıfsal konumlar ile siyasal tercihler arasındaki ilişkilerin nasıl şekillendiği gibi sorular Orhan Kemal’in Çukurova’da kendi gözlemlerinden yola çıkarak romanında yanıtını aradığı belli başlı sorulardır. Kırsal alanda hâkim sınılara yaslanmasına rağmen Demokrat Parti’nin toplumun çoğunluğunu oluşturan en alt sınılar üzerinde ideolojik hegemonyasını nasıl tesis ettiği, bunun için gerek örgütsel gerek söylemsel düzeyde ne gibi stratejiler geliştirdiği Hanımın Çiftliği’nin bir başka sorunsalıdır. Beri yandan Demokrat Parti’nin iktidara geldikten sonra geliştirdiği patronaj sistemin kırsal dünyadaki uygulanma biçimlerinin ne gibi görünümler kazandığı ve bu sisteme ilişkin tepkilerin hangi çare arayışları doğurduğu da yazarın
üzerine eğildiği konulardan biridir.
Bildiri, Hanımın Çiftliği’ni siyasal öyküsünün temel eksenlerinden çözümlemeyi deneyen
ve edebiyat eserlerinden siyasal çözümlemede nasıl yararlanabileceğine ilişkin soruya yanıt
arayan bir girişimdir.
68
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
13. OTURUM
NEOLİBERAL SÜREÇTE
KAMUNUN DÖNÜŞÜMÜ
Türk Ekonomi Bürokrasisinde Örgütsel Dönüşüm, 1980-2010
Dr. Caner Bakır, Koç Ü., İİBF Uluslar. İlişk. B.
Günümüzde kamu bürokrasisi ulusal kurumsal öğeler (yasalar ve normlar gibi) iç dinamiklerin yanında artan bir şekilde ekonomik küreselleşme sürecinin beraberinde getirdiği kurumsal
öğeler (uluslararası rejimler, kuruluşlar ve fikir akımları gibi) dış dinamikler ile etkileşim halindedir. Türkiye ölçeğinde de bu etkileşimin yansımalarını zaman içinde yeniden tanımlanan ekonomi politikalarının değişen amaç, hedef ve araçlarında gözlemlemek mümkündür. Bu çerçevede,
ekonomi bürokrasisi örgütsel bir değişime uğramakta ve değişen şartlar ve çevreye uyum sağlamaya çalışmaktadır. Bu çalışmanın amacı para ve maliye politikalarının oluşturulması ve yürütülmesinden sorumlu en önemli üç bürokratik kuruluşun – Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası,
Hazine Müsteşarlığı ve Maliye Bakanlığı’nın– 1980–2010 yılları arasında örgütsel değişimin kaynaklarını iç ve dış yapısal ve kurumsal dinamikler ile bu kuruluşların etkileşimi temelinde incelemektir.
Anahtar Kelimeler: Bürokrasi, Globalleşme, Örgütsel Değişim
Kamu İşletmeciliği Olgusuna Kuramsal Bir Bakış
Yrd. Doç. Dr. Yiğit Karahanoğulları, Ankara Ü., SBF Maliye B.
Bu çalışmada, neoklasik fayda-değer ve marksist emek-değer kuramlarından hareketle,
kamu işletmeciliği olgusu üzerine kuramsal bir inceleme geliştirilmeye çalışılacaktır. Bu çerçevede etkinlik-eşitlik kavramları ile mülkiyetin ilişkisi iki farklı kuramsal perspektif ile ele alınacaktır.
Bildiride kamu işletmeciliğinin, iktisadi ve mali krizin aşılmasında bir iktisadi politika aracı olarak
gündeme getirilip getirilemeyeceği kuramsal olarak tartışılacaktır.
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
69
Türkiye’de Kamu Personel Sistemi Nasıl Dönüşüyor?
Yrd. Doç. Dr. İpek Özkal Sayan, Ankara Ü., SBF Siy. Bil. ve Kamu Yön. B.
1980’li yıllarla birlikte küresel ekonomik yapının yarattığı yeni sürecin Türkiye’ye yansıması,
devletçi ekonomi politikalarının hızlı bir dönüşüm ile yerini piyasa ekonomisine bırakmasıyla olmuştur. Türkiye de yaşanan bu süreçten etkilenmiş, devletin rolü yeniden tanımlamış, serbest piyasa ekonomisi gereği üretimden çekilen devlet özelleştirmeler ile küçültülme yoluna gidilmiştir. Uygulamada kamu yönetiminin küçültülmesi kamu hizmetlerinin daraltılması ve kamu personelinin sayısının azaltılmasıyla olmuştur. Bununla birlikte kamu personel sisteminde yapılan bir
takım düzenlemelerle sistem 1980 öncesinden farklılaştırılmıştır. Türkiye’de “kariyer sisteminden
kadro sistemine dönüşen” kamu personel sistemi taşeronlaşma, sözleşmeliliğin ve geçiciciliğin
temel olduğu yeni istihdam biçimleri, performans değerlendirmesi ve esnek çalışma yöntemleri ile yeniden tanımlanmaktadır. Bu amaçla 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’nda çeşitli yıllarda parça parça değişiklikler yapılmıştır. Ağustos 2004, Ekim 2005 döneminde hazırlanan ve 657’yi
tümden değiştirmeye yönelik Kamu Personeli Kanun Tasarısı, Ağustos 2006’da hazırlanan Devlet
Memurları Kanun Tasarısı yasalaşmamış ve 657 sayılı DMK’nın yerine yeni bir düzenleme koyulmamıştır. Son dönemde ise kamu personel yönetimi 657’nin temel ilkelerinde önemli değişiklikler öngören “torba kanun” ve 6223 sayılı yetki kanuna dayanılarak çıkarılan çeşitli KHK’lar tarafından yeniden biçimlendirilmiştir. Dönüşüm kelime anlamı olarak “olduğundan başka bir biçime
girme” demektir. Bu vurgu önemlidir çünkü DMK’da parça parça yapılan değişiklikler uygulamayı
değiştiren teknik ayrıntılar değil, sistemin dönüşümüne yönelik önemli düzenlemelerdir. Sonuç
olarak yapılan bu çalışmada Türkiye’de kamu personel sisteminin nasıl bir dönüşüm sürecinden
geçtiği özellikle istihdam biçimlerinin dönüşümü, teknik bir değişiklik olarak algılanan ama aslında kariyer sisteminin temel unsuru olan sicil sisteminin sona erdirilip performans değerlendirilmesine geçilmesi üzerinden incelenecek, 657 sayılı DMK’yı değiştiren torba kanun ve son dönem
KHK’lar ele alınıp personel yönetimindeki dönüşüm açısından yorumlanacaktır.
Anahtar Kelimeler: Kamu personel sistemi, esneklik, istihdam, performans değerlendirmesi,
torba kanun
Türkiye’nin Rasyonel Bürokrasi Arayışı:
1930’lardan 2000’lere Değişmeyen Ne?
Y. Doç. Dr. Nuray Ertürk Keskin, Ondokuz Mayıs Ü., İİBF Siy. Bil. ve Kamu Yön. B.
Türkiye’de kamu mali yönetimi ve denetim sistemini yeniden düzenleyen 5018 sayılı Kamu
Mali Yönetimi ve Kontrol Kanunu’yla merkezi kontrol-denetim işlevi ademi merkezileştirilmiş ve
bu işlev kamu idarelerine devredilmiştir. Söz konusu yasa ve bu yasaya ilişkin ikincil mevzuat,
kamu kurumlarında ABD’de geliştirilmiş COSO modelini esas alan bir iç kontrol sisteminin kurulmasını hedelemektedir. Maliye Bakanlığı Bütçe ve Mali Kontrol Genel Müdürlüğü’nce, merkezi uyumlaştırma çalışmaları kapsamında, kamu kurumlarından iç kontrol sistemlerinin kamu
iç kontrol standartlarına uyumunu sağlamak üzere yapılması gereken çalışmaları belirlemeleri,
bu çalışmalar için eylem planı oluşturmaları ve planda öngördükleri eylemleri 2011 yılı Haziran
ayı sonuna kadar tamamlamaları istenmiştir. Kamu kurumları, Kamu İç Kontrol Standartları Tebliği gereğince Kamu İç Kontrol Standart-ları’na Uyum Eylem Planı Rehberi doğrultusunda hazırladıkları İç Kontrol Sistemi Eylem Planlarını 2009 yılı başından itibaren uygulamaya koymuşlardır. İç
kontrol sistemi, “idarenin amaçlarına, belirlenmiş politikalara ve mevzuata uygun olarak faaliyet70
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
lerin etkili, ekonomik ve verimli bir şekilde yürütülmesini, varlık ve kaynakların korunmasını, muhasebe kayıtlarının doğru ve tam olarak tutulmasını, mali bilgi ve yönetim bilgisinin zamanında
ve güvenilir olarak üretilmesini sağlamak üzere idare tarafından oluşturulan organizasyon, yöntem ve süreçle iç denetimi kapsayan mali ve diğer kontroller bütünü” olarak tanımlanmıştır. Özel
sektörden kamu yönetimine taşınan toplam kalite yönetimi, stratejik planlama, norm kadro, iş süreçlerinin standartlaştırılması, performans değerlendirme sistemi, risk değerlendirmesi gibi araçlar iç kontrol sisteminin yapı taşlarını oluşturmaktadır. ‘Yeni’ tekniklerin amaçları şöyle sıralanabilir: “En iyi hizmeti en kısa sürede üretmek”, “hizmet üreten kuruluşun maliyetini düşürmek”, “rekabeti öngören bir örgüt kültürü oluşturmak”, “rekabet gücünü geliştirmek”, “müşteri ihtiyaç ve beklentilerini karşılamak”, “verimlilik”, “kârlılık”… Günümüzde 21. yüzyılın bürokrasisini inşa eden reformlar, 1929-1949 döneminde yönetim düşüncesini özetleyen ve bürokratik örgütlenmede verimliliği, kârlılığı ve ekonomikliği hedeleyen “rasyonalizasyon” kavramıyla büyük benzerlik içindedir. Her iki reform sürecinin arkasında Frederick W. Taylor’un hayaleti dolaşmaktadır. Bilimsel işletim ilkeleri adıyla 20. yüzyılın başlarında ortaya çıkan Taylorizm akımı bir asır boyunca süren düşünsel egemenliğini 21. yüzyılda da devam ettirmektedir. Örgütlenmede ve yönetimde “iş” üzerine odaklanan Taylor’un amacı, üretimi ve emeğin verimliliğini artırmaktır. Bu çalışma, Türkiye’de
kamunun yönetiminde ABD kaynaklı işletmecilik damarının ortaya çıktığı-geliştiği 1929-1949 dönemini rasyonalizasyon kavramı üzerinden irdelemekte ve 2000’li yılların bürokratik reformlarının içerik, amaç ve sonuçları itibariyle yeni olmadığını iddia etmektedir.
Anahtar Sözcükler: Kamu yönetimi, reform, rasyonalizasyon, iç kontrol, verimlilik.
Kurumsal Yönetişimin Kurumsal İletişime Yansımaları:
İMKB Kurumsal Yönetim Endeksi Şirketleri Üzerinden
Bir Değerlendirme
Araş. Gör. M. Umut Tuncer, Akdeniz Ü., İletişim F.
Didem Çabuk, Akdeniz Ü., İletişim F.
Kurumsal yönetişim kavramı 2000’lerden bu yana OECD’nin önderliğinde, gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde şirketlerin iş yapma standartlarını belirleyen temel kavram olarak karşımıza çıkmaktadır. Küreselleşmenin ve neo-liberal politikaların yerleştiği son 20 yılda şirketlerin
iş yapma biçimlerinin düzenlenmesi son derece güçleşmiş, yaptırımlardan ziyade şirketlerin rekabet avantajı olarak kendiliklerinden benimseyecekleri bir biçim alması sağlanmaya çalışılmıştır. Bu doğrultuda ortaya çıkan kurumsal yönetişim endeksi OECD ilkelerinin farklı ülkelerde uygulamaya geçirilmesini ifade etmektedir. Genel olarak paydaş ilişkilerinde şefaf, dengeli ve sorumlu yönetim anlayışının beraberinde kurumsal verimliliği yapılandıran kurumsal yönetişim uygulamalarının önemli bir boyutunu iletişim uygulamaları oluşturur. Sermaye Piyasası Kurulu tarafından hazırlanan ve Kurumsal Yönetim İlkeleri, yönetim kurulunun yapısına, kamuoyunun aydınlatılmasının, esaslarına ve araçlarına, paydaşların bilgi almasına ve temsiline, şirketin sosyal sorumluluk uygulamalarına yönelik düzenlemeler getirmektedir. Bunlar da Kurumsal Yönetim Endeksinde yer alan şirketlerinin benimsemesi gereken kurumsal iletişim politikalarını şekillendirir.
Bu doğrultuda kurumsal iletişim perspektifinden tasarlanan bu araştırmada iki temel soruya yanıt aranmıştır: (1) kurumsal iletişim uygulayan şirketlerde geleneksel/teknik halkla ilişkiler anlayışı
dönüşüme uğramış ve iki yönlü simetrik iletişim uygulamaları haline evrilmiş midir? (2) kurumsal
yönetişimin önemli bir bileşeni olan sosyal sorumluluk anlayışı bu dönüşüm sürecinde hak ettiği
yeri almakta mıdır? Bu araştırmada İMKB Kurumsal Yönetim Endeksinde yer alan şirketlerin 2009
yılı kurumsal yönetişim raporları ve web siteleri incelenmiş, kurumsal iletişim uygulayıcıları ile görüşülmüştür.
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
71
14. OTURUM
MEKAN VE KENTSEL DÖNÜŞÜM
Gecekonduluların Gözünden
Türkiye’de Gecekondunun Dönüşümü ve Güncel Durumu
Burcu Şentürk, University of York, Siy. Bil. B.
Türkiye’de kırdan kente göçün tarihi 1920’li yıllara kadar uzanırken, 1960’lı ve 1980’li yıllarda özellikle üretim biçimi, devlet yapısı ve iktisadi alandaki büyük değişimlerin etkisiyle iki
büyük göç dalgası yaşanmış ve temelde bu göç hareketi ile birlikte ilk olarak büyük kentlerde,
sonrasında bir çok şehirde gecekondu semtleri ortaya çıkmıştır. Başlangıçta gerek siyasetçiler,
planlamacılar gerekse kentli orta sınıf tarafından benimsenemeyen ve varlıkları geçici olarak
kurgulanan/ümit edilen gecekondulular, süreç içerisinde kendilerine özgü yöntemlerle şehirlerde kalıcı olmayı, ayakta kalmayı başarmıştır.
Türkiye’nin gecekondu hikayesi gecekondu sakinlerinin şehir hayatında ‘asimile olmaları’
ile değil, kabullenilmesi, tanınması ile şekillenmiştir. Bu olgunun içi ise, çeşitli dönemlerde, siyasi, ekonomik ve kültürel ihtiyaçlara göre yeniden doldurulmaktadır. Gecekondu olgusu hem
siyasi zeminde hem de akademik tartışmalarda, bu olgunun ortaya çıkmasından itibaren “geri
kalmışlıktan”, toplumsal dışlanma, “suç-tehlike”, yoksulluk, kentsel dönüşüm, enformel emek,
hemşehri ilişkilerine denk uzanan geniş bir yelpazedeki çalışma alanlarına konu olmuştur. Birçok değerli çalışmanın yanı sıra, gecekonduluların kendi göç, kentli yaşam, yaşam stratejileri ve
kentteki konumları hakkındaki tutumları gecekondu olgusunu anlamak için oldukça önemlidir.
Bu sunum, gecekondu ve gecekondulu olgusunun değişen yorumlarını, gecekonduluların günümüz Türkiye’sindeki konumunu bizzat gecekonduluların dilinden anlatmayı amaçlamaktadır. Gecekonduluların Türkiye’nin siyasi-ekonomik ve kültürel düzleminde kendilerini nasıl konumladıkları temel araştırma sorusunu teşkil etmektedir. Sunum temel olarak Ankara’da
bir gecekondu semtinde gerçekleştirilen alan çalışmasına dayanırken, 1940’lı yıllardan itibaren
gecekondulular üzerine gazetelerde yayınlanan haberler ikincil bir veri kaynağını oluşturmaktadır.
72
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
Ankara’da Kent Sakinlerinin
Konut Tercihlerinde Aktör- Yapı Etkileşimi
Dr. Aysu Kes- Erkul, Hacettepe Ü., Fen-Edb. F. Sosyoloji B.
Bu araştırma Ankara’da özellikle kent merkezindeki semtlerden kentin gelişme alanlarındaki sitelere doğru yaşanan hareketliliğin dinamiklerini incelemeyi amaçlamaktadır. Bu bağlamda kent sakinlerinin kişisel tercihleri ile kentin fiziki yapısında meydana gelen değişim ve
dönüşümlerin nasıl bir etkileşim yaratarak belirli tercihleri şekillendirdiği araştırılmıştır. Araştırmanın verileri Ankara’nın ilk site projesi olan Or-An Sitesi ile yine Ankara’nın önemli gelişme
alanlarından olan Çayyolu yerleşiminin önemli bir parçası olan Koru Sitesi sakinleri ile yapılan
görüşmeler ile toplanmıştır.
Bu görüşmelerde özellikle sosyal, ekonomik ve kültürel sermaye kavramları Bourdieu’nun
Sermayeler Kuramı 1 dahilinde tanımladığı biçimde araştırmaya yansıtılarak bu kavramların tercihlerle ilişkisi incelenmiştir. Bu derinlemesine görüşme verilerinin yanı sıra Ankara’nın başkent
oluşundan bu yana geçirdiği planlama süreçleri, konut piyasasındaki gelişmeler ve kenti şekillendiren önemli yatırımlar gibi yapısal süreçler de araştırmaya dahil edilerek analiz edilmiştir.
Tüm bu verilerin değerlendirilmesi sonucunda bireysel tercihlerin oluşumunda, başka bir değişle aktörlerin konut tercihi davranışlarında, sosyal ve kültürel sermaye birikimlerinin önemli
bir rol oynadığı ortaya çıkmıştır. Ekonomik sermaye ise aktörler tarafından genellikle geri planda bırakılmış ve ancak bir ‘araç’ olarak davranışlara yansımıştır. Diğer yandan kentin yapısal
özelliklerine dair faktörler bireyler açısından alternatilerin belirlenmesi noktasında önem kazanmaktadır.
Özellikle artan sayıdaki alışveriş merkezleri vb. yatırımlar, tüketim tercihleri bağlamında
önem kazanmakta ve bu tercihler dolaylı olarak konut ve yaşam alanı tercihlerini de şekillendirmektedir. Dolayısıyla hiçbir konut seçme davranışı tümüyle aktörün tercihlerine bağlı olmadığı
gibi, bu davranışlar yanlızca yapısal dönüşüm ve yatırımların yönlendiriciliğiyle de açıklanamamaktadır. Ankara’da kent sakinleri, gerek sahip oldukları ekonomik sermayeyi, gerekse kentin
yapısında meydana gelen değişimleri sosyal ve kültürel sermaye süzgecinden geçirerek tercihlerini ortaya koymaktadırlar.
1
Bourdieu, P. (1986). The Forms of Capital. Handbook of Theory and Research for the Sociology of Education. (der. John
G. Richardson) içinde. Greenwood Press, Connecticut
Kent Yoksulları Arasındaki Dayanışma Ağlarının Çözülüşü:
Ankara Bostancık Mahallesi Örneği
Duygu Tanış Zaferoğlu, ODTÜ Fen-Edb. F. Sosyoloji B.
İnsanlık tarihi boyunca, iktidarın ve zenginliğin eşitsiz dağılımı yoluyla beslenen hâkim
rejimler insanlar ve toplumlar arası eşitsizlik ve yoksulluğu yaratmış ve yeniden üretmişlerdir.
Tarihin bazı dönemlerinde yoksulluk, eşitsizlik ve sosyal adalet kavramları ve/veya çalışmaları “gözde” araştırma konuları olmuştur. Günümüzde hâkimiyetini sürdüren kapitalist sistem de
gittikçe derinleşen yoksulluğu ve sosyal adaletsizliği çoğu zaman kendisine yönelmiş bir tehdit olarak algılamaktan, kimi zaman da “bireysel özgürlük” vaadinin inandırıcılığını kaybetme12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
73
sinden kaynaklı bu konulara ilgisini arttırmıştır. Dünya üzerinde, şanslı bir “azınlık” zenginliklerine zenginlik katarken, onlar kadar “şanslı” olmayan “çoğunluk” sefalet çekmektedir. Bu açıdan,
eşitlik ve hatta özgürlük dünya nüfusunun çoğunluğu için bir “rüya” olmaktan öteye gidememektedir.
Bu araştırma yoksulluk ve sosyo-mekansal dışlanmanın yerel topluluklar ve yoksullar arasındaki dayanışma bağları üzerindeki etkisine yoğunlaşmaktadır. Bostancık Mahallesi‘nde gerçekleştirilen alan araştırması iki temel soru üzerine kuruludur; yoksul toplulukların toplumdan
sosyo-mekansal ayrışması ve bu ayrışmanın bu toplulukların iç yapısı –özellikle dayanışma ağları ve ilişkiler– üzerindeki etkileri. Araştırmanın bulguları, ana ekonomiden, ve bunu da ötesinde sosyal ve siyasal süreçlerden ve kentin kamusal mekanlarından dışlanmaları sonucunda; kent yoksullarının getto benzeri fiziksel ortamlara kapatıldıklarını göstermiştir. Aynı şekilde
bulgular, Bostancık Mahallesi‘nin artan yoksulluk ve eşitsizlikle birlikte dayanışma ağları ve ortak değer ve çıkarlar üzerine kurulu topluluk ilişkilerinin zedelendiğini ortaya çıkarmıştır. Buna
bağlı olarak, topluluk içinde yüksek seviyede gerilim ve düşmanlık olduğu gözlemlenmiştir. Bir
bütün olarak bulgular, ekonomik, sosyal, politik ve mekansal dışlanma ve sosyal yalıtım sonucunda mahalleyi topluluk yapan özelliklerinin, birlikte yaşamanın koşullarını tehdit eden atomistik yaşam şekline dönüşmesiyle büyük ölçüde çözüldüğünü göstermektedir.
Türkiye’de Sosyo-Mekansal Ayrışma Dinamikleri Üzerine
Bir Tartışma: Diyarbakır, Mersin ve İzmir Örnekleri
Dr. Mim Sertaç Tümtaş, Muğla Ü., İİBF Kamu Yön. B.
Türkiye’de mekansal ayrışmalar kentleşme dinamiklerine bağlı olarak ivme kazanan gecekondulaşmayla birlikte kentsel mekanda belirginleşmeye başlamıştır. Süreç içerisinde, kentteki baskın doku haline gelen gecekondulaşma, hem yaşam alanında hem de işgücü piyasasında kimliğe ve kökene bağlı bir ayrışmayı da beraberinde getirmiştir. Bu kapsamda 1980 sonrası küreselleşme çerçevesinde uygulanan neo-liberal politikaların gelir dağılımı dengesizliğini ve yoksulluğu arttırması ve 1990’lı yıllarda Türkiye’nin Doğu ve Güneydoğu bölgelerindeki
çatışma ortamından kaynaklanan zorunlu göçe bağlı olarak, Kürt vatandaşlarının hazırlıksız ve
birikimsiz bir şekilde Batı’daki kentlere, kitle halinde zincirleme göç etmesi, mekansal yapıdaki ayrışmaları belirgin hale getirmiştir. Bu çerçevede Türkiye’deki mekansal ayrışmaların temelininde bir yandan kapitalist sistemin bölüşüm ilişkilerinin yarattığı gelir durumu, konut, eğitim,
sosyal güvencesizlik, gibi sosyo-ekonomik eşisizlikleri içeren sınıf temelli ayrışmalar yer alırken,
öte yandan da etnik, dini, kültürel vb. her türlü kimliksel farklılıkları barındıran etno-kültürel ayrışmalar yer almaktadır.
Bu çalışmada, son yıllarda kentsel mekanların sermaye birikim sürecinde edindiği misyonun sonucu olarak, yeni dokuda oluşan ayrışma dinamikleri, Mersin, Diyarbakır ve İzmir’den,
2133 haneden anket yoluyla elde edilen bulgular üzerinden tartışılmaktadır. Bu üç kentin seçilmesindeki en önemli faktörler, kent merkezlerinin son dönemde yoğun olarak göç alması, metropol olma özelliği sergilemeleri, siyasal ve toplumsal çatışmaların gözlemlenmesi ve bunların
yanında kentsel mekanlarda ayrışmış dokuların sıklıkla görüldüğü kentler olmasıdır.
74
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
Pastoral Nomadizmde Mekânsal Hareketlilik ve Yerleşikleşme:
Sarıkeçili Yörüklerde Yerleşikleşme Algısı
Murat Yağcı, Hacettepe Ü., Antropoloji ABD
İçinde yaşadığımız coğrafyada, pastoral nomadizmin çağdaş bir kaç temsilcisinden biri
olan Sarıkeçili Yörüklerin, konar-göçer yaşam tarzlarının ve mekânsal hareketliliğe dayalı üretim biçimlerinin sürdürülebilirliğine yönelik kuşkular son yıllarda hızla artmaktadır. Bu kuşkulara karşılık, Sarıkeçililer göçmeye devam etmekte, çeşitli iskân çabaları ve dış dünyanın/yerleşikliğin üzerlerindeki tüm baskısına rağmen göçebelik, yeni uyarlanmalarla birlikte sürdürülmektedir. Bu bildiri, göçebe Sarıkeçili Yörük topluluğunun, güncel yerleşikleşme süreçlerine yönelik
algılarına odaklanmaktadır.
Pastoral nomadik toplulukları iskân etmeye yönelik geliştirilen politikalar ve bu toplulukların karşılaştıkları zorluklar ya da fırsatlar çerçevesinde yaşanan yerleşikleşme süreçleri, her zaman bir uyum içerisinde gerçekleşmemektedir. Bu politikalardan olumsuz yönde etkilenmeler
ya da yine bu politika ve pratikleri savuşturmanın çeşitli biçimleri de gelişebilmektedir. Sarıkeçililer örneğinde göçer hayatın sürdürülmesi ve yerleşikleşme süreçleri modernleşme, özgün
yaşam alanı ve uyarlanmalar ile yerleşik dış dünyanın etkilerinden kaynaklı kendine özgü dinamiklere sahiptir. Bildiride özellikle, topluluğun yerleşikleşmeden yana ve yerleşikleşmeye karşı
tutum ve söylemleri ortaya çıkarılmaya çalışılmaktadır. Konar-göçer yaşam tarzını sürdürme ya
da yerleşikleşme süreçlerinde yaşadıkları tercihler ve gerilimler üzerine düşünülmektedir. Topluluk içi çeşitli düzeylerdeki göçer olarak kalma ya da yerleşikleşme talep ve beklentileri ile topluluk dışından gelen ve habitatlarında var olan genel yerleşik çevrenin ve idari politikaların rolleri anlaşılmaya çalışılmaktadır. Bu problematiklerin bir tamamlayıcısı olarak konar-göçer hayvancılığın nasıl çözülerek yerleşikliğe yöneldiğiyle birlikte, tüm bu süreçlere nasıl direndiği ve
kendini sürdürme olanak ve kapasitelerinin neler olduğu da ele alınmaya çalışılmaktadır.
Mersin, Karaman ve Konya illeri boyunca uzanan cevelan alanlarında yaşamlarını sürdüren Sarıkeçili topluluğunun yerleşikleşmeye yönelik anlamlandırma ve yorumlamalarına yönelen bir çalışma olarak bildiride, etnografik alan çalışmasından elde edilen malzemelerden yararlanılmaktadır.
Anahtar Kelimeler: Sarıkeçili Yörükler, Pastoral Nomadizm, Yerleşikleşme, Etnografya
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
75
15. OTURUM
TOPLUMSAL CİNSİYET VE
BEDENİN TERBİYESİ
Tersyüz Eden, Bozan, Eğip Büken Tutunma Stratejileri:
Genç Kadınların Yetiştirme Yurdu Deneyimleri
Araş. Gör. Nihan Bozok, Artvin Çoruh Ü., Fen-Edb. F. Sosyoloji B.
Bu sunum, hayatının bir dönemini yetiştirme yurtlarında geçirmiş olan genç kadınların yurttan ayrıldıktan sonraki döneme ilişkin bireysel deneyimlerini ve bu deneyimleri kuşatan toplumsal eksenleri anla(t)mayı hedeliyor.1 Yetiştirme yurdu deneyimi olan genç kadınların kendi bireysel ve toplumsal konumlarına dair öznel değerlendirmelerine yalnızlık, güvensizlik ayrıştırılmışlık, umutsuzluk, çaresizlik ve en çok da terk edilmişlik tanımlamaları eşlik ediyor. Diğer taraftan
sözkonusu yaşamlar yoksulluk, şiddet, işsizlik, toplumsal etiketlenme ve dışlanma, kadın olmaktan dolayı ikincilleştirilme gibi nedenleri yapısal düzlemde açıklanabilecek meseleler aracılığıyla
biçimleniyor. Dolayısıyla, yetiştirme yurdu yaşantısı toplumsal bağlamdan kopuk, kesin sınırlarla yalıtılmış ve yurdun kapalı kapıları ardında kendi iç dinamikleriyle işleyen bir süreç olarak değil; gündelik olanın akışı içerisinde, hâlihazırdaki toplumsal değer yargılarının, belli sınılara özgü
(tersyüz edici) yaşam pratiklerinin ve ekonomik koşulların etkisi altında şekillenen bir süreç olarak
çıkıyor karşımıza.
Bu bağlamda sunum, yetiştirme yurdunda “yetişmiş” genç kadınların “hayatla başa çıkmak
adına geliştirdikleri stratejiler nelerdir” sorusu etrafında şekillenecektir. Sunum, genç kadınların
“yetiştirme yurdu çocuğu” tanımlamasıyla başa çıkmak için geliştirdikleri dil, bedenleriyle kurdukları çetrefilli ilişki, yerleşiklik duygusunu reddetmek için sürekli adres değiştirmeleri, kamusalın
kurallarını ve özel alanın korunaklı sınırlarını muğlaklaştıran barınma pratikleri gibi bir dizi başa
çıkma stratejisini ele alacaktır.
1
Sunuma kaynaklık eden veri iki yıl süren bir alan araştırması sonucunda derlenmiştir. Araştırma süresi boyunca, yetiştirme yur-
dunda kalmış 18-24 yaş arası 18 genç kadınla ortalama 3 saat süren derinlemesine mülakatlar ve 50 genç kadınla da yarı yapılandırılmış görüşmeler yapılmıştır. Tüm bu görüşmeler, Nar Taneleri Projesi’ne “araştırmacı” olarak dahil olunan bir süreçte gerçekleştiğinden, sözkonusu genç kadınlarla 2 ay birlikte yaşama fırsatı da bulunmuştur.
76
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
İnsanlar özgür olmaya zorlanmalıdır!
Türkiye Cezaevlerinde Gardiyan, Mahkûm İlişkisinde
‘Sağaltıcı’ Dönüşümler
Yonca Güneş, Yücel Yıldız Teknik Ü., Atatürk İlk. ve İnk. Tar. Prog.
Hapishanenin bir cezalandırma yeri değil, topluma kazandırma ve yeniden toplumsallaştırma yeri olması gerektiği fikri 1945’ten sonra gün ışığına çıkmıştır. Ardından altmışlı ve yetmişli yıllarda, bir kısım sosyolog, hapishanenin ıslah edebilecek bir kurum olmadığı, fakat “gerekli bir kötülük” olduğu sonucuna varmıştır. Eğer bu kötülük gerekliyse, yokmuş gibi davranılamaz; hapishanelerin toplumun bir parçası olduğu kanaati ileri sürülmüştür. Bu durum devletin mahkûmla,
toplumla; suçluyla, masumiyetle kurduğu ilişkinin her zaman ve koşulda mutlak olamayacağı
gerçeğidir. Gardiyanların, devlet hizmetine içkin mevzuat ve yönetmelikler kapsamında mahkumların ıslahı, iyileştirilmesi ve rehabilitasyonu süreçlerine dahil edilmeleri, kamu, sosyal hatta
insanlık hizmeti adı altında inisiyatileri iletişim biçimlerini dönüştürmüştür. Gardiyanlara öznelikleri iade edilerek; meslek onurları inşa edilerek ve kutsanarak mahkûmun ahlaki nesneleşmesinin önü açılmıştır. Hapishaneler, ceza sisteminin bir parçası olarak adli, idari, hizmet, eğitim, tıp
gibi farklı alanlarla/kurumlarla bağlantılarına ilişkin karşılaştırmalı değerlendirmelere zemin hazırlamıştır. Bu zeminin kayganlığı, tabakalı ve kaotik yapısı ilişkilerin iktidarla bağlantısını da manipülasyona açık hale getirebilmektedir.
Sosyal iyileşmeler olarak tarif edilen, toplumun hastalıklı/patolojik tarafının tedavisi, treatmanı gibi her normalleştirme pratiğinde göze çarpan, bilginin yönettiği ve rasyonelliğin tekilliği ile biçimlenen metodolojilerdir. Söz konusu metodların insanı nesneleştiren, eğip, büken, inceleyen, deneyleyen ilişki ve iletişim biçimleri için ne söyleyebiliriz? Teorik yaklaşımların uygulamalardaki yetersizlikleri, memnuniyetsizlikleri ya da niyetsizlikleri hapishanelerin insansızlaştırılamayan gerçekliğini mi ortaya koymaktadır? Hapishane hayatı olan mahkumla, iş hayatı hapishane
olan gardiyanın iletişimlerine sağaltıcı işlevler yükleyen deneyimler nasıl edinilmektedir? Çalışmada hapishanelerde görev alan gardiyanların, mahkûmlarla kurdukları iletişimin kuramsal dili,
söylemin inşası ve yeniden üretimi örnekler üzerinden irdelenecektir.
Medya’da Tıbbi Söylem Aracılığıyla
Bedensel Formların Denetlenmesi
Araş. Gör. Meral Timurturkan, Akdeniz Ü., Fen-Edb. F. Sosyoloji B.
Toplumsal yapıda ve kültürel değerlerde ortaya çıkan değişimler, bedenin görünümüne ilişkin algılara da yansır. Bunun en önemli göstergesi tarihsel süreç içinde bedensel formlara ilişkin
değişen algılardır. Günümüz tüketim toplumu da bu algılara göre bedeni değiştirmiş, dönüştürmüş ve beden üzerinde uygulayacağı politikaları belirlemiştir. Çünkü günümüzde bedenleri düzenlemek, onlar üzerinden söylem oluşturmak önemli bir uğraş alanı haline gelmiş ve bedenler
yeniden yapılandırılmaya çalışılmıştır. Modernizmle başlayan ve bedeni bir proje olarak gören
anlayış tüketim kültürü içinde de devam etmiş, bedeni değiştiren ve onun üzerinde denetim kuran farklı söylemler gelişmiştir. Bunlardan biri bedenin görünümü kadar onu sağlıklı işleyişini dile
getiren, görünümü sağlıkla bütünleştirmiş olan tıbbi söylemdir. Tıbbi söylem, uzaman hekimle12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
77
rin görüşlerine başvurularak üretilmiş ve içinde bilgi-güç ilişkisini barındıran söylemlerdir. Özellikle tıbbi güce başvurularak oluşturulan “sağlık söylemi”, içinde siyasi, tıbbi, kültürel, toplumsal,
ticari birçok ilişkiyi barındırmaktadır. Günümüz tüketim kültüründe tıbbi söylemi popülerleştirerek yaygınlaştıran en önemli araç medyadır.
Bu çalışma medyada bedensel formlara ilişkin üretilen tıbbi söylemler üzerinde durmayı
amaçlamaktadır. Bu amaç doğrultusunda çalışma teorik ve analiz olmak üzere iki aşamadan oluşmaktadır. Çalışmanın teorik kısmını tarihsel süreç içinde bedensel formlarda ortaya çıkan değişimler ve günümüz tüketim toplumunda zayılık- sağlık gibi formlar arasında kurulan ilişki, gündelik hayatın nasıl tıbbileştirildiği, sağlığın kültürel ve tıbbi yönüne yapılan vurgu oluşturmaktadır. Aynı zamanda tıbbi bilginin beraberinde getirdiği güç ve iktidar ilişkisi bu bölüm içinde tartışılacaktır. Çalışmanın ikinci kısmında ise Hürriyet, Posta ve Radikal gazetelerinin sağlık köşelerinde düzenli yazan Osman Müftüoğlu, Ender Saraç ve bu aylar boyunca Radikal’e konuk yazar olarak katılan Serap Güzel’in köşe yazıları çerçeve yöntemi kullanılarak analiz edilmiştir. Çalışmanın
örneklemi Mart-Nisan 2010 olarak sınırlandırılmıştır. Tıbbi bilgi yardımıyla bedene dayatılan çeşitli disiplin stratejileri ve bunların amaçları, zayılık-sağlık-diyet arasında kurulan ilişki söz konusu
yazılarda nasıl işlendiği araştırılmaya çalışılmıştır.
78
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
16. OTURUM
MEKAN VE TARİH
Tarih Yazımı ve İdeolojinin Uzamsallaşması Olarak
Keçiören Vakası
Doç. Dr. Aslı Yazıcı Yakın, Ankara Ü., Antropoloji B.
Arş. Gör. Ceren Aksoy Sugıyama, Ankara Ü., Antropoloji B.
Bu bildiri Keçiören Belediyesi tarafından ilçe merkezinde 2005 yılında yapılan Estergon Kalesiyle çevre düzenlemesini, bir tarih yazımı girişimi, muhafazakâr-neoliberal planlama ideolojisinin uzamda cisimleşmesi ve bu doğrultuda bir ortak bellek ve topluluk inşasına ilişkin tasarının
ürünü olarak okumayı hedelemektedir. Macaristan’daki adaşıyla mimari benzerlik taşımayan Estergon Kalesi, surlarıyla çevredeki konut alanlarına kadar uzanırken Özbek, Kırgız, Semerkant, Osmanlı sofraları ve zaman dışı bir Türk kültürünün simüle edilmeye çalışıldığı müzesiyle de kurgusal bir Türklük ve Osmanlılık uzamına işaret eder. Kültür Merkezinin giriş katında “Türkiye’de ilk
defa boyundan kalçaya kadar ovma, vurma, sıvazlama Shiatsu ve Tahi masajı” yaptığı söylenen
masaj koltuğunda gergin kaslar gevşetilirken, duvar boyunca yer alan “Yüksel Türk senin için yüksekliğin hududu yoktur, işte parola budur” yazısı okunabilir. Kaleden aşağı inildiğinde önündeki
alana bir Atatürk heykeliyle, tarihteki kimi Türk liderlerine ait 16 büstün sıralanmış olduğu Keçiören Belediye binasına gelinir. Cumhuriyet Caddesinin karşı yakasında ise içinde simüle edilmiş
Orhun Anıtlarını barındıran bir açık hava müzesi oluşturulmuştur. Tüm bu düzenlemenin labirentinden geçip, Fatih Caddesi boyunca inşa edilmiş yapay şelale ve Tuna göletinin önünden kaleye ulaşacak kişinin, güzergâhı üzerinde dizilmiş, görece daha az önem taşıyan diğer kutsal yerler/
nesneleri de ziyaret eden bir hac yolcusu gibi, tarihe ve değerlere saygı ile dolması, hürmet duygularının artması beklenebilir, ancak ana mabet ziyaret edilip geri dönülürken, Çubuk Çayı’nın yanında monoblok bir görüntü sergileyen Migros alışveriş merkezi ile karşılaşılacaktır. Topluluk ile
ilişkisini anakronik biçimde bugün tasarlanmış ve kayaların üzerinde yükselen bir kaleyi arkasına
alarak üstlenen belediye binasıyla, söz konusu düzenleme, iktidar odağının arzuladığı neoliberalmuhafazakâr ilişkiler bütünü olarak “mekânın temsiline” tekabül eder.
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
79
Eskişehir’in Bir Yer Olarak Tarihsel Kuruluşu: 1908–1980
Yrd. Doç. Dr. Nadide Karkıner, Anadolu Ü., Sosyoloji B.
Bu bildirinin konusu Eskişehir’in bir yer olarak tarihsel kuruluşudur. Kentin bir yer olarak kuruluşunun temelinde Osmanlı geçmişi ile ilişkisini kesmek isteyen cumhuriyet Türkiye’sinin ekonomik, ideolojik ve siyasal iddiaları yatar. Yeni cumhuriyetin modernist ve laik yapılanması kentte
dini yapının egemenliğini temsil eden ve ilk yerleşim yeri olan Odunpazarı’nı görmezden gelir.
Dolayısıyla kentin gelişim eksenini devletin kurduğu şeker ve basma fabrikalarının yanı sıra
1930’larda devlet sermayesi ile kurulan demiryolu oluşturur. Bu kuruluşlar yeni ve modern bir yaşam tarzı oluşturmakla kalmaz, Şeker, Sümer ve Raykent gibi yeni mahalleler ortaya çıkarır. Sümer Mahallesi adını yeni kurulan Sümerbank basma fabrikasından alırken, Şeker mahallesi ise Şeker fabrikasından alır. Bu mahallelerle birlikte fabrikalar kendi bandoları ve tiyatroları ile özellikle 1950’ler ve 1960’larda kentin kültürel yaşantısına önemli katkılar sunar. Batılı ve modern yaşam
tarzı kentin yeni mahallelerinin kimliğini oluştururken, Odunpazarı geleneksel ve dini yaşam tarzının yeri haline gelir.
1960 ve 1970’lerde Eskişehir güçlü sendikaları ile bir işçi kenti haline gelir. Kentin siyasallaşmış bağlamına gelişen bir entelektüel yaşam eşlik eder. Sonuç olarak Eskişehir devlet ideolojisi
tarafından ekonomik, siyasal ve kültürel bir kent olarak yeniden kurulur. Cumhuriyetçiler birçok
dini yapıyı görmezden gelirken, muhafazakarlar tiyatroları, sinemaları ve opera binalarını görmezden gelirler. Eskişehir 1960’larda futbol takımı ve stadyumlarda maç seyreden kadın taraftarları ile meşhur olur.
Eskişehir, eski ile yeni arasında, modern ile geleneksel arasında ekonomik, siyasal, ideolojik
ve kültürel olarak bölünür. Bu bölünme kentin yaşayanlar için bir uzam olarak kurulmasını olanaksız hale getirir. 1990’lar la birlikte fabrikaların özelleştirilmesi, Odunpazarı’nın turistik bir gezi alanına dönüşmesi, fabrikaların adını taşıyan işçi ve mühendis mahallelerinin spekülatif alanlar haline dönüşmesi kentin uzamsal kuruluşunu olanaklı hale getirir.
Bu bildiri Eskişehir’in 1980’lere kadar olan ekonomik, siyasal, ideolojik ve kültürel bölünmesini ve bir yer olarak kuruluşunu tartışacaktır.
Bir Mekânın Değişim Öyküsü:
Evvel Zaman İçinde Vatan Kıraathanesi
Dilek Metin-Sert, Antalya Kent Müzesi
Antalya’nın Yenikapı semtinde bulunan ve Erken Cumhuriyet Dönemi münevver insan/erkek modelinin kendini ifade ettiği bir mekân olan Vatan Kıraathanesi’nin değişimi üzerine olan bu
çalışmada; Vatan Kıraathanesi’nin mübadele öncesi, sonrası ve yıkılışı üzerine sözlü tarih anlatılarından yola çıkarak yüklendiği anlam ve geçirdiği değişim ülke tarihindeki değişimler ile paralellikleri çerçevesinde incelenecektir.
80
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
17. OTURUM
PLANLAMA OTURUMLARI
PLANLAMAYA YAKLAŞIMLAR
Planlama ve Piyasa: 21. Yüzyıl ve Sonrası
Dr. A. Yavuz Ege
20. yüzyılın başları, planlama fikrinin güçlü bir biçimde ortaya çıktığı ve gelişip yayıldığı
yıllardır. Bunda kapitalizmin yaşadığı ve tüm dünyaya yaşattığı bunalımların yanı sıra kapitalist
sisteme getirilen eleştiriler temelinde oluşan sosyalist birikimin önemli boyutlara ulaşmış olması da önemli bir etken olmuştur. Bu yüzyıl sosyalist planlamanın yanı sıra piyasayı bütünüyle
dışlamayan bir planlama yaklaşımına da tanıklık etmiştir. Türkiye bu ikinci tür planlamanın uygulama alanı bulduğu bir ülkedir. 1980’li yıllar ve sonrası, dünyada ve Türkiye’de piyasanın öne
çıktığı ve plan fikrinin gözden düşürüldüğü bir dönem olmuştur. Bir taraftan, dünyanın piyasa güçlerinin egemen olduğu yeni bir entegrasyon sürecine doğru yol aldığı ve bu tür bir küreselleşmenin tüm sorunları çözeceği şeklindeki köktenci görüş yayılırken, çevre ile ilgili olanlarda görüldüğü gibi, kontrolsüz piyasa güçlerinin yarattığı küresel sorunlar giderek çok daha belirgin bir hal almıştır. Ayrıca, küreselleşmeden en büyük çıkarı gelişmiş kapitalist ekonomilerin
sağlaması beklenirken, pek de hesapta olmayan bir şekilde Çin faktörü ortaya çıkmıştır. Ve nihayet, 21. yüzyılın başında anglo-saxon kapitalizminin çöküşü ile birlikte yeni arayışlar dünya
gündemine oturmuş bulunuyor. Bu arada Türkiye, yüksek işsizlik, yüksek ödemeler dengesi açığı gibi plansız bir ekonominin tipik sorunlarıyla karşı karşıyadır. Bu çalışmada, günümüz dünyasına egemen olan kargaşada dünyayı ve Türkiye’yi nelerin beklediği, olası gelişmeler ve çözüm
önerileri tartışılmaktadır.
Anahtar Kelimeler: planlama, piyasa, küreselleşme, kriz
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
81
Piyasalar, Kamu Müdahaleleri ve Planlama Yaklaşımları:
Türkiye Planlama Deneyimi
Doç. Dr. Adil Temel
İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki planlama uygulamaları değerlendirildiğinde, piyasayı esas
alan ve özel sektörü yönlendirmede seçici bir yaklaşım uygulayan ve kamu yatırımları için makro
çerçeve ortaya koyan ülkelerin emredici yaklaşımı uygulayanlara göre daha başarılı olduğu görülmektedir. Gelişmekte olan ülkelerde plan uygulamasının, iç tasarruları artırarak sermaye birikiminin hızlandırılmasına ve sanayileşmeye katkısı olumlu bulunurken, ihracatın ve istihdamın artırılması, gelir dağılımının iyileştirilmesi ve bölgesel gelişme konularında yeterince başarılı olamadığı
görülmektedir. Benzer bir değerlendirmeyi ülkemiz planlama tecrübesi için de yapabilmek mümkündür. Gelişmiş piyasa ekonomilerinde de öngörülen amaçlar ile makroekonomik ve yapısal politikaların uyumunu sağlayıcı bir teknik olarak planlama kaynak kullanımında etkinliğin artmasına
katkıda bulunmuştur.
Dışsallıklar, beşeri ve sosyal sermayenin geliştirilmesi, göreli fiyat sapmaları, artan getiri, gerice yörelere kaynak tahsisi, sağlık, eğitim ve çevre, bilim ve teknolojinin geliştirilmesi, kamusal
mal ve hizmet üretimi, gelir dağılımının iyileştirilmesi konularında piyasa mekanizmasının yetersizliği nedeniyle kamu müdahalesi ve planlamaya ihtiyaç devam halen etmektedir. Ayrıca, sermayenin kıtlığını esas alan Keynesyen büyüme modelleri ile büyümeyi önemli ölçüde teknolojik gelişme ile açıklayan Schumpeteryen, Solow ve içsel büyüme modellerinde de kamu yönlendiriciliğine ihtiyaç bulunmaktadır.
Küreselleşme sürecinde de seçici kamu müdahalesi uygulayan ülkeler, büyüme ve yerel
teknoloji kapasitelerini artırabilmeleri bakımından serbest piyasa ekonomisi uygulayan ülkelere
göre daha başarılı olmuşlardır. Yine, DTÖ ve ikili anlaşmalar, hali hazırda gelişmekte olan ülkelere
sanayileşme ve teknoloji politikalarını uygulamada belirli bir serbestlik alanı bırakmaktadır. Ayrıca, son küresel krizden çıkış için uygulanan politikalar da, Keynesyen kamu müdahalelerinin gerekliliğini göstermiştir.
Dünyada ekonomik güç merkezi batıdan doğuya kaymakta ve çok kutuplu bir yapı ortaya
çıkmaktadır. Dünya ekonomik büyümesinde gelişmekte olan ülkeler daha belirleyici olmakta ve
bunların kendi aralarındaki ticaretin hacmi gelişmişlerde yaptıkları ticareti aşmış bulunmaktadır.
Uluslararası ekonomik düzen ve para sistemi tartışma konusu olurken, uluslararası sermayenin
ve nüfusun yapısı da değişmektedir. Ülkemizin bu gelişmeleri yakından izlemesi, AB üyeliği perspektifi kaybedilmeden yurt içi tasarruların artırılması, ihracat ve üretimin yapısının orta ve yüksek teknoloji ağırlıklı ve yüksek katma değer üretecek bir yapıya dönüştürülmesi gerekmektedir.
Ülkemizin, yurt içi yatırım eğiliminin dolayısıyla tasarruf eğiliminin düşüklüğü, yüksek işsizlik, artan cari işlemler açığı ve büyüyen dış borç stoku gibi temel sorunları mevcuttur. Söz konusu sorunlara çözüm getirebilecek strateji ve politikaların tutarlı bir şekilde hazırlanıp uygulanabilmesi için planlamaya olan ihtiyaç devam etmektedir. Dünyadaki benzerler kurumlarda olduğu
gibi yatay bir örgüt yapısına, sınırlı sayıda yaratıcı bir uzman kadrosuna sahip olması gerekli Planlama Kurumunun, kısa ve orta vadede planlama işlevinde yoğunlaşırken, uzun vadede stratejik
düşünce üretim kurumuna dönüşmesinde yarar bulunmaktadır.
Anahtar Kelimeler: Piyasalar, Kamu Müdahalesi, İktisadi Planlama, Planlama Teşkilatları.
82
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
Yirmibirinci Yüzyılda Ulusal Planlamayı Yeniden Düşünmek
Dr. Suat Özeren, Devlet Planlama Teşkilatı
Türkiye’de kapitalizmin kendini yeniden üretebilme sürecinin önemli unsurlarından olan
devletçilik ve planlama günümüzün toplumculuk ve bağımsızlıkçılıktan arındırılmış neoliberal
dünyasında tasfiye edilmesi gereken fazlalıklar olarak görülmektedir. Bugün Türkiye’de devletçilik ve planlamaya aşılmış tartışma başlıkları gözüyle bakılmakta, bu kavramlara planlı dönemde yüklenen anlamlar perspektifinden yaklaşılmaktadır.
1980’lerde uygulanmaya başlayan ve halen sürdürülen neoliberal politikalar ulusal planlamanın rolünü ve ağırlığını tümüyle değiştirerek ortadan kaldırmıştır. Bu dönemde, kaynak
tahsislerinin piyasa tarafından belirlenmesine dönük politikaların hakim kılınarak devletin kalkınmanın temel aktörlerinden biri olmaktan çıkarılması, devletin küçültülmesinin temel politika olarak benimsenmesi, sosyal devlet anlayışının ortadan kaldırılması ulusal planlama anlayışının da terk edilmesi anlamına gelmektedir.
Bu süreçte uluslararası mal ve finansal piyasalar ile bütünleşmenin artmasına bağlı olarak ulusal ölçekte karar alma mekanizmalarının büyük ölçüde ortadan kalkması ulusal planlamanın varlığını, uygulanabilirliğini mümkün kılmamaktadır. Ulusal planlama sürecinde kaynak
tahsislerini yapabilmek için büyük öneme sahip olan temel faktör fiyatları büyük ölçüde uluslararası mal ve finans piyasaları tarafından belirlenmektedir. Temel faktör fiyatlarına; mal, para,
emek fiyatlarına ve kura müdahale ya da neoliberal model içinde farklı bir uygulama kendi içinde bütünlüğü olan bu modelin işleyişinin bozulmasına neden olabilmektedir.
Sıkı sınırlamalara tabii neoliberal modeli son on yıldır ortodoks bir anlayışla uygulayan
Türkiye’de ulusal planlamayı hangi çerçevede tartışabiliriz, uygulayabiliriz, bugünkü dünya ve
ülke konjonktüründe ulusal planlamanın kapsamı, yöntemi nasıl olmalıdır, ulusal planlama neoliberalizmin aşıldığı bir durumda mı hayat bulabilecektir, gerçekliğe ulaşabilecektir? Bu bildiri bu sorulara cevap bulabilmeyi, tartışmayı amaçlamaktadır. Mayıs ayında Ankara’da düzenlenen “Yirmibirinci Yüzyılda Ulusal Planlama” başlıklı Kurultaydaki ulusal planlama tartışmalarını
sürdürmek, konunun gündemde kalmasına katkı sağlamak bildirinin yan amaçlarındadır.
SOSYAL PLANLAMA
Türkiye için bir Sosyal Stratejik Plan Önerisi
Prof. Dr. Esin Ergin, İstanbul Ü., İktisat F. Yön. ve Org. AD Baş.
Bu yüzyılın ilk on yılı, İkinci Dünya Savaşından beri dünyanın karşı karşıya kaldığı en büyük ekonomik ve sosyal krizin yaşanmasıyla başlamış bulunmaktadır. Bu krizin boyutları, ülke
yönetimlerini, ekonomik büyüme ve toplumun refahının ileriye dönük planlanmasında geçmişe göre daha farklı dünya görüşü ile farklı yaklaşımlar, ölçütler ve değerlerle yola çıkılması gereği ile karşı karşıya bırakmıştır. Sosyal planlama, toplumların gelişmesini desteklemek için tasarlanan politika ve stratejilerle ilgilidir. Ülkelerin ekonomik büyümesi, toplumsal gelişmeye
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
83
paralel olarak gerçekleşmediği takdirde gerçek bir refah toplumundan bahsetmek mümkün
değildir. Bir toplumun erişmek için çalışacağı sosyal amaçlar, hedeler ile bunlara erişmede kullanılacak olan stratejiler, ekonomik politikalardan bağımsız olarak düşünülemez. Dolayısıyla,
toplumun ilerlemesi, gelişmesi ve refahı için hangi politikaların katkıda bulunabileceğinin kararlaştırılmasında dikkate alınması gereken çok yönlü ve kapsamlı ölçütler gerekmektedir. Ölçütler, neler yapılacağının da kararlaştırıcısı olduğu için, varılacak amaç ve hedelerin saptanmasında toplumun tüm katmanlarının karara katılımı önemli bir önkoşuldur.
Bir toplumun refah düzeyinin ölçümü, toplumdaki maddi yaşam standartlarını; bireylerin
sağlık ve eğitim hizmetlerine erişebilirliğini; bireylerin iş ve toplumdaki diğer faaliyetlerini; toplumun ülke yönetimine bilinçli katılımı ve ifade özgürlüğünün yaygınlığını; bireylerin sosyal örgütlülüğünü; fiziksel çevrenin toplumsal boyutlarının saptanmasını; bireylerin ekonomik ve fiziksel güvenliklerinin varlığının ölçümünü; bireyin mevcut durumu yanında, geleceğe yönelik
beklentilerinin değerlendirilmesini de içermektedir. Bu ölçütler, toplumun ve bireyin refahının bütüncül olarak ele alınması gerekliliğini ortaya çıkarmaktadır. Bu bağlamda sosyal planlama çok disiplinli bir çalışma ürünü olmak durumundadır. Türkiye’nin bulunduğu politik, ekonomik, sosyal ve çevresel koşullar içinde, vatandaşlarının hak ettikleri çağdaş bir yaşam kalitesine ulaşabilmesi için ciddi bir planlama atılımı yapma zorunluluğu bulunmaktadır.
Sağlık Planlamasını Yeniden Düşünmek
Yrd. Doç. Dr. Gülbiye Yenimahalleli - Yaşar, Ankara Ü., Sağlık Bilimleri F.
Yalnızca hastalık ve sakatlığın olmayışı değil, fiziksel, ruhsal ve sosyal yönden tam bir iyilik hali olarak tanımlanan sağlık, toplumsal, ekonomik, siyasi ve kültürel etmenlerle sıkı bir ilişki içerisindedir. Yarım yüzyılı aşkın bir süredir temel bir insan hakkı olarak kabul edilen sağlık hakkı, devletin bireyin yaşamını sağlıklı bir şekilde sürdürmesi için gerekli önlemleri almasını gerektirmektedir. Ekonomik ve toplumsal yapının bir bütün olarak belirli amaçlar doğrultusunda yönetilmesi olarak tanımlanabilecek planlama, sağlık alanında dar ve geniş anlamda
ele alınabilmektedir. Dar anlamda sağlık planlaması, sağlık hizmetlerinin planlanması olarak
ele alınırken, geniş anlamda sağlık planlaması, sağlığın tüm belirleyicilerini dikkate alarak yapılan bir planlamadır. Geniş anlamda sağlık planlaması için ulusal sağlık politikasının da toplumun tümünün sağlıklı olmasını sağlayacak koşulları yaratma çabası içerisinde olması, diğer
bir anlatımla tıbbi bakım politikası sınırlarını aşarak sağlığın politik, ekonomik, sosyal ve kültürel belirleyicilerini göz önünde bulundurması gereklidir. Sağlık hizmetleri planlaması için birçok yöntem bulunmakta olup nüfus temelli planlama, kurum temelli planlama ve program temelli planlama başlıcaları olarak sıralanabilir. Piyasa ekonomisine bir müdahale yöntemi olan
planlama, geçmiş yarım yüzyıl içerisinde sağlık alanına önemli katkılarda bulunmuştur. Ancak
yaklaşık çeyrek yüzyıldır planlamanın yerini alan piyasa, sağlık hakkını ortadan kaldırmakta ve
eşitsizlikleri arttırmakta sınır tanımamayı sürdürmektedir.
Çalışma, Türkiye’de yarım yüzyıllık bir deneyime sahip sağlık planlamasını, kapitalist planlama deneyimi ile sınırlı tutarak incelemeyi amaçlamaktadır. Bu çerçevede sağlık planlamasının
gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerdeki deneyimleri ele alınacak, sağlıkta piyasa yerine planlamanın yeniden gündeme getirilmesinin önemine vurgu yapılacak ve Türkiye için bir yol haritası önerilecektir.
84
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
Sosyal Politikanın Neo-Liberal Dönüşüm Sürecinde
Sosyal Planlama
Doç. Dr. Seyhan Erdoğdu, Ankara Ü., SBF Çalışma Eko. ve End. İlişk. B.
Türkiye’de sosyal planlama esas olarak 1960 sonrası Kalkınma Plancılığı sürecinin bir parçası olarak gündeme gelmiştir. Nüfus, işgücü, çalışma koşulları, eğitim, sağlık, sosyal güvenlik,
sosyal koruma, kentsel, kırsal ve bölgesel yerleşme, içme suyu gibi bazı temel altyapı hizmetleri, sosyal planlama konuları olarak ele alınmıştır. 1980 sonrasındaki neo-liberal dönüşüm sürecinde ise, sosyal planlama alanları, başta IMF ve DB olmak üzere küresel kapitalizmin güç
odaklarının mali baskısı altında ve neo-liberal politika transferine aracılık eden epistemik toplulukların yönlendirmesinde yeniden yapılandırılmış, ticarileştirilmiş ve özelleştirilmiştir. Bu sürece paralel olarak, 1980 sonrasında sosyal planlama nitelik değiştirmiş, sosyal sektörlere yönelik neo-liberal değişim projeleri, plan belgelerinde ağırlık kazanmıştır. Planın ekonomik öngörüleri gibi sosyal öngörüleri de, AB’ye üyelik sürecinin gerektirdiği Katılım Öncesi Ekonomik
Program ve Uyum İçin Stratejik Çerçeve gibi dokümanların yanında, başta Orta Vadeli Program
olmak üzere diğer ulusal ve bölgesel plan ve programlar ile sektörel ve kurumsal strateji belgelerindeki sosyal öngörülerin dayanağını oluşturmaktan çok, bütün bu belgelerin ortak yaklaşımı olan neo-liberal dönüşümün özelliklerinin bir bileşkesi niteliğindedir. Planlama sürecinde
öne çıkan bir başka husus da, makro düzeyde uygulanan yeni liberal politikaların sonucu olarak artan işsizlik, yoksulluk ve sosyal dışlanmaya karşı politikalar önerilmesidir. Bu tür politikaların geliştirilme ve uygulama süreçlerine STK’ların katılımının da öngörülmesi ile katılımcı bir
planlama modeli yaratıldığı izlenimi verilmektedir.
SANAYİ VE ENERJİ
PLANLAMASI
Sanayileşme Nasıl Olmaz?
Ya da Türkiye Sanayi Strateji Belgesi (2011–2014)
Dr. Serdar Şahinkaya, Ankara Ü., SBF
Bildiri ile Türkiye Sanayi Strateji Belgesi (2011 – 2014) hakkında bir içerik çözümlemesi amaçlanmaktadır. Altı bölüm halinde tasarlanan bildiride, belgede öne çıkan hazırlanma süreçleri, vizyon, genel amaç ve stratejik hedeler, bölgesel gelişmeler ve KOBİ’lerin finansmana erişimi ile belgenin bir numaralı eki olan eylem planı üzerinde durulacaktır.
Sanayileşme ana eksenli topyekûn bir iktisadi kalkınma heyecanını yaratmak önemlidir. Bu
heyecanı yaratmak kadar, yeniden toplumun bütün katmanlarına yayabilmek için, sanayileşme
gibi derin ve tarihsel kökenleri olan olguyu, ülkenin temel amacı haline getirmek gerekmektedir. Bu belgedeki gibi kısa dönemli strateji/ler böyle bir heyecanı yaratamaz. Sanayi sektörünün
gelişme dinamiklerine, milli gelire katkısı açısından bakılmalıdır. Belgede hâkim olan toplam ihracat içinde sanayi ihracatının payının olumlu bulunması, imalat sanayi ihracatının yoğun ithalat
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
85
bağımlılığı düşünüldüğünde gerçeğin örtülmesi anlamına gelir. 1980 yılında sanayi sektörünün
GSYİH içerisindeki payı yüzde 19,6 idi. Bu oran 1980 – 1986 döneminde yaklaşık olarak 7 puan artış gösterdikten sonra nerede ise sabit / sıkışmış bir düzeyde günümüze kadar gelmiştir. Günümüzde bu oran yüzde 26-27 bandında salınmaktadır.
Türkiye kendi ufkunu çizebilen, strateji oluşturabilen, Dünya Ekonomisinden ve dünyanın
örgütlü baskısından neler gelebileceğini kestirmek, esnekliğe sahip olmak ve bir takım ‘kırmızı
çizgileri’ni çizebilmek, toplumun üretici ve yaratıcı güçlerini harekete geçirmek için mutlaka tüm
dogmalardan (iktisadi dogmalar da dâhil) arınmalı ve bir anlamda aklın seferberliği olan planlamayı yeniden düşünmelidir. Sanayileşmesini başarı ile tamamlamış ülkelerin sunacağı modeller
yanında, Cumhuriyetimizin parlak sanayileşme süreçlerindeki stratejik tercih örnekleri de, hâlâ
esin kaynaklarımız arasında olabilir.Hatırlanmalıdır ki, “Akan suda iki kere yıkanılmaz sözü eskidir.
Eskiyi birebir yaşayabilmenin olanaksızlığını insan unutursa, bu sözü hatırlamalıdır. Ama eskinin
ciddi birikimi, onu silme çabalarıyla yüzleşip yeni birikimleri filizlendirir. İnsan bunu da unutmamalıdır”.
İmalat Sanayisinin Performansı,
Yapısal ve Mekânsal Analizi
Oktay Küçükkiremitçi, Türkiye Kalkınma Bankası, Ekonomik ve Sosyal Araştırmalar Müdürü
Bildiride Türk İmalat Sanayisinin seçilmiş göstergeler bazında ve 2005-2010 dönemi için alt
sektörler bazında performansının değerlendirmesi, imalat sanayi alt sektörlerinin birbirleri ile etkileşimleri ve sektörlerarası bağımlılıkları ile sektörel istihdamlar baz alınarak kümelenme yaklaşımı ile mekânsal dağılımı değerlendirilecektir.
Üç ana bölüm halinde tasarlanan bildirinin ilk bölümünde, imalat sanayinin 2005 ve 2010 yılına ilişkin temel göstergeleri ve gelişimi incelenerek, 2005-2010 dönemi için de alt sektörler bazında tarafımızca geliştirilen bir yöntemle sektörel performans değerlendirmesi yapılacaktır. Burada kullanılacak kriterler (alt sektörler bazında) üretim endeksi, kapasite kullanım oranı, ihracat,
dış ticarette rekabet gücü, istihdam endeksi, üretimde çalışan kişi başına kısmî verimlilik endeksi
ve üretici fiyatları endeksidir.
Bildirinin ikinci bölümünde 2002 yılı Girdi – Çıktı tabloları kullanılarak, imalat sanayi alt sektörlerinin birbirleri ile etkileşimleri, bağlantıları, sektörler arası bağımlılık ve üretimin ithalata bağlılığı kavramları bazında imalat sanayi ve alt sektörlerinin yapısal analizi gerçekleştirilecektir.
Bildirinin son bölümünde ise, kümelenme kavramı çerçevesinde ve Düzey 2 bölgeleri bazında
İmalat Sanayinin mekânsal dağılımı analizi irdelenecektir. Bu bölümde, imalat sanayinin alt sektörlerin yoğunlaştığı bölgelerin yanı sıra, bölgelerde yoğunlaşan imalat sanayi sektörleri ve yoğunlaşmanın teknik detaydaki analizi de sunulacaktır.
Bildiri ile amaçlanan, Türk İmalat Sanayisinin farklı cephelerden görünümünü (ve gelişimini) ortaya koymak ve sanayileşme stratejilerinde izlenebilecek politika demetlerinin oluşturulabilmesi için yapılacak değerlendirmelere baz teşkil edebilecek bazı analitik bulguları ortaya koymaktır.
86
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
Türkiye Enerjide Nereye Gidiyor ?
Oğuz Türkyılmaz, TMMOB Makina Mühendisleri Odası Enerji Çalışma Grubu Başkanı
Bildiride enerjide artan dışa bağımlılık konusunda bilgi verilmekte,artan enerji ithalat faturasına değinilmekte,elektrik kurulu gücünün gelişimi,kurulu gücün kuruluşlara ve kaynaklara göre dağılımı incelenmektedir.Elektrik enerjisi sektöründeki özelleştirme süreciyle ilgili bilgi
verilmekte,sektörün özel tekellere devredilmekte olduğu anlatılmakta,enerjide dışa bağımlılığı
daha da arttıracak yeni ithal kömür ve doğal gaz santralları projeleri irdelenmektedir.Enerji sektöründe politika ve paradigma değişikliklerine ihtiyaç olduğu vurgulanmakta,değerlendirilmeyi
bekleyen yerli ve yenilenebilir enerji kaynakları potansiyelinin altı çizilmekte,yerli enerji ekipmanları üretimine olan ihtiyaçtan söz edilmekte ve enerji sektörünün yeniden yapılandırılmasının gereği belirtilmektedir.Bildirinin son bölümünde ise enerji sektöründe izlenmesi gereken politikalar
konusunda kapsamlı öneriler yer almaktadır.
Küresel Politikaların Etkisi Altında
Türkiye’nin Enerji Politikaları:
Mevcut Durum, Sorunlar, Çözüm Önerileri
Necdet Pamir, ASAM Genel Koordinatörü
Enerji, ülkelerin ekonomik ve toplumsal gelişimlerinin vazgeçilmez girdisi ve gereksinimidir.
Enerji kaynakları ile bunlardan elde edilen enerjiye erişim, ülkelerin gelişim düzeylerini olduğu kadar, ekonomik ve ulusal güvenliklerini de doğrudan etkileyen, bağımsız ve çağdaş toplumlar açısından yaşamsal bir olgudur. Enerjinin güvenilir kaynaklardan, yeterli, zamanında, kesintisiz, ödenebilir, temiz ve kaliteli biçimde sağlanabilmesi; ayrımsız tüm insanlar için, su ve hava
kadar gerekli bir temel haktır. Enerjinin üretilmesi ve tüketilmesi süreçlerinde, sıraladığımız bu
temel hususlardan birinin ya da birden fazlasının sağlanamaması, enerji güvenliğimizi ortadan
kalkması anlamına gelmektedir. Bu nedenle, enerji politikalarımız, bu yaşamsal gerekliliklerin bir
arada sağlanmasına odaklanacak biçimde tasarlanmalı, planlanmalı ve uygulanmalıdır.
Enerji alanının bir diğer önemli niteliği, yaşamın sürdüğü hemen her alanla ilgili olmasıdır.
Enerji politikaları belirlenirken; dış politikadan güvenlik politikalarına, ekonomiden sanayi ve tarım politikalarına, çevre politikalarından hukuki düzenlemelere ve eğitim politikasına kadar uzanan çok geniş bir yelpazede, bu alanların birbiri ile vazgeçilmez ilişkileri dikkate alınmalıdır.
Sağ iktidarların enerji politikaları, yandaş şirketlerin zenginleşmesine yarayan ve enerji alanını salt ticaretin bir aracı olarak gören politikalar olmuştur. Enerjinin stratejik önemi, tam bağımsızlık için vazgeçilmez konumu ısrarla gözden kaçırılmaktadır. Enerji kaynakları sıradan varlıklar olarak tanımlanmakta ve sadece alım satım işlerinin unsuru olarak gösterilmeye çalışılmaktadır. İmzalanan uluslar arası anlaşmaların ülkemiz açısından taşıyabileceği sakıncalar yerine, özel şirketlere sağlayabileceği yararlar belirleyici olmaktadır. Oysa tüm bu uygulamalarda, temel hedeler,
ulusal çıkar ve kamu yararı olmalıdır.
Enerji politikalarının nasıl belirlenmesi, neyi hedelediği ve neleri kapsaması gerektiği hususunda, genel geçer doğruları sıralamakla, bu gereklilikleri yerine getirmek arasında, en azından
ülkemizin pratiğinde büyük uçurumlar vardır. Özelleştirmeyi, serbest piyasaları “her derde deva”
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
87
gören sağ iktidarlar, bu ilkeleri sıralayıp, ülkenin yaşamsal kurum ve kuruluşlarını yok pahasına elden çıkarmışlar ve Türkiye’yi enerjide % 72 dışa bağımlı hale getirmişlerdir. Enerji ithalatı, cari açığın en önemli nedenlerinden biri haline gelmiştir. Petroldeki bağımlılığımız % 92, doğal gazdaki
bağımlılığımız ise % 98’dir.
Oysa ülkemiz, gerek yerli ve yenilenebilir enerji kaynakları ve gerekse insan kaynakları bakımından, bölgedeki en zengin ülkeler arasındadır. Halen tükettiğimiz brüt elektriğin 4 katı kadar
yerli ve yenilenebilir kaynak ile enerji verimliliğinden (talep tarafı yönetimi) sağlanabilecek, “kullanılmamış” kaynağımız mevcuttur. Çözüm vardır; bu çözüm de yerli ve yenilenebilir kaynaklara
öncelik veren, insanca kalkınmayı, sürdürülebilir bir yaşamı hedeleyen, planlı bir enerji politikasıdır. Sürdürülebilir büyümeyi ve planlı kalkınmayı sağlayacak kaynaklarımız vardır.
TEKNOLOJİ
VE
PLANLAMA
Jan Nahum
Türkiye’de Nanoteknoloji Politikaları ve Planlama
Prof. Dr. Hacer Ansal, Işık Ü.,
Çağımızda bilişim teknolojilerinin yarattığı büyük değişimi takiben nanoteknolojinin de çok
ciddi teknolojik gelişimler ortaya çıkaracağı ve 2025 yılı itibariyle hayatımızı büyük ölçüde etkileyeceği düşünülmektedir. Günümüzde nanoteknoloji hem sanayileşmiş hem de gelişmekte olan
ülkeler için stratejik bir önem taşımaktadır ve bu konuda çeşitli ulusal teknoloji politikaları geliştirilmektedir. Tübitak’ın 2023 Vizyon Programı’nda “zamanında sanayi ve mikroelektronik enformatik devrimlerini yakalayamamış olan ülkemiz için, nanoteknoloji bir son fırsattır” denilmektedir. Bu çalışmada, nanoteknolojinin bazı spesifik özelliklerine değinildikten ve bunun teknoloji
politikalarına olası yansımaları tartışıldıktan sonra, nanoteknoloji politikası konusunda ülkemizde gelinen noktanın tesbit edilmesine çalışıldıktan sonra bu konuda büyük mesafeler almaya
başladığı görülen Çin’de nasıl bir planlamaya gidildiği irdelenecektir.
88
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
18. OTURUM
FİNANSALLAŞMA VE RİSK YÖNETİMİ
ABD Ekonomisinin Yapısal Sorunları ve Kriz
Özgür Orhangazi, Kadir Has Ü., İİBF İktisat B.
Bu tebliğde ABD ekonomisinin içinden geçtiği ‘büyük durgunluğun’ yapısal nedenleri tartışılacaktır. Krizin nedenleri üzerine giderek çeşitlenen literatürde iki ana eğilim tespit etmek mümkündür. Bunlardan birincisi, krizi giderek kontrol dışına çıkan finansal unsurlar, deregülasyon ve
spekülasyonun bir sonucu olarak açıklama yoluna giderken ikincisi, reel ekonomideki bir takım
sorunların krizin ana nedeni olduğu görüşünü savunmaktadır. Bu çalışmada ise, 1980 sonrası
ABD ekonomisinde finansal sektörün rolünün reel sektörle ilişkisi itibariyle giderek daha karmaşık ve çelişkili bir hal aldığı ve dolayısıyla literatürde yapılan finansal-reel ayrımının gözden geçirilmesi gerektiği vurgulanacaktır. Finansal sektördeki dönüşümler, deregülasyon ve artan spekülatif faaliyetler, bir yandan reel sektördeki sorunlar tarafından yönlendirilirken bir yandan da farklı
mekanizmalar aracılığıyla bu sorunlara hem katkıda bulunmuş ve hem de geçici çözümler sunabilmişlerdir.
Bu çelişkili ilişki, hanehalkları, finansal olmayan işletmeler, finansal varlık spekülasyonları ve
küresel dengesizlikler arasındaki ilişkiler üzerinden incelenecek ve süregiden durgunluğun yapısal nedenleri, finansal ve reel kesimler arasındaki ilişkiler üzerinden tartışılacaktır. Böylelikle, gerek krizin gidişatı gerekse de krize karşı uygulanan iktisadi politikaların potansiyel sonuçları üzerine fikir yürütmek mümkün olacaktır.
Devletin Finansallaşması: Bir Çerçeve Denemesi
Araş. Gör. Ali Rıza Güngen, ODTÜ İİBF Siy.Bil. Kamu. Yön. B.
2007-2009 kredi çöküşü ve takip eden finansal kriz sonrasındaki kurtarma operasyonları finansal sektörün kayıplarının toplumsallaştırılması için devlet müdahalesinin önemini bir kez
daha gözler önüne sermiştir. 1960’lardan itibaren finansal işlemlerin ve finansal sektörün küresel
ekonominin gidişatı ve genel olarak toplumsal ilişkilerde giderek daha fazla önem kazanmasına
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
89
eleştirel bir yaklaşım getiren finansallaşma tartışması krizin nedenleri ve seyrinin anlaşılması yönünde önemli bir zemin sunmasına karşın devlet müdahalesinin niteliği üzerine kapsamlı bir çerçeve ve kavramsal bir tartışma barındırmamaktadır. Bu eksiklik kısmen disiplinler arası bölünmenin sosyal bilimlerdeki diyaloğu kısıtlayıcı etkisinden, kısmen de devlet müdahalesinin öneminin
kabulünü ifade eden kısmi referansların yeterli görülmesinden ileri gelmektedir.
Oysa 1970’lerde dünya pazarı ve ulus-devletin dönüşümü üzerine başlayan eleştirel devlet tartışması, devlet müdahalesinin toplumsal ilişkilerin çelişik karakterinin yeniden üretilmesini
sağladığı ölçüde hem kapitalizmin yeniden üretimi doğrultusunda kritik önem arz ettiğini, hem
de bizzat müdahalenin, çelişkileri uzlaştırmaktan ziyade yeniden üreten bir rol oynadığını vurgulamıştır. Bu tartışmanın ışığında “devletin uluslarasılaşması” ve ekonomi yönetiminin siyaset dışılaştırılması” kavramlarıyla karşılanmaya çalışılan finansallaşma sürecinde devletin yeniden yapılandırılmasına ilişkin dönüşümleri “devletin finansallaşması” olarak kodlamak bahsedilen finansallaşma tartışmasına bir katkı sunabilecektir.
Böyle bir kavramsal tartışma ve bir çerçeve denemesi iki noktada ön açıcı olmayı vaat etmektedir: Birincisi erken kapitalistleşen ülkelerde finansallaşma süreci türev piyasalar ve borsalar üzerinden yol alırken geç kapitalistleşen ülkelerde kamu borç kağıtları ve kamu borç piyasası
daha fazla önem arz edebilmiştir. Finansal piyasaların derinleşmesi yönlü devlet müdahalesi de
dikkate alındığında geç kapitalistleşen ülkelerde faiz getiren sermaye biçimi olarak borç kağıtlarının daha ön planda olduğu bir finansallaşmanın bizzat devlet öncülüğünde başladığını söylemek
mümkün görünmektedir. İkincisi her iki ülke grubunda da finansal getirinin meşru görülmesini
destekleyecek bir yasal zeminin oluşturulması ve kriz ya da istikrarsızlık koşullarında finansal sektörün kayıplarının toplumsallaştırılması devlet eliyle gerçekleştirilmektedir. Bu bize kamusal çıkarın finansal sektörün çıkarlarıyla özdeşleştirildiği bir dönemin devlet biçiminin tanımlanması gerekliliğini ifade etmelidir.
Bu vurgular bir açıklayan olarak devlet ve siyasal kurumları çözümlemeye katmaktan ziyade eleştirel bir perspektiften finansallaşma sürecinde devlet müdahalesinin kavramsallaştırılması
yönünde bir çabanın önemine işaret etmektedir. Aynı zamanda eşitsizliğin hüküm sürdüğü bir sivil toplum alanının karşısında siyasal ve hukuksal eşitlik üzerinden tanımlanan modern devletin,
toplumsal eşitsizliğin yeniden üretiminde bizzat eşitlerin değişim alanı görüntüsü sunan piyasanın varlığına göbekten bağlı olması finansallaşma sürecinde kazandığı yeni boyutlarla birlikte ele
alınmalıdır.
Paranın Koridorlarını Islah Etme Çabası ve Sosyal Risk Yönetimi:
Sermayenin Çevrimini ‘Sosyal Risk’lerden Arındırmak…
Gökhan Gökgöz, Gazi Üniversitesi SBE Kamu Yönetimi-Sosyoloji Bilim Dalı
1970 sonrası dönem, kapitalizmin ontolojisi baki kalmak kaydıyla, işleyiş biçimindekiepistemolojisindeki önemli farklılıkları imliyor. Üretim ilişkilerinin yeniden üretilmesine dönük
farklılıklara gerek devlet formundaki gerekse de devletin ve dolayısıyla sermayenin toplumla kurduğu ilişkideki dönüşüm eşlik ediyor. Bu dönemde, kapitalizmin finans-kapital üzerinden artan
akışkanlığı ve çevre ülkelerin bu akışkanlıktan giderek artan oranda pay alma arzusu, ulusal merkez bankalarının faiz kararları üzerinden döviz kurunun düşürülüp ulusal paranın değerlendirilmesi, bu yolla ithalatın artması ile birleşince sanayisizleşme, cari açık, işsizlik ve en nihayetinde
reel ücretlerin düşürülmesi ile sonuçlanmaktadır. Dolayısıyla finans-kapitalin küresel çevriminin
90
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
en önemli ağırlığı emeğin sırtına yüklenmektedir. Küresel-kapitalizmin bu tahribatına karşı, bu
tahribatın etkilerini ve bu tahribatın yaratacağı olası karşı duruşların şiddetini azaltmak amacıyla bir diğer banka, Dünya Bankası devreye girmektedir. Sorun bu noktada kendisini çözüm olarak
sunmakta; Monbiot’un çarpıcı ifadesiyle, “Önce bacaklarımızı kırmakta, sonra pedikür önermektedir.”
En nihayetinde geldiğimiz noktada, finans piyasasının işleyişini sekteye uğratacak potansiyeli içeren ve kapitalizm doğasında mevcut insani risklerin, risk olmaktan çıkarılması hedelenmekte ancak bu hedefin gerçekleşmesi de devletin geri planda tutulduğu, hayırseverliğin ve küresel aktörlerin ön planda olduğu bir sosyal politikaya bağlanmaktadır. Bu politika içerisinde sorunun kaynağı olan unsurlar, bu sorunun kültürel görüngüleriyle yer değiştirirken ve sessizlik,
dışlanmışlık, yoksunluk gibi kültürel engeller bireysel sermayenin yetersizliğine bağlanırken, yardımlar da mikro-ölçekte bireysel sermayenin makro-ölçekte ise piyasaların ve bütün olarak sermayenin sağlıklı gelişimi için tramplen işlevi görmektedir.
Türkiye’de bu küresel-çevrimin yerel payandası AKP iktidarı olmuş ve 2001 yılından itibaren Dünya Bankası ile Sosyal Riski Azaltma Projesi devreye sokulmuştur. 2007’de biten bu projenin en önemli ve politik iktidar için de en stratejik ayağı olan yerel girişimler bileşeni halen, ‘devletin kendi kaynaklarıyla’ devam etmektedir. Yerel girişimler bileşeni altında destekte bulunulan
beş kentteki (Bitlis, Çanakkale, Çorum, İzmit ve Kayseri) ‘girişimciler’le ve ilgili ‘kamu görevlileri’yle
2007-2009 yılları arasında yapılan görüşmelere dayanan bu etnografik çalışmada, görüşmecilerin söylemlerinden ve/veya kişisel anlatılarından yola çıkarak, kapitalizmin bu “yeni yüzünün”
ideolojik-içerimlerine ulaşılmaya çalışılmıştır.
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
91
19. OTURUM
SİYASAL İKTİSAT PERSPEKTİFİNDEN
TÜRKİYE I:
1950-1980 DÖNEMİ
II. Dünya Savaşı Sonrası Kalkınma Bankacılığının
Politik İktisadi Analizi: 1950-1953 Döneminde
Türkiye Sınai Kalkınma Bankası (TSKB)
Gülçin Manzak Aydın, ODTÜ İİBF İktisat B.
Kurumlar dönemlerinin politik iktisadi koşullarını yansıtmaları bakımından önemlidir. Bu bildiri, Dünya Bankası yakın temasında Türkiye Sınai Kalkınma Bankası‘nın kuruluş sürecinin özelliklerini ve 1950-1953 yılları arasındaki ilk dört yıllık faaliyetlerini incelemektedir. Çalışmanın ana
amacı, gelişmekte olan ülkelerde özel sanayiyi teşvik için, özel sermayeli kalkınma bankalarının
kurulmaları ve daha sonraki faaliyetleri ile bu ülkelerin ekonomi politikalarını belirleyen kapitalist
ilişkiler arasındaki bağlantıyı Türkiye özelinde açığa çıkarmaktır.
Sonuç olarak, TSKB’nin kuruluşunu konu edinen çalışma üç düzlemde değerlendirilebilir.
Bunlardan ilki; TSKB’nin kuruluş evresinde hakim olan Soğuk Savaş atmosferi sayesinde özel kurumlara sınai kalkınmada önemli rol vermenin kapitalist ve komünist rejimler arasındaki ayrımı
belirgin hale getirilmeyi amaçladığıdır. TSKB’nin özel sermayeli yapısını ve özellikle özel sanayiyi
desteklemek üzere kuruluyor olmasını bu koşullar altında anlamlandırmak daha kolaydır. İkinci
olarak; dış kaynak girişlerinin ve çevre-merkez ilişkilerinin önemini vurgulayan Kalkınma ekonomisi, bu kurumların entelektüel alanda nasıl bir karşılık bulduğunu ortaya koymaktadır. Bir başka deyişle Kalkınma ekonomisinin argümanları; IBRD aracılığıyla çevre ülkelere aktarılan kaynakları rasyonalize etmektedir. Son olarak savaş süresince güçlenen burjuvazi ile birlikte Demokrat
Parti’nin tabanını oluşturan toprak sahiplerinin oluşturduğu yerli koalisyon; hem Türkiye’de hakim olan uluslararası piyasalarla bütünleşme eğilimi hem de TSKB’nin faaliyetleri açısından resmi
tamamlamaktadır. Ayrıntılı bir biçimde incelendiği üzere 1950-53 yılları arasında TSKB, mevcut
uluslararası işbölümüne uygun biçimde, ağırlıklı olarak tarıma dayalı sanayiyi kredilendirmiştir.
Bir başka deyişle TSKB’nin, belirtilen dönemde yönetimine verilen uluslararası fonları, Türkiye‘nin
dünya piyasalarına tarıma dayalı sanayi malları üreticisi olarak eklemlenmesi yönünde kullandığı
görülmektedir.
92
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
Demokrat Parti Dönemi Ortadoğu Politikasının Ekonomi Politiği
(1954-1960)
Murat Kasapsaraçoğlu, Boğaziçi Ü., Atatürk ilk. ve İnk. Tar. Ens.
Demokrat Parti dönemi (1950-1960), iç politika gelişmeleri açısından olduğu kadar dış politika gelişmeleri açısından da günümüzde dahi tartışılmaya devam edilen bir dönemdir. Son yıllara kadar yapılan çalışmalarda, Demokrat Parti döneminin dış politikası, özellikle dönemin süper gücü ve NATO lideri ABD ile olan ilişkiler ve ABD politikasının bir uzantısı olduğu düşünülen
Ortadoğu’ya yönelik politikalar, Soğuk Savaş döneminin iki kutuplu ve esneklikten uzak olduğu
varsayılan, dar kapsamlı siyasal, askeri ve ekonomik yapıları çerçevesinde açıklanmaktaydı. Oysaki son yıllarda, gerek dünyada gerekse Türkiye’de, dış politika ve diplomasi üzerine yapılan çalışmalar, meydana gelen olayları devletlerin karar alma süreçlerini etkileyen iç ve dış faktörler bağlamında daha geniş kapsamlı analiz etmeye çabalamaktadır.
Demokrat Parti dönemi dış politikası da bu tarz bir analitik çalışmayı gerektirmektedir. Daha
net bir biçimde ifade etmek gerekirse, birçok siyaset bilimci tarafından zamanın “orta büyüklükte devleti” olarak tanımlanan Türkiye’nin dış politikası tek başına dış dinamikler veya dış baskılar
bağlamında açıklanamaz. Bu dönemi daha iyi kavrayabilmek için, Türkiye’nin sahip olduğu jeopolitik konumu ve stratejik önemi kadar, ülkenin ekonomik ve sosyal yapısını da göz önünde bulunduran analizlere ihtiyaç duyulmaktadır.
Bu çalışmada; Demokrat Parti’nin 1954 ve 1960 yılları arasındaki Ortadoğu politikası incelenecektir. Demokratik Parti iktidarının ilk yıllarında, dış ekonomik yardımlar ve tarıma dayalı ekonominin elverişli koşullarda gösterdiği gelişim sayesinde sağlanan ekonomik yükseliş, 1954 yılı
sonrasında yerini ekonomik krizlere ve bununla bağlantılı olarak da yeni dış yardım ve alternatif
ekonomi politikası arayışlarına bırakmıştır. Aynı yıl, dış politikada, Demokrat Parti’nin Ortadoğu’da
başat bir güç olmak amacıyla daha aktif bir siyaset uygulamaya başladığı (Bağdat Paktı görüşmelerinin yapılmaya başlandığı) yıldır. Bu dönemde Demokrat Parti’nin Ortadoğu siyaseti, Batı’dan
ve özellikle ABD’den daha fazla ekonomik yardım almak için, Türkiye’nin bölgede ABD uydusu görevi gördüğü şeklinde açıklanmaktadır ki bu tarz bir açıklama, Türkiye’nin bölge ülkeleriyle ilişkileri göz önünde bulundurulduğunda eksik kalmaktadır. Diğer bir deyişle, Türkiye’nin İran, İsrail,
Libya, Ürdün gibi bölge ülkeleriyle olan ilişkileri, bölgedeki ABD, İngiliz ve SSCB etki ve politikalarının gölgesinde kalmakta ve bulanıklaşmaktadır. Bu çalışmanın amacı bir nebze de olsa, bu eksikliğin giderilmesine katkıda bulunmaktır.
Bu amaçla, öncelikle Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı sonrası Batı bloğuyla, özellikle de ABD
ile olan ekonomik ilişkileri ve bu ilişkiler kapsamında verilen yardımların da etkisiyle Türk ekonomisinde 1954 yılına kadar sağlanan yükseliş ve 1954 yılı sonrası yaşanan ekonomik krizler kısaca
anlatılacaktır. Ardından, 1954 yılı sonrasında yaşanan bu krizleri aşmak için yeni dış yardım arayışlarına (ABD ve İngiltere ile sürdürülen görüşmelere), alternatif politikalara (İran ve İsrail ile yapılan clearing görüşmelerine) ve bölgede daha etkin bir ülke pozisyonuna gelmek için bölge ülkeleri (Libya, Ürdün ve Lübnan) ile yapılan askeri anlaşmalara, İngiliz arşiv belgeleri ışığında değinilerek Demokrat Parti’nin Ortadoğu politikası daha geniş bir çerçeveye oturtulmaya çalışılacaktır.
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
93
Burjuvazinin Hegemonya Krizine Cevabı:
Türk Hür Teşebbüs Konseyi, 1975 - 1980
Yard. Doç. Dr. Ebru Deniz Ozan, Dumlupınar Ü. İİBF Siy. Bil. Uluslar İlişk. B.
Türkiye, 1970’lerin özellikle ikinci yarısında, iktisadi krize temsil krizinin eşlik ettiği bir hegemonya krizi deneyimliyordu. Hür Teşebbüs Konseyi’nin (HTK) kurulması, sermaye sınıfının bu dönemde krize karşı geliştirdiği stratejilerden biriydi. Sermaye sınıfının farklı kesimlerinden temsilci
örgütler, HTK bünyesinde biraraya geldi ve aralarındaki çelişkilere rağmen bir tür ittifak içinde yer
aldılar.
Bu çalışma, böyle bir dönemde burjuvazinin bu tür bir alternatif örgütlenmeye gitmesinin
ardındaki nedenleri irdeliyor. Bu tür bir örgütlenmenin ortaya çıkışının, dönemin temsil krizinin
bir göstergesi olarak değerlendirilebileceğini ileri sürüyor. Ayrıca bu çalışma, büyük sanayi sermayesi öncülüğünde, burjuvazinin iktisadi hegemonyasını kendi içinde tesis etmesinde HTK’nın
önemli bir araç olduğunu göstermeye çalışıyor. Sonuç olarak bu çalışmada, HTK’nın yükselen işçi
sınıfı hareketine karşı bir “ortak cephe” olarak kurulduğu ve bunun burjuvazi içinde bu tür bir ittifakın kurulmasının ardındaki temel neden olduğu ileri sürülüyor..
94
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
20. OTURUM
TÜRKİYE’DE SİYASAL YAŞAM I:
DİN VE İDEOLOJİ
Değişen Sosyo-Politik Alanın Sosyo-Kültürel Hayattaki İzdüşümü:
Muhafazakarlaşan Türkiye Sorunsalı
Yrd. Doç. Dr. Adem Sağır, Karabük Ü., Fen-Edb. F., Sosyoloji B.
Türkiye’de 2002 yılında AK Parti’nin iktidara gelişinden beri sıklıkla tartışılan konulardan birisi kuşkusuz Türkiye’nin yeni binyılda gittikçe İslamlaşacağı ya da muhafazakarlaşacağı kaygılarıydı. Bu kaygılar, AK Parti’nin 2007 seçimlerinde %47’lik oy oranıyla yeniden tek başına iktidar olmasıyla birlikte korkuya dönüşerek “endişeli modernler” sınıfı yarattı. Bu korkular Türkiye’deki muhafazakarlığı konu olan farklı kavramlarla gündeme gelmiş ve konuyla ilgili araştırmalarla farklı alanlarda tartışılmaya başlanmıştır. Dünyada 1990’lı yıllardan beri yükselen yeni küresel dalga, 90’ların sonunda ve yeni binyılın başlarında din olgusunun gittikçe yükselen bir değer olmasıyla sonuçlandı. Dünyada İslamın radikal görünümleri etrafında 11 Eylül
2011 yılından sonra yaşanan tartışmaların ve eylemlerin yönlendirdiği dünya; Ortadoğu ülkelerinde Batı muhalifi dinsel hareketlerin ön plana çıkmasına neden olurken, Türkiye’de ise kendini “muhafazakar demokrat” olarak tanımlayan, kökleri itibariyle ise milli görüş tabanından gelen politik aktörlerinden oluşan bir siyasal partinin iktidarı devralmasına neden olmuştur.
Hazırlanacak olan bu çalışmanın temel problemi; zaman zaman“mahalle baskısı” tartışmalarıyla görünürlük kazanan, zaman zamansa “endişeli modernler”in kaygılarıyla açığa çıkan,
her iki durumda da Türk toplum yapısının değişmesi sürecinde ortaya çıkan sonuçlar, muhafazakarlaşma tartışmaları ve mevcut siyasal yapıda yaşanan dönüşümleri anlama çabasıdır. Bu
değişimler, “bilgi/zihniyet anlayışını” , “bürokrasiyi” ve “üniversitelerin dönüştürülmesi” gibi geniş bir alanı kapsamaktadır. Anlama çabamız ise 2002 yılından sonra değişen iktidar aktörlerinin zamanla Türkiye’nin sosyo-politik alanında oluşturmuş oldukları değişimlerin sosyal hayata yansımalarını değerlendirmeyi kapsamaktadır. Çalışmada iki farklı noktadan hareketle bir örnek olay değerlendirmesi yapılacaktır. Çalışma ilk olarak seçilmiş 3 örnek olay üzerinden mevcut politik dili analiz ederek sosyal yapıdaki yansımasını ve oluşturduğu baskıyı analiz edecektir. Seçilen örnek olaylar; “Ocak 2011 de yeni yasayla gündeme gelen “içki ve alkol kullanımın sınırlanması bağlamında yaşam tarzına müdahale tartışmaları”; “Ankara Üniversitesi ve yumurtalı protestolar etrafında yaşanan tartışmalar”; “Heykel ve ucube tartışmaları”dır. Bu olaylar sü12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
95
recinde oluşturulan muhafazakar ve ulusal/muhalif sosyo-politik dil, ortaya çıkan tartışmalarla
değerlendirilecektir. Çalışmanın ikinci bağlamı ise yukarıdaki değişimlerin tabanını yansıtması
bakımından “mahalle baskısı” kavramı etrafında yaşanan tartışmalara değinecektir. Bu bağlamda Şerif Mardin’in ilk olarak kullandığı kavramın içeriğini, muhafazakar ve muhalif/ulusal dilin
doldurma biçimleri tartışılacaktır.
Çalışmada temel yöntem olarak söylem ve içerik analizi kullanılacaktır. Bu bağlamda söylem analizi olarak seçilen 3 örnek olay üzerinde iktidara ve muhalefete ait söylemleri basına
yansımış şekliyle analiz edecektir. Arkasından ulusal/muhalif ve eleştirel dilin mahalle baskısına odakladığı ve Binnaz Toprak ve ekibinin çalışmasıyla da gün yüzüne çıkan mahalle baskısı
tartışmalarının basına yansıyan haberlerden de örnekler seçilerek içeriği analiz edilecektir. Son
olarak referandum sürecinde her iki söylemin mahalle baskısına gönderme yaptığı noktalar
tartışılacak ve analiz edilecektir.
Anahtar Kavramlar; Sosyo-politik dil, Mahalle baskısı, Muhafazakarlık, İslamcılık, Endişeli
Modernler.
Refah Devleti, Din ve Politika:
Avrupa ve Türkiye’de Din Temelli STK’ların Yükselişi
Dr. İpek Göçmen, Max Planck Institute for the Study of Societies Köln, Almanya
1980 sonrası Avrupa’da birçok refah devleti içerisinde sivil toplum kuruluşlarının rolü
önemli ölçüde artmıştır. Rolü artan STK’lar arasında en büyük grup ise hiç istisnasız din temelli yardım organizasyonlardır. Bu makale, din temelli sivil toplum örgütlerinin sosyal yardım alanındaki artan rolünü açıklamak amacı ile yazılmıştır. Makale iki temel araştırma sorusuna odaklanmaktadır: 1980 sonrası dönemde din temelli STK’ların sosyal politika alanındaki rolü hangi
sebeplerle artmıştır? Bu artış farklı sosyal devlet modellerinde hangi nedenlerle açıklanabilir?
Tarihsel kuramcılığın ana metod olarak kullanıldığı çalışmada, Türkiye, İngiltere, Almanya, Fransa ve İsveç karşılaştırılmıştır. Çalışmanın ana bulgusu günümüz sosyal devletleri içinde
din temelli organizasyonların yerini anlayabilmek için iki alana odaklanmak gerektiğini gösterir. Bunlardan ilki din devlet ilişkileri ve farklı sekülerleşme tarihleri, bir diğeri ise sosyal devlet
alanında devlet ve vatandaş ilişkileridir.
Türkiye’nin dört gelişmiş kapitalist ülke ile karşılaştırıldığı bu çalışmanın sonuçları, din temelli STK’ların yükselişinin en belirgin olarak görüldüğü ülkenin Türkiye olduğunu ortaya koymuştur. Buna karşın Fransa ve Almanya en az; İngiltere ve İsveç ise orta derecede değişimin olduğu ülkeler olarak belirtilmiştir. Bu dört ülkede Türkiye’ye kıyasla daha az değişim görülmesi
din, refah devleti ve vatandaşlar arasındaki ilişkileri düzenleyen kurumsal düzenlemelerin değişimin önünde koruyucu bir tampon olmasına bağlanmıştır. Türkiye’de son yıllarda bu organizasyonların sayısının sosyal yardım alanında çok yükselmiş olması ise sosyal devletin zayılığının ve dinin politik alanda varlığını arttırmasının ortak bir sonucu olarak tanımlanmıştır.
96
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
Kemalist İdeolojinin ODTÜ Öğrencilerinin Algısındaki Yansıması
Araş. Gör. Yıldırım Uysal, ODTÜ Fen-Edb. F. Sosyoloji B.
Cumhuriyetin kurucu ve resmi ideolojisi olan Kemalizm, Cumhuriyet tarihi boyunca çeşitli ideolojiler ışığında yorumlanmıştır. 1990’lara gelindiğinde ise, gerek 1980’ler boyu uygulanan neo-liberal politikalar, gerek giderek etkisini hissettiren küreselleşme ve Avrupa Birliği süreci, gerekse ulus devlete yönelik tehditler olarak görülen Kürtçülük ve dincilik akımları, Kemalizmin 1990’larda toplumsal hayata çok güçlü bir geri dönüş gerçekleştirmesine yol açmıştır.
Bu dönüş, hız kaybetse de, var oluşunu 2000’lerde de devam ettirmiştir. Bu durum Kemalizme
1930’larda sunulan ‘toplumsal sahiplenmenin’ tekrarlanmasıdır; ‘yalnızca devlete ait’ bir ideoloji olmaktan çıkıp sosyolojik bir fenomen haline dönüşmesidir.
Yüksek lisans tezimin uygulama yönünü oluşturan kendi araştırmamda, bu dönüşün
ODTÜ öğrencilerinin zihninde nasıl bir algılama ve yansıma ürettiğini görmek istedim. 2008
Mayıs ayında toplamda 300 ODTÜ öğrencisiyle ‘non-probable group administered’ araştırma
tekniğinin yardımıyla 30 soruluk bir anketi gerçekleştirdim. Bu araştırmada katılımcı öğrencilerin cevapları, sayısal veya sözel, erkek veya kadın, lisans veya yüksek lisans veya doktora, yaş
grupları gibi kriterlere göre değerlendirildi. Anketin neticesi ise, beklediğim gibi, ODTÜ öğrencilerinin Kemalist argümanlara yoğun desteğini gösterdi. Çeşitli kriterlere göre bu desteğin
yüzdesi azalsa veya artsa da, ODTÜ öğrencileri büyük bir çoğunlukla Kemalist ideolojiyi sahiplendi.
Konferans sunumumda yapmaya çalışacağım şey, bu desteğin nedenlerini ve ankette sorulan sorulara göre, desteğin hangi konularda ve ne ölçüde gerçekleştiğini sorgulamaktır. Kemalist ideolojinin 90’larda ve 2000’lerde toplumun bir kısmı tarafından çılgınca ve koşulsuz desteklenmesinin üniversite bazında bir yansıması olan ODTÜ öğrencileri, Kemalizme
gösterdikleri bu bağlılık nedeniyle bilimsel incelenmeye layıktır. Bazı sosyal bilimcilerce ‘NeoKemalizm’ olarak değerlendirilen bu yükselişi ODTÜ özelinde de değerlendirmek, Kemalizmin
günümüzde toplumsal yapıda oynadığı rol üzerine bize bilgi sağlayacaktır.
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
97
21. OTURUM
ULUSLARARASI HUKUK
I
Küreselleşme ve Hukukun Sınılandırılmasında
Paradigma Kayması: Ekonomi Hukuku
Önder Perçin, Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu
“Ekonomi hukuku”, kimi üniversitelerde yüksek lisans programı dalı olacak kadar yaygın
kullanılan ve genel kabul gören bir terim haline gelmiştir. Bu terimin yanı sıra, anayasal iktisat,
ekonomik kamu hukuku, ekonomik ceza hukuku, ekonomik idare hukuku ve ekonomik özel
hukuk gibi terimler de teorik çalışmalarda ve uygulamada sıklıkla kullanılmaktadır. Ancak söz
konusu terimlerle işaret edilen alanlarla ilgili iki temel sorun vardır. Bunlar sınılandırma ve mükerrerlik olarak ifade edilebilir. Sınılandırma ile ilgili sorun, anılan terimlerle işaret edilen alanların, kamu hukuku – özel hukuk ayrımındaki yerlerinin neresi olduğu konusunda fikir birliği
sağlanamamasıdır. Mükerrerlik ile ilgili sorun ise, ortaya yeni çıkan söz konusu alanların konularının, hukukun mevcut sınılandırmasında eskiden beri var olan alanların konuları ile çakışması şeklinde tezahür etmektedir. Bu durumun analizi amacıyla, söz konusu terimlerle işaret
edilen alanlar incelendiğinde, bu alanların, mevcut kamu hukuku – özel hukuk ayrımında farklı yeri olan birden çok alanın konularını, mevcut başlıklarından çekip, başına “ekonomi” terimini
ekleyerek bir araya getirdiği tespit edilmektedir. Söz konusu konuların ortak özelliği ise ulusal
ekonominin küresel ekonomiye entegre edilmesi için gerekli olan alanlara ait olmaktır. Dolayısıyla küreselleşme yapısal bir dönüşüm getirerek, hukukun ulus devlet paradigmasına dayalı
mevcut tasnifini, küreselleşme paradigmasına dayalı yeni bir tasnif sistemi ile değiştirmektedir.
Bu durumda, sınılandırma ve mükerrerlik “sorunları” da esasında birer sorun olmayıp, yeni paradigmaya dayalı tasnife göre ortaya çıkan alanların, eski paradigmaya dayalı tasnile uyuşmamaları durumudur.
Ezilenlerin Uluslararası Hukuku: Üçüncü Dünya Yaklaşımı
Arş. Gör. Göksu Uğurlu, Hacettepe Ü., İİBF Uluslar. İlişk. B.
Son onyıllarda “Üçüncü Dünya” ülkeleri/az gelişmiş ülkeler anaakım yaklaşımların öne
sürdükleri gibi iyiye giden koşullara değil, aksine daha kötü koşullara sahiptir. Bir dönemin
98
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
Üçüncü Dünyasının oluşturduğu coğrafyada yerleşik toplumlar neo-liberal küreselleşme ile küresel eşitsizlik durumunun “ezilen” tarafında yer almışlardır. Neo-liberalizm aynı zamanda anılan ülkeler içindeki eşitsizlikleri de keskinleştirici bir etkiye sahip olmuştur. Dünyada birçok ülkenin uluslararası alanda bulundukları “az gelişmiş” konum ve bununla bağlantılı olarak bu ülke
halklarının karşı karşıya kaldıkları sefalet, açlık, sağlık sorunları, kötü hayat şartları, vb. düşünüldüğünde dünya üzerinde -özellikle de anılan ülkelerde yaşamış olan- birçok akademisyen/düşünürün bu sorunlara aradığı çareler incelenmeye değer görünmektedir.
Uluslararası Hukuka Üçüncü Dünya Yaklaşımları (TWAIL: Third World Approaches to International Law) Üçüncü Dünya’da kalkınmacılık söylemlerinin kredilerini yitirdiği ve liberal
korporatist dönemde hakim düzenin kurumları olan Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünya
Bankası’nın yeni biçimine büründüğü bir dönemde değişen haliyle “Üçüncü Dünyacılık”ın görünümlerinden biri olarak karşımıza çıkmaktadır. TWAIL’in özgüllüğü, Üçüncü Dünyacı hareketi
uluslararası hukuk teorisi ekseninde şekillendirmesi ve küresel düzende adaleti sağlamak maksadıyla bu alana vurgu yapmasıdır. TWAIL’e mensup düşünürlere göre uluslararası hukuk, anaakım fikir gruplarının iddia ettiği gibi küresel çapta eşitsizliklerin yeniden üretiminde kullanılan
bir araçtır ve tarihsel olarak sömürgecilik politikalarının izlerini taşır. Bu bildiride, Üçüncü Dünyacılığın nasıl dönüştüğü ve yeni haliyle ne olduğu sorgulanacak; TWAIL taşıyıcılığında ifadesini bulan Üçüncü Dünyacılık biçiminin hangi akımların etkisiyle belirdiği ve neden uluslararası
hukuka yöneldiği/neden bu alan üzerinden çözüm üretme çabasında olduğu tartışılacak; hareketin uluslararası hukuk üzerinden elde etmeye çalıştıklarının neler olduğu araştırılacak ve
uluslararası hukukta tespit ettikleri sorunlar ile bunların çözümü için ortaya koydukları öneriler
genel hatlarıyla betimlenecektir.
Küresel Düzenleme Sürecinde Uluslararası Hukuk
Arş. Gör. Engin Sune, Hacettepe Ü., İİBF Uluslar. İlişk. B.
Sovyetler Birliği’nin yıkılmasıyla birlikte küreselleşme tartışmaları gerek anaakım, gerekse
eleştirel kuram içerisinde genişçe bir literatür yaratmıştır. Anaakım etrafında şekillenen literatür küreselleşmeyi çoşkuyla karşılamış ve bu durumu demokrasilerin zaferinin bir sonucu olarak yüceltmiştir. Eleştirel kuram ise küreselleşmenin öznelerinden ilki olan sermaye ilişkisi üzerine yoğun bir kaynakça üretmiş olmasına karşın; aynı sürecin diğer bir öznesi olan devlete gereken ilgiyi göstermemiştir. Özellikle Sovyetler’in mevcut olmadığı bir dünya düzeninde, küresel ölçekte liberal devlet biçimini oluşturan unsurların zorunlu dönüşümü, Amerikan hegemonyası altında, sermaye gruplarının farklı devletler içerisindeki temsiliyetini değiştirecek şekilde olgunlaşmıştır. Bu süreç belirli bir biçimin yayılışı olarak tezahür etmekte ve uluslararası
hukuk, araçsallaştırılarak; insan hakları, demokrasi ve hukukun üstünlüğü gibi ilkelerle, bu dönüşümün önemli unsurlarından biri olmaktadır. Biçimsel demokrasilerin evrensel bir form haline gelmesi, Soğuk Savaş boyunca kendilerine yaşam alanı bulmuş az gelişmiş kapitalist ülkelerin devlet yapılarında, kimi zaman ekonomik unsurlarla sağlanan zorla uyum programlarıyla, kimi zaman muhalif gruplar aracılığıyla ve bunların mümkün olmadığı durumlardaysa savaş yoluyla gerçekleşmiştir. Uluslararasılaşma süreci olarak tabir edilen bu durumun anlaşılması için konuşma boyunca, devletin, zamandan ve mekandan bağımsız olmadığı göz önünde
bulundurularak, sermaye ve devlet arasındaki ilişkinin gerekli kıldığı yeni biçimi ortaya konulacaktır. Bu yeni biçimin anlaşılmasında eksik kalan klasik emperyalizm teorisine devlet teorisi
eklemlenerek, bir sermayenin birden çok devlete ve bir devletin de birden çok sermayeye bağımlılığının getirdiği yeni düzenin unsurları analiz edilecektir. Bu bağlamda hegemon devletin,
bu yeni düzenlemenin koordinasyonunun siyasi odağı olarak, dönüşümdeki yeri ve işlevi; uluslararası hukukun da, liberal devlet biçiminin yaygınlaştırılması için girişilen savaşın bir uzantısı
olarak, rolü tartışlacaktır.
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
99
22. OTURUM
İSLAM VE KADIN
Alevilikte Kadın:
Şahkulu Sultan Dergâh’ında Kadınların “Alevi Kadın” Algısı
Nazlı Gümüş, Kadıköy Bld. Engelsiz İş ve İstihdam Mrk. Eğ. ve Araş. Sorumlusu
Alevilikte kadın konulu bu çalışmada amaç, Alevi kadının konumuna yönelik söylemlerin
pratikte ne oranda karşılık bulduğunu irdelemektir. Tarih boyunca erkek egemenliği karşısında
hep ikinci planda yer edinen kadınların, Alevi topluluğundaki konumlandırılması sorunsallaştırılmaktadır. Alevi söylem ve yazınlarında Alevi kadını, erkek ile eşit gösterilip özgürlüğüne vurgu
yapılan bir konumdadır. Ancak Alevi topluluğunda da kendini gösteren ataerkil yapı göz önünde
bulundurulunca Alevi kadının tarih boyunca süregelen bu yapılanmanın dışında konumlandırılamayacağı gerçeği ortaya çıkmaktadır.
Alevi topluluğunda kadının, sürekli Sünni kadın üzerinden ve hep aynı söylemlerle erkeklerce tanımlanıyor olması, Alevi topluluğunda bir kadın sorununun olmadığı yanılgısına neden olmaktadır. Alevi kadının söylemlerde belirtildiği kadar özgür ve erkek ile eşit konumda olmadığı
feminist bir bakış açısıyla tartışılmaktadır. Dedelik makamında kadının temsil oranın yok denecek
kadar az olması, Alevi liderlerinin çoğunun erkek olması, erkek ile her alanda eşit olduğu vurgusu
yapılan kadın konusunu sorunlu bir alana taşımaktadır. Bu anlamda Alevi kadınlarının söz konusu topluluk içerisinde ki konumlandırılışlarını nasıl değerlendirdiklerini anlayabilmek adına Şahkulu Sultan Dergâhı’nda bir alan araştırması gerçekleştirilmiştir.
Hem Alevi kadınına yönelik çalışmaların az olması hem de Alevi kadının konumunu daha iyi
anlayabilmek adına yapılan anket çalışması ile kadınların; ailede, sosyal hayatta, ibadette, çalışma
ve izin gibi pek çok konuda belirttikleri görüşler istatistiksel veriler ışığında değerlendirilmektedir. Alevi kadınlarının kendilerini Sünni kadından farklı konumlandırdıkları, Aleviliği savunma eğilimi ile kadınlık kimliklerinde taviz vermekten çekinmemeleri ve kadın dede kavramını yadırgıyor
olmaları gibi söylemleri destekleyen pek çok sonuç çıkmaktadır. Ancak şiddette maruz kalan, erkek egemenliğinin her alanda olduğu vurgusunu yapan ve kadınların dedelik makamında erkelerle aynı oranda olması gerektiğini belirten pek çok katılımcıda olmuştur.
100
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
“İslam ve Demokrasi” Tartışmalarında Müslüman Kadının Yeri
Zehra Yılmaz, Ankara Ü., SBF Uluslar. İlişk. B.
İslam ve demokrasi arasında varsayılan “tezatlık” ilişkisi son yılların en önemli tartışmalarından biridir. Demokratik bir İslam modelinin mümkün olmadığını savunanlar olduğu gibi tam tersi İslam’ın demokrasi ile uyumunun önünde hiçbir engel olmadığını iddia edenler de mevcuttur.
Bu tartışmanın nedeni küresel ve yerel düzlemdeki değişikliklere uygun bir İslam anlayışının inşa
edilmeye çalışılmasıdır. İslam coğrafyasında hız kazanan şehirleşme ve buna bağlı eğitim düzeyindeki artış, toplumsal koşulların değişmesi, diğer taraftan özellikle genç ve kadın nüfusunda eğitim düzeyinin artması neticesinde orta sınıfın taleplerindeki dönüşüm; küresel düzlemdeki değişiklere paralel olarak devlet temelli siyaset açıklamalarının sivil toplum temelli açıklamalara evrilmesi, insan hakları, çoğulculuk gibi normların öncüllenmesi ve elbette iletişim imkânlarındaki artış gibi nedenler İslam’ın “yeni dünya”nın koşullarına göre yeniden yorumlanması gerektiğine ilişkin tartışmaları da beraberinde getirmiştir. Kadınların “İslam ve demokrasi” üzerine yapılan tartışmalarda merkezi rol üstlendiğine ilişkin iddiamı temel olarak üç başlıkta açıklıyorum: i) Müslüman
kadınların “İslam ve şiddet”in ilişkilendirmesine karşı eleştirileri ve daha barışçıl bir İslam modelinden bahsetmeleri “İslam ve demokrasi” tartışmalarına kaynaklık etmiştir; ii) Müslüman kadınların,
1990’lardan sonra feminizmin etkisiyle “Kur-an’ı kadın perspektifinden yeniden okuma girişimleri
bugün, öncüllenen İslam’ın çoğulluğu/bireyselliği argümanının tesisinde önemli bir referans olarak kullanılmaktadır; iii)Müslüman kadınların bu eleştirileri, gündelik ve siyasal hayatı kadınlar lehine, eşitlikçi bir temelde dönüştürmeye imkân tanıdığı için daha ‘modern’ bir yaşam tahayyülünde ayrıca öne çıkarılmıştır. Bahsettiğim bu çerçeve içinde, küresel düzlemde reformcu Müslümanlar ve batılı liberaller arasında uzlaşma sağlanması neticesinde inşa edilmeye çalışılan yeni İslam modelinin, yerel bir yansıması olan Türkiye örneği üzerinden, Türkiye’deki Müslüman kadınların süreç içindeki durumunu değerlendirmeye çalışacağım. Zira bugün küresel düzlemdeki değişiklikler yerelle iç içe sürmektedir. Türkiye’deki siyasal İslam’ın sivilleşmesi tartışmaları küresel düzlemdeki bu değişikliklerden bağımsız değildir. Bu nedenle, son yılların temel tartışmalarından biri
olan sivil toplumculuk ile İslam’ın nasıl iç içe geçtiğini ve bu iç içe geçişte Müslüman kadınların sürecin nasıl taşıyıcıları haline dönüştüğünü tartışmak önemli görünmektedir.
Özetle bildiride küresel düzlem ile yerel düzlem arasında Müslüman kadın sivil toplum örgütleri aracılığıyla nasıl bir dönüşüm tahayyül edilmeye çalışılıyor ve bu süreçte Müslüman kadınlar nasıl rol alıyor, bu soruların cevaplarını arayacağım. Soruları cevaplandırabilmek için de küresel düzenin ‘düzenleyici’ araçları olan uluslararası örgütlerin Müslüman kadın sivil toplum örgütleri ile girdiği ilişkiyi sorgulamaya çalışacağım. Bu sorgulama aynı zamanda bize İslamcı hareketin, demokratikleşme, sivilleşme sürecinde, sivil toplum alanını kadınlara terk ederek muhafazakar anlayışını nasıl sürdürdüğünü açıklamada da yardımcı olacak.
İslam ve Sekülerizm Kıskacında
Türkiye’de Feminizm ve İslam İlişkisi Algısı
Asuman Özgür Keysan, University of Strathclyde, Glasgow Politika B.
İslam ve feminizm arasındaki ilişki dünyada ve Türkiye’de göreceli olarak yeni ve tartışmalı
bir konu olup hem feminist hem de Müslüman gruplara dahil akademisyenler ve aktivistlerin son
20 yıldır ilgisini çekmektedir. Bu alandaki başlıca tartışmalardan biri, bu iki terimin uyumlu olup
olmadığı sorunsalı üzerinedir. Bu konu sadece akademik tartışma başlığı olması sebebiyle değil;
toplumdaki bireylerin yaşam biçimleri üzerinde pratik etkilere sahip olması sebebiyle de önemli12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
101
dir. Ayrıca, özellikle 11 Eylül 2001 saldırılarından sonra medyanın ve akademik çalışmaların da etkisiyle çok daha geniş kitlelerin ilgisini çekmeye başlamıştır. Bu durum, Ahmed-Ghosh (2008)’un
da dediği gibi, meseleyi sadece Müslüman toplumlarda kadının durumunu ilgilendiren bir mevzu olmaktan çıkarıp uluslararası ve yerel siyasi gündemlerle yakından ilişkili hale getirmiştir. Bu
bağlamda, feminizm ve İslam arasındaki ilişki üzerine kurulan politik tartışma, feminizmin İslam’ın
prensipleri ile zıt anlayışlara sahip olduğu düşüncesi üzerine kurulu Batı bakış açısının hakimiyeti altında kalmıştır. ‘Devlet feminizmi’ dönemi ve 1980’li yıllarda gün yüzüne çıkan seküler ve İslamcı kadınlar arasındaki çatışmanın etkisi Türkiye örneğini, feminizm ve İslam arasındaki ilişkinin analizi açısından önemli ve farklı kılmaktadır. 1980 sonrası dönemde Türkiye’de İslamcı hareketlerin ortaya çıkışıyla birlikte İslamın siyasallaşması tartışması gündeme gelmiştir. 28 Şubat Krizi sonrasında Refah Partisi’nin kapatılmasıyla gelen başörtüsü yasağı ve başörtülü kadınların aktif siyasete katılımının engellenmesi sonucunda bu sorunu çözmek amacıyla başörtülü kadınlar
çözüm yolları aramaya başlamıştır. 1990’lı yıllarda İslamcı kadın örgütlerinin kurulması; Mazlumder, Başkent Kadın Platformu, AK-DER, Özgür-Der, bu çözüm yollarından birisi olmuştur. Bu noktadan hareketle, İslam ve feminizmin yapısal olarak uyumlu kavramlar olup olmadığı sorusunu
merkeze alan bu çalışma Türkiye’deki İslamcı kadınların politik algılarını görünür kılmaya çalışarak yine kadınların perspektifinden bu soruya yanıt aramaktadır. Bu kapsamda, İslamcı kadınların söylemlerinin ve anlayışlarının İslam ile kurdukları ilişki çerçevesinde hangi feminizm tanımlarını ve uyum-uyumsuzluk algılarını doğurduğuna odaklanacaktır. Bu çalışma İslam ve feminizm
arasındaki ilişki sorununa Türkiye bağlamında verilecek yanıtların, sadece seküler ve İslamcı kadınlar arasındaki çatışma ve farklılıklarla açıklanamayacağını iddia etmektedir. İslam ve feminizm
arasındaki ilişkinin nasıl algılandığı üzerine İslamcı kadın gruplarının kendi içlerinde gösterdikleri
çeşitlilik ve farklılıklar üstünde durulması gereken önemli bir noktadır. Çalışma iki ana bölümden
oluşmaktadır. İlk bölümde, Türkiye örneğinin özgün karakterini göstermek amacıyla tarihsel olarak Türkiye’de kadın hareketi içerisinde İslamcı kadınların nasıl konumlandığına bakılacak, ikinci bölümde ise, İslam ve feminizm arasındaki ilişkinin Türkiye’deki İslamcı kadın grupları tarafından nasıl algılandığı analiz edilecektir. Bu analiz, Haziran-Temmuz 2010 arası tarihlerde Ayrımcılığa Karşı Kadın Hakları Derneği (AK-DER)-İstanbul ve Başkent Kadın Platformu (BKP)-Ankara’dan
13 dindar kadınla yapılmış derinlemesine görüşmeleri ve kadın örgütü dökümanlarını (broşür, kitapçık vs.) temel alacaktır.
Dindar Kadın Edebiyatı: Beden, Özne ve Terbiye
Arş. Gör. Elifhan Köse, Ankara Ü., SBF Siy. Bil. ve Kamu Yön. B.
Hidayet romanlarının ilmihalci dilinden farklı olarak 1990lardan sonra yazılı ürünler veren
dindar kadın edebiyatı, İslamcılığı gündelik yaşama tercüme etmek yolunda kadın dindarlığının
beden terbiyesi yöntemlerini etkili olarak kullandı. Cihan Aktaş, Yıldız Ramazanoğlu, Fatma Karabıyık Barbarosoğlu, Nazife Şişman, Sibel Eraslan, Halime Toros ve Hidayet Şefkatli Tuksal gibi isimlerin edebiyat ürünleri orta sınıf dindar kadının yaratılması adına tesettürün, hem orta sınıf seküler kadınlıktan hem de geleneksel Müslüman kadın motifinden ayırt edilmek üzere yeniden
anlamlandırılmasıyla mümkün oldu. Dindar kadın yazınında iradi bir seçime dayanılarak, özgürce tercih edildiği belirtilen tesettürün günümüzdeki karşılığı, kendi bedenine hakim, ataerkil ilişkilerden bağımsızlaşmış, kendi kendinin temsili haline gelen “başörtülü kimlik”tir. Kimliğin bütüncül, total yapısı hem kadını kamusalda özneleştirmekte, hem de iktidar ilişkilerinden bağımsız
bir özneleşme sürecinin yaşanabileceği sanısı yaratmaktadır. Dindar kadınların “kimlik” iddiasına
karşın özellikle hikayelerden oluşan dindar edebiyat ise dindar kadınlığın birdenbire kurulmuş,
total bir kimlik olmaktan çok uzakta olduğunu iç gerilimleriyle gösterir.
102
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
23. OTURUM
EMEK SÜREÇLERİ ÜZERİNE
Neoliberal Politikalarının
Sağlık Çalışanları Üzerine Etkileri
Yrd. Doç. Dr. Assiye Aka, Çanakkale Onsekiz Mart Ü., İİBF Kamu Yön. B.
Yrd. Doç. Dr. Sebiha Kablay, Ordu Ü., Ünye İİBF Çalış. Eko. B.
1980’lerden beri ağırlığı ile kendini ekonomi, politika, eğitim ve son zamanlarda sağlık alanında ciddi bir şekilde hissettiren neoliberal politikalar toplumsalın yeniden düzenlenmesinde
önemli olma özelliğini ciddi olarak korumaktadır. Bu politikaların sağlık çalışanlarının üzerine etkilerinin ampirik verilerini paylaşmak bu bildirinin konusunu oluşturmaktadır.
Araştırma Ankara’da bulunan Türkiye Yüksek İhtisas Eğitim ve Araştırma Hastanesi ile Çanakkale Devlet Hastanesi’nde yapılmıştır. Araştırmanın evrenini (E) ÇHD ve TYİH çalışanları oluşturmaktadır. Bu iki hastanenin toplam çalışan sayısı 2254’dür. Örneklemede (n) sadece çalışan doktor, hemşire/sağlık memuru ve yardımcı hizmetli alınmış olup ve bu çalışanların toplam sayısı ise
1754’dür. Bu sayının yaklaşık %17 (310 kişi) ile anket yapılmıştır. Bu üç meslek grubunun seçilmiş
olmasının nedeni sağlık çalışanları içerisindeki en büyük popülasyona sahip olmaları; sağlık kurumunun temel taşları olarak görülmeleri ve aynı zamanda sosyo-kültürel ve ekonomik düzey olarak birbirlerinden oldukça farklı katmanları temsil etmelerinden kaynaklanmıştır. Uygulanan neoliberal sağlık politikalarının etkisinin birbirinden farklı bu üç katman üzerinde incelenmesi bu açıdan oldukça manidardır.
Ayrıca nüfus ve yüz ölçüm bakımından iki farklı kentin (metropol ve küçük kent) seçilmesinin nedeni ise neoliberal sağlık politikalarının kentin büyüklüğüne göre etki alanının farklı olup
olmadığını belirleyebilmektir. Çalışmaya katılanların %47, 7’sini (148) ÇDH, %52,3’ünü (162) ise
TYİH çalışanları oluşturmaktadır.
Anahtar Kelimeler: Sağlık, Neoliberal Sağlık Politikaları, Merkez ve Çevre Bölge
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
103
Bilgi İşçilerinin Yükselişi:
TEPAV Örneği
Yrd. Doç. Dr. Özlem Tezcek, Ordu Ü., İİBF
Türkiye’de 1990’lardan itibaren hızla gelişen, oluş halindeki bir toplumsal olgu ile karşı
karşıyayız. Düşünce fabrikaları olarak ifade ettiğimiz bu olgu, risk, belirsizlik ve rekabet süreçlerinin hızlandığı küresel birikim sürecinde farklı sermaye gruplarının ihtiyaç duyduğu bilgiyi üreten kurumsal yapılanmaları içermektedir. Düşünce fabrikaları ürettikleri bilgiye dayalı projelerle, sermaye gruplarının risk ve belirsizlikler karşısında pozisyon almalarını sağlamaktadır. Düşünce fabrikaları ürettikleri bilgi geniş etkileşim ağları içerisinde (medya, devlet kurumları, üniversiteler, v.b.) toplumsal gerçekliğe sermayelerin talepleri doğrultusunda müdahale etmekte ve gerçekliği dönüştürmektedir. Bilginin genel kabul gören “yansızlık” algısının aksine toplumsal güç ve iktidar ilişkilerinin önemli bir aracı haline gelişi/oluşu, toplumsal gerçekliğe dönüşüm yönünde müdahaleyi sağlaması bilgi üreten kesimlerin de sermayeler açısından işlevini arttırmıştır. Sermayelerin varoluşları açısından böylesine önem kazanan düşünce fabrikaları
beraberinde gittikçe artan sayıda bilgi işçisini istihdam etmektedir. Birikimin değişen güncel dinamikleri doğrultusunda toplumsal yaşamın farklı alanlarına yapılması gerekli hale gelen müdahaleler, düşünce fabrikalarını ve bilgi işçilerinin statüsünü, çalışma koşullarını niteliksel olarak farklılaştırmaktadır.
Güncel olarak oluşum halindeki bilgi piyasasının aktörleri farklı nitelikteki düşünce fabrikalarıdır. Gerek devlet üniversiteleri gerekse özel üniversiteler birer düşünce fabrikası olabilmektedir. Boğaziçi Üniversitesi’nde ya da TOBB-ETÜ Üniversitesi’nde çalışan bir akademisyen
olarak bilgi işçisinin ürettiği bilgi bir metadır. Devlet üniversiteleri özel üniversiteler gibi ticari
işletmeler değildir, artı-değer üretimi söz konusu değildir ve akademik personel kamu çalışanı
pozisyonundadır. Ancak sermayelerin proje sponsorluğu yoluyla üretilen bilgi metadır. Danışmanlık şirketleri ise gerek kamu kurumlarında gerekse üniversitelerde belirli bir süre çalışarak
deneyim kazanmış bir bilgi işçisi tarafından kurulmaktadır. Bu şirketler bilgi işçisinin bir kapitalist haline gelmesi ve alışma süresi boyunca elde ettiği bilgiye dayalı deneyimi bir meta olarak
satmasıyla ortaya çıkan ticari işletmelerdir. Diğer yandan şirket içinde belirli alanlarda uzmanlaşma sürecindeki bilgi işçileri çalıştırılmakta ve meta üretimi sağlanmaktadır. TUSEV, TTGV gibi
araştırma şirketleri ise vakıf şeklinde kurulmuş düşünce fabrikalarıdır. Vakıf şeklinde kuruldukları için kar amacı güden ticari işletmeler olmasalar da, bu vakılarda istihdam edilen bilgi işleri
çeşitli sermaye gruplarının ihtiyaç duyduğu bilgi sponsorluk mekanizması ile üretmektedir. Dolayısıyla üretilen bilgi metadır.
Son olarak gözlemlediğimiz bir diğer türdeki düşünce fabrikaları TEPAV, EAF gibi sadece belirli bir sermaye grubu tarafından bizzat kurulan kurumlardır. Bu kurumdaki bilgi işçileri
tarafından yazılan raporlar, hazırlanan konferanslar v.b. bu sermaye grubu tarafından finanse
edilmektedir. Dolayısıyla bu kurumlarda üretilen bilgi meta niteliği taşımamaktadır. Ancak bu
kurumlarda çalışan akademisyenler zihinsel emek-güçlerini ücret karşılığı satmak durumunda
olan bilgi işçileridir. Çalışmamızda bu genel çerçeveden hareketle zihinsel emek-gücünün güncel kapitalizmdeki yerine ilişkin bir literatür taraması yapıldıktan sonra, TEPAV’da çalışan bilgi işçilerine yönelik bir alan çalışması yapılacaktır. Teorik ve ampirik bulgular ışığında, günümüzde
yükselen bilgi işçilerinin kapitalizmdeki işlevi incelenecektir.
104
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
Türkiye’de Öğretmenlik:
Cephedeki Bürokratların Hikayesi
Yrd. Doç. Dr. Mustafa Kemal Bayırbağ, ODTÜ İİBF Siy. Bil. Kamu Yön. B.
Önerilen yazı, devletin küçültülmesi stratejisi bağlamında kamu personel rejiminde gerçekleşen dönüşümün, halka doğrudan hizmet sunan bürokratlara etkilerini tartışmaktadır. Çalışma bu bağlamda, son dönem reformların bürokratları istihdam statüsü üzerinden ayrıştırmasının hizmet sunum sürecine, işyeri barışına, bürokratların öz-algısına ve hizmet alanlara bakışlarının ne yönde değiştiğini ve/veya farklılaştığını incelemektedir.
Çalışma, özel olarak iki temel meseleyi sorgulamaktadır:
a) Michael Lipsky’nin “Sokaktaki Bürokrat” (Street Level Bureaucrat) olarak tarif ettiği;
özellikle kamuya doğrudan hizmet sunan ve kamu personelinin ana gövdesini oluşturan, verdiği hizmetin öncelikleri ve doğası itibariyle toplum, devlet ve siyasetle daha derinden ilişkilenen bu bürokratların (eğitim ve sağlık çalışanları) çalışma statüsündeki erozyon, verdikleri hizmetin içeriğini ve sunuş biçimini nasıl etkilemektedir?
b) Bir hizmet üretim birimi ve çalışanlar topluluğu olan “okul”un sosyo-kültürel dokusu,
aynı işi yapmalarına karşı kurumsal statüleri ve maaşları farklılaşan öğretmenlerin bulunduğu
bir ortamda - özetle yeni kamu işletmeciliği mantığı etrafında - nasıl dönüşmektedir?
Bu sorular, yazarın daha önce hazırlamış olduğu bir çalışmada vardığı bir sonuçtan yola
çıkarak, özellikle lise düzeyindeki okullarda çalışan öğretmenler örneği üzerinden yanıtlanmaya çalışılacaktır. Çalışma, “ücretli öğretmen”, “sözleşmeli öğretmen”, (kadrolu) “öğretmen”, (kadrolu) “uzman öğretmen” ve (kadrolu) “başöğretmen” statüsüne sahip öğretmenler; ve eğer
mümkünse, okul yöneticileri ve bakanlık yöneticileri ile yapılacak derinlemesine mülakatların
sonuçlarını yukarıdaki sorular ışığında tahlil etmeyi ve tartışmayı amaçlamaktadır.
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
105
24. OTURUM
BİLİM, TEKNOLOJİ VE
SOSYAL MEDYA
Politik İktisadın Kavramlar Dünyasındaki Ayak İzleri:
Bilim ve Teknoloji Politikaları
Doç. Dr. Sinan Alçın, Maltepe Ü., İİBF İktisat B.
Dünya ölçeğinde kapitalist ülke devletlerinin 70’li yıllarla birlikte uygulamaya başladığı
“neo-liberal” politikaların kuramsal ve kavramsal dayanağını oluşturma görevini organik biçimde üstlenmiş olan Anaakım iktisadın “pratik” yönü kendisine “politik” bir karakter kazandırmaktadır. Her ne kadar söz konusu politika önermelerinin temelini oluşturan kuramsal ve kavramsal biçimlendirme arayışları “ideoloji dışı” olarak betimlenmiş olsa da mevcut baskın İktisat, -tarihin hiçbir döneminde olmadığı kadar- politiktir.
Anaakım iktisadın kavramlar dünyasındaki ayak izlerini başkalaşım geçiren birçok kavram üzerinden okumak mümkündür: İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği yerine; İş Sağlığı ve Güvenliği,
Esneklik ve Güvence yerine; Esnek Güvence, Yoksulluğun Giderilmesi yerine; Yoksulluğun Yönetilmesi, Sosyal Devlet ve Piyasa Ekonomisi yerine Sosyal Piyasa gibi. Bu deformasyona ve dahası yeni bir görünüme kavuşan kavramlardan günlük üretim ve bölüşüm ilişkileri ile bilimsel
üretim alanlarını en çok etkileyen ise Bilim, ve Teknoloji kavramlarının bir arada “Bilim ve Teknoloji Politikası” olarak kullanımıdır. Diğerlerinde olduğu gibi, bu kavramın da ardındaki ideolojik ve politik örüntü kapitalist üretim ilişkilerinin ulaştığı yıkıcı boyutu göstermektedir.
Gerek günlük literatürde gerekse resmi metinlerde, “Bilim ve Teknoloji Politikası” olarak ifade edilen paradigma, kendi içerisinde birçok yapısal sorun barındırmaktadır. “Bilim” ve
“Teknoloji”nin bir arada kullanılışı gerçekten öylesine bir kullanış mıdır? Ya da bilim ve teknoloji birbirinden ayrılmaz biçimde var olmuş ve var olan alanlar mıdır? Bu sorular üzerinden: Bir ülkenin bilim politikası ile teknoloji politikası bir potada eritilebilir mi?
Bu çalışma, yukarıdaki sorulara cevap ararken, gündelik hayatta “öylesine” kullandığımız
birçok kavramın ardında gizlenen baskın ideolojik söylemin ayak izlerine bakış amacını taşımaktadır.
Anahtar Kelimeler: Bilim, Teknoloji, Politik İktisat JEL Kodları: B40, O39, Q55
106
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
Teknoloji ve Değer Kuramı: Bilişim ve Otomasyon Teknolojileri
Değer Kuramının Geçersizleştiriyor mu?
Yrd. Doç. Dr.Özgür Narin, Ordu Ü., İİBF İktisat B.
Yaşadığımız dönemde teknolojik gelişmenin toplum üzerindeki etkisi değişik adlarla tanımlanıyor. “Bilgi toplumu”, “bilişim toplumu”, “bilişsel kapitalizm”, bu adlardan sadece bazıları.
Teknolojinin toplumu köklü olarak etkilediği ve dönüştürdüğü bir gerçekse de, toplumun teknolojilerle tanımlanması, teknoloji üzerindeki muammayı daha fazla artırıyor. Teknolojinin üretiminin toplumsal olduğu göz ardı ediliyor. Teknoloji ile toplumsal ilişkiler arasındaki bağı kuramsal olarak açıklamada tutarlı bir yaklaşımı aslında emek-değer kuramı tartışmaları içerisinde bulmak olanaklı. Bu bildiri, teknoloji ile değer kuramı arasındaki ilişkinin tarihsel dönemeçlerini açıklarken, esas olarak güncel bir tartışmayı ortaya koymayı ve belirli kavramlarda açıklık getirmeyi hedeliyor. Bu amaçla şu soruya yanıt aramayı amaçlıyor: Yeni iletişim teknolojileri, bilgisayar ve bilişim teknolojilerindeki gelişme, değer kuramını ortadan kaldırıyor mu?
Sermaye birikimi doğası gereği krizli bir süreçken, her kriz teknolojik gelişmeyle koşullandığı gibi, bu süreci belirler. Ancak teknoloji birikimin bir aracı iken, merkezde olan değer yaratma sürecidir ve değer yaratma süreci dolaysız biçimde toplumsal sınıların ilişkileriyle, bu ilişkilerin yeniden üretimiyle belirlenir.
Otomasyon teknolojileri, 20. yüzyılın ilk büyük buhranı ile birlikte ortaya çıkıp güçlenmişken, ikinci büyük buhran, bilgisayar ve iletişim teknolojilerinde köklü dönüşümleri getirdi.
Gerçekte tüm bu dönüşümler, toplumsal sınıların mücadele alanında, onlarda yaşanan dalgalanmalarla, krizlerle birlikte yaşandı. Bu dalgalanmalar, teknoloji çözümlemeleri ve değer kuramı tartışmalarını da belirledi. Bu tartışmalar içerisinde pek çok kez değer kuramı reddedildi;
gereksiz ilan edildi. Değer kuramı üzerine tartışmaların bu med cezirleri, sınıfsal dalgalanmalar ve gel-gitler tarafından birikim sürecinin tarihsel gelişimi ile belirlendi. Bildiri, değer kuramı
tartışmalarının bu dönüm noktaları ile sınıf hareketi, teknolojik gelişme arasında bağ kuracaktır. En son dönüm noktası, 21. yüzyılda bilişim teknolojilerindeki gelişmedir. Bu çerçevede bildiri, bu gelişmeyle birlikte değer kuramını geçersiz ilan eden yeni kuramlar ve tartışmaları gündemine alacaktır. “Bilişsel kapitalizm”, “değerin ölçülemezliği”, “sabit sermayenin muazzam gelişimi karşısında canlı emeğin önemsizleşmesi”, yeni tür emek biçimlerinin değer kuramına gerek duymadan çözümlenmesi gibi önermelerin arasından değer kuramının önemini sürdürdüğünü açıklamaya çalışacaktır.
Gereksinim Olarak Toplumsal Etkileşim ve Sosyal Medya
Doç. Dr. Seçil Deren van het Hof, Akdeniz Ü., İletişim F.
Araş. Gör. Aslı İcil Tuncer, Akdeniz Ü., İletişim F.
İletişim araştırmaları arasında en eski ve en yaygın kabul gören kullanımlar ve doyumlar
yaklaşımının temel sorusu insanların kitle iletişim araçlarını neden kullandıklarıdır. Literatürde
1940lardan bu yana ağırlığını koruyan kullanımlar ve doyumlar yaklaşımı güçlü etkiler paradigmasının aksine, pasif izleyici varsayımına karşı çıkmış, bunu da tekil izleyicinin belli güdülerle
çeşitli medya içerikleri içinden bilinçli bir tercih yaptığı varsayımına dayandırmıştır. Blumler ve
Katz’ın (1974) sıklıkla alıntılanan ifadeleriyle kullanımlar ve doyumlar yaklaşımı bireylerin med12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
107
yayı çeşitli gereksinimlerini karşılamak için kullandıklarını öne sürer. Bu yaklaşım çerçevesinde
gerçekleştirilen araştırmalar, medyaya maruz kalmada farklı kalıplara yol açan farklı gereksinim
tatmini biçimleriyle sonuçlanan, kitle iletişimi ve diğer kaynaklara yönelik beklentileri ortaya çıkaran gereksinimlerin toplumsal ve psikolojik kökenleriyle ilgilenir (McQuail 1983: 163). Kısacası medya kullanımının gerekçelerinin ardında toplumsal ve psikolojik sorunlar vardır ve bu sorunların çözümü için medyaya başvurulmakta, gereksinimler bu şekilde karşılanmaktadır. Sorun ve gereksinimler enformasyon, toplumsal bağ, eğlence, eğitim ve toplumsal gelişimle ilgilidir. Bu çalışmada özellikle internet ve sosyal medya kullanımını kullanımlar ve doyumlar yaklaşımı çerçevesinde açıklamaya çalışan literatür taranmakta ve insanların neden Facebook kullandıkları, bunun bireyin hangi toplumsal ve psikolojik gereksinimini karşıladığı araştırılmaktadır. Internet ve sosyal medya üstüne yapılan araştırmalar toplumsal etkileşimin bir gereksinim
olarak farklılaştığını ortaya koymaktadır. Bu literatürdeki araştırmalar temel alınarak hazırlanan
anket kartopu tekniği ile gerçekleştirilmiş ve sonuçlar faktör analiziyle değerlendirilmiştir.
108
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
25. OTURUM
EĞİTİM - SEN PANELİ
ANADİLDE EĞİTİM HAKKI
Eğitimde Anadilinin Kullanımı ve Çiftdilli Eğitim, Eğitim Sen
Halkın Tutum ve Görüşleri Türkiye Taraması 2010
Prof. Dr. Adnan Gümüş
Türkiye’nin sosyo-kültürel ve siyasal yapılanmasında önemli yapı taşlarından birini anadillerinde eğitim konusu oluşturmaktadır. Anadilleri konusu, salt eğitimle sınırlı olmayıp çoğulcu
bir toplum ve toplumsal bütünleşme için de aciliyet oluşturmaktadır. Eğitim Sen yıllardır konuyla yakından ilgilenmekte, hem bilgi-veri oluşturmaya, hem de kamuoyunu bilgilendirmeye ve sonuçta sorunun çözümüne katkı sunmaya çalışmaktadır. Anadillerinin dağılımı ile Anadillerinin
Eğitim-Öğretimi ve Anadillerinde Eğitim-Öğretime dair halkın tutum ve görüşlerini tespite yönelik bu tarama da bu duyarlılığın bir parçası özelliğindedir. Araştırmanın ana amacı; halkın mevcut
anadili durumları ile anadilinin eğitimi ve anadilinde eğitime yönelik tutum ve görüşlerinin tespitidir. Ayrıca halkın anadilinde eğitim ile ilgili görüş ve tutumlarının bazı ana değişkenlere göre
- anadili, doğum yeri (bölge), ikamet yeri (bölge), doğum yerleşkesi (kentlilik-kırsallık), hane büyüklüğü, yaş, cinsiyet, eğitim, meslek, hane üyelerinin istihdam durumu, aile geliri gibi- değişkenlik gösterip göstermediğinin analizi de yapılmaktadır. Veriler geliştirilen görüşme formuyla toplanmıştır. Örneklemde DPT’nin illerin sosyo-ekonomik gelişmişliğine göre tasnifi de dikkate alınarak Türkiye’yi temsil edecek şekilde 26 il seçilmiş, yaş grupları da dikkate alınarak 390 kadın ve
391 erkekle görüşme yapılmıştır. Araştırmanın temel bulgusu, Türkiye’nin Türkçenin yanı sıra en
büyüğü Kürtçe (Kürtçe % 11, Zazaca % 3, Arapça % 2…) olmak üzere çokdilli ve çokkültürlü bir
toplum olduğudur. Ancak Türkçe dışındaki dillerden birinde anne-babaların % 20,1’nin konuşabilmesine rağmen mevcut görüşmeciler arasında bu oran % 16,9’a düşmüş bulunmaktadır. Bu da
tek bir kuşakta bile ciddi bir asimilasyon yaşandığını göstermektedir. Ana bulgulardan bir diğeri
de tüm yurtta anadilinin gerek eğitim-öğretimi, gerekse anadillerinde eğitim-öğretim konusunda genel bir kabulün bulunduğu; sorunun siyasal süreçte ve devlet katında çözümsüz hale getirildiğidir. Eğitim Sen’in önerisi, anadili eğitim-öğretiminin ötesinde çiftdilli eğitime (Türkçe ile birlikte anadillerinde eğitim-öğretime) geçilmesi için biran önce gerekli reformların yapılmasıdır. Bu
konudaki birincil sorumluluk da başta Milli Eğitim Bakanlığı olmak üzere hükümetindir.
Anahtar Sözcükler: Anadili, Anadillerinin Eğitim-Öğretimi, Anadillerinde Eğitim-Öğretim,
Çoğulculuk, Çokkültürlü Toplum, Çokkültürlü Eğitim, Asimilasyon, Çiftdilli Eğitim
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
109
Bir Kültürel Hak Olarak Anadilinde Eğitim
Yrd. Doç. Dr. Elçin Aktoprak
Kültürel haklar insan hakları alanında kültürel grupların haklarını korumak için karşımıza çıkan haklardır. Kültürel grupların korunmasından bahsedildiğinde, genellikle farklı kültürel grupların birbirine karşı ve çoğu zamanda çoğunluğa karşı azınlığın korunması ön plana çıkar. Bu nedenle de kültürel haklar ve azınlık hakları sıklıkla bir arada ele alınan bir grubu oluşturur. Bu bağlamda kültürel kimliğimizin birincil tanımlayıcılarından ve sembollerinden biri anadildir ve korunması ve geliştirilmesi gereken en önemli niteliklerden biri olarak karşımızdadır. Anadilin korunması ve geliştirilmesi için en önemli araçlardan biri anadilinde eğitimdir. Bu sunuşta anadilinde eğitim hakkının kültürel bir hak olarak uluslararası alanda nasıl düzenlendiği ele alınacak ve
aynı zamanda farklı devletlerin uygulamalarına yer verilerek anadilinde eğitim hakkının sosyoekonomik ve kültürel sonuçları karşılaştırmalı olarak incelenecektir.
Bir Eğitim Sendikası Anadilinde Eğitim Hakkını Savunursa
Mehmet Bozgeyik, Eğitim-Sen
Anadilinin kişiler açısından olduğu kadar toplumlar açısından da büyük önem taşıdığı bilinmektedir. Kişinin düşünsel, ruhsal gelişiminde ve eğitim hayatında olduğu kadar, sosyal ve ekonomik hayata katılarak, toplumsal refahtan ve maddi/manevi olanaklardan eşit şekilde yararlanabilmesinde de anadili çok büyük bir önem taşır. Yaklaşık yüz bin üyeli bir eğitim sendikası olan
Eğitim Sen, anadilinde eğitimi, temel insan haklarından biri durumundaki eğitim hakkının doğal
bir uzantısı olarak görmüş ve sendika tüzüğünde de anadilinde eğitim hakkına yer şu cümle ile
vermişti: “[Eğitim Sen] Toplumun bütün bireylerinin demokratik, laik, bilimsel ve parasız bir eğitimden kendi anadilinde eşitlik içinde ve özgürce yararlanabilmesini savunur”. Söz konusu cümlede yer alan “kendi anadilinde” ibaresi, sendikanın kapatılması için dava açılmasına neden oldu.
2002 yılının başlarında Ankara Valiliği, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığının isteği üzerine,
Anayasanın 3. ve 42. maddelerine aykırılık gerekçesiyle “kendi anadilinde” kelimelerinin tüzükten
çıkarılmasını istedi, ardından da bu isteğinin “dikkate alınmadığı”nı gerekçe göstererek Cumhuriyet Başsavcılığına suç duyurusunda bulundu. Böylece Eğitim Senin kapatma davası başladı. Bu
bildiride, tüzüğünde anadilinde eğitim hakkına yer veren bir eğitim sendikası olan Eğitim Sen’in
uzun yargı süreci üzerinden, ülkemizde anadilinde eğitim konusunun ne tür bir “güvenlik” konseptinde ele alındığı ve nasıl kriminalize edilebildiği tartışılacaktır.
Eğitim Hakkı Bağlamında Anadilinde Eğitim
Prof. Dr. Fatma Gök, Boğaziçi Ü. Eğitim F.
Eğitimin temel bir insan hakkı olarak kabul edilmesi uzun bir tarihe sahiptir. Türkiye’de eğitimin devlet sorumluluğunda olduğunun kabul edilmesine rağmen, devlet her yurttaş için nitelikli
ve eşit eğitim sağlama konusunda başarısız olmuştur. Etnisiteye dayalı ayrımcılıklardan birisi ana110
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
dili eğitimi ve/veya anadilinde eğitim önündeki yasaktır. Kürtçe dil haklarını talepler, eğitimsel ve
dilsel bir husus olarak değil “güvenlik” meselesi olarak değerlendirilmiş ve talep edenler baskıya
mazur kalmış ve koğuşturmaya uğramıştır. Bu bildiride, eğitim alanıyla ilgili iki konu incelenmektedir. Birnicisi eğitim hakkı, ikincisi anadilinde eğitim hakkı. İki alana özetle değinildikten sonra,
bildiride eğitim hakları bağlamında anadilinde eğitim hakkı analiz edilecektir.
Eğitimde Anadilinin Kullanılmaması Sorunu ve
Türkiye’deki Kürt Öğrencilerin Deneyimleri
Dr. Nesrin Uçarlar
Şerif Derince, Sabancı Ü.
Türkiye Cumhuriyeti’nin dil, din ve etnik köken bakımından aralarında farklılıklar bulunan bireylere standart bir kimlik ve yaşam tarzı dayatan vatandaşlık anlayışı, bilhassa son yirmi yıldır ciddi itirazlarla karşılaşmaktadır. Zaman içerisinde çeşitlenen ve artan bu talepler arasında en belirleyici öneme sahip olanlardan biri de, Kürtlerin kendi etnik ve kültürel kimliklerinin tanınmamasına
yönelik itirazlarıdır. Bu kapsamda, üzerinde en çok durulan ve kültürel hakların ağırlıklı bir bölümünü oluşturan talep, anadilinin –Kürtçenin– eğitimde kullanılmasıdır. Eğitimde anadilinin kullanılmasının bir insan hakkı olduğu; bunun, Kürt dilinin korunması ve geliştirilmesi için “olmazsa
olmaz” olduğu; ve Kürtçenin eğitimde kullanılmasının, Kürt meselesinin çözümüne pozitif bir katkı yapacağı gibi en temel olgulardan hareket eden bu talep, anadili Kürtçe olan öğrencilerin okul
başarılarının ve gündelik hayat deneyimlerinin iyileştirilmesi açısından da önemli bir gereklilik
olarak kendini göstermektedir. Bu çalışma, sözü edilen gereklilik ve taleplerden yola çıkılarak hazırlanmıştır. Çalışmada, eğitim süreçlerinde anadilleri olan Kürtçenin kullanılmamasının ve bunun
yasaklanmasının, anadili Kürtçe olan öğrenciler açısından ne gibi psikolojik, eğitsel, dilsel ve toplumsal sorunlara yol açtığı araştırılmıştır. Bu amaçla, farklı dönemlerde ve yerlerde okula başlamış
öğrencilerle, hiç Türkçe bilmeden okula başlayan öğrencilere öğretmenlik yapmış olan Kürtçe bilen ve bilmeyen öğretmenlerle ve son olarak da velilerle derinlemesine görüşmeler yapılmıştır.
Elde edilen bulgular, mevcut eğitim politika ve pratiklerinin siyasî, dilsel, eğitsel ve kültürel
açılardan zayılatıcı ve dışlayıcı olduğunu göstermiştir. Bu politika ve pratikler, öğretmenler ve öğrenciler arasında baskıcı ilişkilerin gelişmesine, öğrencilerin eğitime geriden başlamalarına ve dolayısıyla sınıfta kalmalarına, okulu terk etmelerine ve okulda başarısız olmalarına, Kürtçe konuştukları için damgalanmalarına, farklı şiddet türlerine maruz kalmalarına, bunların etkilerinin hayatlarının ileriki aşamalarında da devam etmesine ve kendilerini ifade etmekte sorunlar yaşamalarına, anne-babalarıyla ilişkilerinin zedelenmesine ve nihayetinde anadillerini kaybetmelerine
yol açmıştır. Ayrıca, mevcut eğitim politikaları, öğretmenlerin çalışma koşullarını da olumsuz yönde etkileyerek, verimli ve etkin bir eğitim-öğretim sürecini engellemektedir. Bu sonuçlar, daha
önce yapılmış yerel ve uluslararası çalışmalarla ve kuramsal tartışmalarla birlikte ele alınıp detaylı bir şekilde tartışıldıktan sonra çözüme yönelik gerek kısa vadede gerekse de uzun vadede gerçekleştirilebilecek öneriler sunulmuştur. Bu önerilerin paralel bir okumasını yapmak üzere ise, üç
ülke örneği incelenmiştir: Korsikaca – Fransa, Baskça – İspanya ve Uygurca – Çin örnekleri, tarihsel arkaplan, sosyo-politik şartlar ve eğitimde anadilinin kullanılmasına yönelik uygulamalar incelenerek mevcut durum ve yakın geleceğe yönelik yorumlarla ele alınmıştır. Çalışma, bu yorumların Kürtçe – Türkiye örneği için ne tür anlamlar taşıdığı üzerine bir değerlendirme ile son bulmaktadır.
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
111
26. OTURUM
SANAYİLEŞME VE GİRİŞİMCİLER
Sermaye Birikimi Döngüsü Bağlamında
Devlet ve Türkiye’de İthal İkameci Dönemin
Ekonomi Politiği
Cem Onur Yarar, Ankara Üniversitesi SBF Siy. Bil. B.
Bildirinin amacı, ekonomi ile politika, üretim ilişkisi ile devlet arasında bir dışsallık değil, sermaye ilişkisinin farklı biçimlerini oluşturma anlamında bir ilişkisellik olduğu varsayımından hareket ederek devlet analizini sermaye birikimi döngüsü bağlamında ele almaktır. Böylesi bir yaklaşımın gerekçesini, devleti sermayenin gereklilikleri temelinde açıklayan araçsalcı açıklama tarzıyla
bunun karşısında konumlandırılan politikanın göreli özerkliği arasında kurulan ayrışmanın, esasında her ikisinin de ekonomi ile politika ayrılığını veri olarak almalarından kaynaklanan ortak bir
epistemolojiye dayandıkları şeklindeki görüş oluşturmaktadır.
Oysa eleştirel bir analiz, kapitalist toplum üretim tarzına özgü ekonomi-politika ayrılığını
veri alarak değil, bu ayrılığı eleştirerek mümkün olabilir. Böylesi bir eleştiri için Marx’ın Kapital’de
geliştirdiği sermaye döngüsü soyutlamasının uygun bir hareket noktası olacağı düşünülmektedir. Bu soyutlama düzeyi kullanılarak, yalnızca ekonomi ile politika arasında varsayılan ayrım aşılmış olmayacak aynı zamanda yapısal olanla tarihsel olan arasındaki içsel bağlantılar kurulmaya
çalışılarak somut gerçekliğin dönüşümü analiz edilmeye çalışılacaktır. Böylece metadan başlayıp
para, emek gücü, sermaye, devlet, ulusal ve uluslararası sermaye birikimi arasındaki içsel ilişkiler,
bu ilişkilerin dönüşümü ve sermaye döngüsünün farklı uğraklarında sermayenin aldığı biçimler
dolayımında sermaye içi ve devlet içi çelişkileri açıklayabilecek bir çerçeve oluşturulmuş olacaktır.
Sermaye döngüsü bağlamında kurulan soyut kuramsal çerçeveyi tarihsel-ampirik bir boyuta oturtmak ve Marx’ın değer analizinin politik bir okumasını yapmak için ise ekonomi-politika
ayrılığının göreceli olarak belirsizleştiği ve devletin kalkınmacı işlevlere bürünmüş bir halde ortaya çıktığı 1960–1980 yıllarını kapsayan Türkiye’deki ithal ikameci dönem değerlendirilecektir.
112
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
“Anadolu Kaplanları”nda Sermaye ve Emek Üzerine
Araş. Gör. Adem Yeşilyurt, ODTÜ Siy. Bil. ve Kamu Yön. B
Bu çalışma “Anadolu kaplanları” kavramlaştırması hakkında eleştirel bir literatür taraması yapmayı amaçlamaktadır. “Anadolu kaplanları” kavramı emek-yoğun sektörlerin ağırlıklı olarak bulunduğu Denizli, Eskişehir, Gaziantep, Kahramanmaraş ve Kayseri gibi illeri neoliberal dönüşümün başarılı örnekleri olarak sunan bir anlayışın ürünüdür. Literatürde bu kavramı
hem olumlu hem de olumsuz olarak tartışmaya açan farklı çalışmalar mevcuttur. Öte yandan,
kimi çalışmalarda “muhafazakar Anadolu burjuvazisi” gibi sabit bir anlayışla ele alınmışlardır. Bu
farklı görüşleri özetleyen eleştirel bir okumanın yanında, kapitalizmin mekansal dönüşümünün
ve sermayenin yerel bağlamda yeniden yapılanmasının emekçi sınılar açısından sonuçlarının
neler olduğu tartışmanın ana eksenini oluşturmaktadır. “Aile kapitalizmine” örnek teşkil edebilecek şirketlerin yoğun olarak gözlemlendiği bu illerde yüksek rekabetle birlikte ücretlerin baskı altına alınarak düşmesi, post-fordist üretim biçiminin öngördüğü esnek çalışma koşullarının
giderek artması, yüksek sendikasızlaştırma ve kayıt dışı çalıştırma oranları emek açısından büyük kayıpları ifade etmekteyken, sermaye açısından bu illeri neoliberal dönüşümün “kazananları” arasına koymanın araçlarını oluşturmaktadır. Ayrıca “Anadolu kaplanları” diye ifade edilen
bu illerdeki sermayenin “muhafazakar Anadolu burjuvazisi” kavramıyla belirli bir sınıf fraksiyonunu temsil ediyormuşçasına tanımlanmasının da sakıncalı olduğu sermaye örgütlenmelerine
-TÜSİAD, MÜSİAD, ASKON, TUSKON- referansla tartışılacaktır.
Kudretli Devlet, Karma Ekonomi, Manevi Kalkınma:
Türkiye Sağı ve Kalkınma Meselesi
Ömer Turan, İstanbul Bilgi Ü., İİBF Uluslar. İlişk. B.
Bu tebliğ çok partili dönemin başından itibaren Türkiye sağının kalkınmaya bakışını ve
Türkiye sağında yer alan farklı kalkınmacı perspektileri tartışmayı hedeliyor. Tebliğin temel sorularını şu şekilde özetlemek mümkün: Modernleşme kuramının ve kalkınmacılığın genel olarak toplumların benzer süreçlerden geçerek kültürel farklılıkların geri planda kalacağı bir benzerleşme süreci öngörmelerine karşın Türkiye sağının kalkınma meselesini tamamen benimsemiş olması nasıl açıklanabilir? Bir başka ifadeyle, milliyetçi çizgide özgünlükleri ön plana çıkartan, her zaman için belirli bir kültürel muhafazakârlık vurgusu olan ve gelenekleri önemseyen
bir siyasal yaklaşım, bir boyutuyla başka toplumları model kabul etme, onlara benzeme anlamına gelen kalkınmacılığa siyasi repertuarında nasıl bu denli merkezi bir yer verebilmiştir?
Tebliğin ilk bölümü, 1945 sonrasında kalkınma fikrinin dünya ölçeğinde ortaya çıkışı, yaygınlaştırılması ve bu çerçevede Türkiye sağının kalkınmacılığı benimseme nedenlerine dair bir
tartışmadan oluşuyor. İkinci bölümdeki ana odağı 1960 öncesi dönemde sağın iktisadi kalkınmaya bakışı oluşturuyor. Bir sonraki bölüm Türkiye sağının önemli entelektüellerinden Mümtaz
Turhan’a odaklanıyor ve esas olarak Turhan’ın 1950’ler boyunca yazdıklarında modernleşme,
kültür ve kalkınma bağlamlarında nasıl bir sağ pozisyon önerdiğini tartışıyor. Dördüncü bölüm
ise 1960 sonrasında AP ve Süleyman Demirel’in kalkınmaya bakışını tartışıyor. Bu tartışma merkez sağın daha da sağında yer alan siyaset perspektilerinin, yani MNP-MSP ve MHP’nin kalkınma anlayışlarına da odaklanarak ve bu perspektilerin merkez sağın kalkınmacılığına nasıl bir
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
113
alternatif önerdiklerini inceliyor. Sağ düşüncenin kendisini ana akım kalkınmacılıktan ayrıştırma çabaları ve kalkınmacılığın benzerleştirme olasılığına karşı “manevi kalkınma” ısrarı, yine bu
bölümün odaklarını oluşturuyor. Tebliğ, AKP ve bu partinin hizmet vurgusunu kalkınma ve demokrasi ilişkisi bağlamında tartışan bir genel değerlendirme ile son buluyor.
Sanayileşme Tipolojileri Bağlamında Türkiye’de
Sanayileşmenin Geleceği:
“Sanayi Strateji Belgesi (2011–2014)” Gerçekçi mi?
Dr. Cem Okan Tuncel, Uludağ Üniversitesi İİBF İktisat Bölümü
Alexander Gerschenkron sanayileşme sürecini “yerli (autoucthonous)” ve “türev (derived)” olmak üzere iki temel tipoloji içinde ele almaktadır. Yerli ve türev sanayileşme arasındaki temel fark sanayileşmenin dinamiklerine ilişkindir. Eşdeyişle sanayileşmenin dinamikleri içsel faktörlere bağlı olarak gerçekleştiğinde “yerli sanayileşeme” sanayileşmenin belirleyicileri
dışsal faktörler olduğunda “türev sanayileşme” süreci meydana gelmektedir. Bu çalışma kapsamında öncelikle tarihsel olarak Türkiye’nin sanayileşeme sürecinin tipolojisi bu ayrım ekseninde ortaya konulacak daha sonra Türkiye’de sanayileşmenin geleceğini belirleyen sanayi politika çerçevesinin temel unsurları eleştirel bir değerlendirilmeye tabi tutulacaktır. Genel olarak
sanayi politikaları, makroekonomik politika araçları dışındaki araçlarla, üretim sektörleri arasındaki gerçek kaynak tahsisini ve kaynak tahsisinsin genel mekanizmalarını değiştirmek için tasarlanmış politik faaliyetler olarak tanımlanabilir.
Sanayi politikası, ilgili yazında “fonksiyonel” ve “seçici” müdahaleler olmak üzere ikili bir
ayırımla ele alınmaktadır. Fonksiyonel politika seti, herhangi bir seçilmiş sektör ya da faaliyet
lehine olmaksızın, piyasa başarısızlıklarının ortadan kaldırılmasını amaçlamaktadır. Fonksiyonel politikadan farklı olarak; seçici politika ise, sübvansiyonlar, ticaret politikaları, Ar-Ge destekleri gibi politika araçlarını kullanımı yoluyla, spesifik sektör ya da faaliyetlerin hedelenmesini içermektedir. Türkiye’de sanayileşmenin geleceğine yön verme iddiasında olan Sanayi Stratejisi Belgesi, Sanayi ve Ticaret Bakanlığı tarafından 2011 yılı başında açıklanmıştır. Belgede,
Türkiye’nin uzun vadeli hedefi, “yüksek teknolojili malların üretiminde Avrasya’nın merkezi olmak” şeklinde belirtilmektedir. Bu sebeple, mikro ve makro teknoloji politikalarını bir araya getiren Sanayi Strateji Belgesinin, düşük teknoloji ile üretim yapan endüstrilerden yüksek teknoloji ile üretim yapan endüstrilere geçişi gerçekleştirmesi gerekmektedir.
Bu çalışmanın temel amacı, yapısalcı/evrimci yaklaşımın kavramsal çerçevesini kullanarak Türkiye’nin yeni Sanayi Strateji Belgesi’ni değerlendirmektir. Ayrıca, belgenin temel hedeflerinin tartışılmasının ardından, Türkiye ekonomisinin sanayi yapısı, kurumsal çerçevesi, kullanılan teşvik araçları küresel eğilimler bağlamında ele alınacak ve stratejinin kullanmayı düşündüğü araçların hedelere ulaşma yolunda uygunluğu Türkiye’nin sanayileşme tipolojisinin yapısal dinamikleri bağlamında tartışılacaktır.
Anahtar Kelimeler: Sanayileşme Tipolojileri, Sanayi Politikası, Türkiye’nin Sanayi Strateji
Belgesi
114
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
27. OTURUM
TÜRKİYE’DE SİYASAL YAŞAM II:
AKP
Türkiye Siyasetinin Egemen Paradigması ve AKP:
Siyaset-Karşıtlığının Yeniden Üretimi
Çağkan Sayın, Başkent Ü., İİBF Siy. Bil. ve Kamu Yön. B.
2002’de AKP’nin iktidara gelmesiyle birlikte Türkiye’nin demokratikleşmesine dair tartışmalarda olumlayıcı ve olumsuzlayıcı analizlerin ortak eğilimi, demokratikleşme “meselesini” AKP’nin
niyetleri, eylemleri ya da demokratik kapasitesi üzerinden anlamaya ve yorumlamaya çalışmalarıdır. Ancak, bu türden yaklaşımlar sadece siyasi güç dengesindeki değişime odaklanarak,
Türkiye’de demokratikleşmenin siyasetin paradigmasının -egemen siyasi değerlerin, inançların,
algıların, varsayımların ve tekniklerin- değişimini gerektirdiğini gözardı etmektedir.
Türkiye siyasetinin egemen paradigması, farklı sosyal kimliklerin/çıkarların temsiliyetini
marjinalleştiren siyaset-karşıtı bir doğaya sahiptir. İktidar odaklılık, siyasetin sıfır toplamlı bir oyun
olarak algılanması, kazançların/hakların geçiciliği ve kurumsallaşamaması gibi siyaset-karşıtlığını
yeniden üreten temel parametreleri içeren bu paradigma, siyasetin aynı zamanda kurucu bir eylem olma özelliğini gözardı ederek, siyaseti yalnızca bir güç mücadelesi olarak algılamayı beraberinde getirmektedir. Bu nedenle egemen paradigma demokratik dönüşüm görevini mevcut iktidara atfederek, diğerlerini bu zorlu süreçte işbirliği yapma külfetinden kurtarmaktadır.
Bu saptamalardan hareketle, Türkiye’deki siyasetin egemen paradigmasına odaklanmak ve
AKP’yi bu paradigmanın içerisinden anlamaya ve yorumlamaya çalışmak hem demokrasi sorunsalını daha verimli bir çerçeveye oturtacak, hem de Türkiye siyaseti ve AKP açısından daha kapsamlı ve açıklayıcı sonuçlar ortaya konulmasını sağlayabilecektir. Bu çalışmada, öncelikle egemen
paradigmanın yukarıda sözü edilen parametreleri açımlanacak, daha sonra AKP’nin demokrasiyle ilintili belirli eylem ve söylemleri üzerinden bu paradigmanın nasıl yeniden üretildiği gösterilmeye çalışılacaktır.
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
115
Türk Sağ Partilerinde Popülizm: AKP’nin Demokrasi Söylemi
Arş. Gör. Esin Kıvrak, Balıkesir Ü., Bandırma İİBF Kamu Yön. B.
Bu çalışmanın temel amacı; Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) demokrasi söylemini popülizm çerçevesinde ele almaktır. Çalışmanın sınırlandırılması gereği; AKP’nin demokrasi söylemini
en çok ön plana çıkardığı 2010 anayasa referandumu öncesi dönem incelenmiş ve söylem analizi yoluyla AKP’nin demokrasi söylemindeki popülist yön ortaya çıkarılmaya ve bu çerçevede incelenmeye çalışılmıştır. Çalışmanın temel varsayımlarından birisi, popülizm ve demokrasi söylemi arasında sıkı bir ilişkinin varlığıdır. Çalışmanın ikinci varsayımı ise, AKP’nin bu ilişki çerçevesinde ele alınabileceği yani AKP’nin demokrasi söylemini popülist bir yolla benimsetmeye çalışmasıdır.
Bu hedef çerçevesinde; çalışmada ilk olarak popülizme teorik bir çerçeve çizilmeye çalışılmış ve popülizmin teorik temelleri anlaşılmaya çalışılmıştır. Bu teorik bölümde temel olarak
M.Canovan’ın popülizme çizdiği teorik çerçeve takip edilmiştir. İkinci olarak populizm ve demokrasi arasındaki ilişki ele alınmıştır. Popülizm ve demokrasi ilişkisi kurulurken, D.Albertazzi ve D.
McDonnell’ın popülizm ve Batı Avrupa demokrasisi arasında kurduğu ilişki esas alınarak benzer
bir ilişkinin Türkiye’de AKP ve demokrasi söylemi arasında kurulup kurulamayacağı tartışılmıştır.
Üçüncü olarak ise; Türk sağ Partilerinin bu çerçevede nerede durduğu tartışılacaktır. Özellikle Demokrat Parti ile başlayan popülist demokrasi söylemi mirasını AKP’nin nasıl devraldığı ve bugün
ne şekilde sürdürdüğü incelenecektir. Çalışmanın son bölümdeki amacı ise; 12 Eylül 2010 anayasa referandumu sürecinde; AKP’nin kurduğu demokrasi söylemini, söylem analizi yoluyla incelemek ve AKP’nin demokrasi söyleminde popülizmin varlığını somut örneklerle ortaya koymaktır.
Bu yapılırken, R. Tayyip Erdoğan’ın tüm Türkiye’de yaptığı referandum öncesi propaganda amacıyla yaptığı tüm konuşmaların metinleri incelenmiş ve analiz edilmeye çalışılmıştır.
Türkiye’de Siyasal Partiler Alanının
Yeni Hegemonyaya Uyarlanma Süreci
Yrd. Doç. Dr. Deniz Yıldırım, Ordu Ü., İİBF Kamu Yön. B.
Türkiye’de AKP iktidarı döneminde izlenen yeni hegemonya stratejisi, 2007 seçimleri sonrasında yeni bir aşamaya girmiştir. Bu süreçte devlet aygıtları içinde tasfiye/yeniden yapılanma biçiminde yankılanan rejim inşası, siyasal alanda Post-Kemalist bir siyasal meşruiyet merkezine dönük ehlileştirici operasyonlarla birlikte ilerlemiş görünmektedir.
Bu durum, yeniden yapılanma sürecinde siyasal partilerin bu yeni siyasal merkeze, zaman
zaman “boyunlarının vurulmaları”, zaman zaman ehlileştirilerek yeni siyasal ılımlılar kampına katılmaları için transformist süreçlerin devreye sokulması yoluyla çekildikleri gerçeğini gündeme
getirmiştir. Siyasal alanı belirleyen bu yeni liberal-muhafazakar hegemonya odağına partiler alanının uyarlanması süreci, zor ile rızanın birleşimi olan bir hegemonya stratejisi çerçevesinde gerçekleşiyor görünmektedir. AKP önderliğindeki liberal-muhafazakar blok, bir yandan devlet aygıtları içindeki çatlakları gidererek yeni hegemonyaya aygıtların bağlılıklarının tesis edilmesi ve yeni
otoriter baskı aygıtlarının inşası çabası çerçevesinde hareket ettiği kadar, siyasal alanda bağımlı sınılarla yönetenler arasındaki ilişki biçimini yönetme ve dönüştürme tarzıyla da otoriter rejim
formasyonunun merkezinde yer alan aktör olarak, dönüşümün odağındaki diğer partilerin bir tür
116
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
bilinçaltı ve en çok da aynası konumuna gelmektedir. Siyasal partiler, kendi içlerinde bu yeni hegemonyaya karşı alınan tutum dolayımında bölünmeler yaşamakta, partiler başta CHP’de olduğu üzere “yeniden yapılandırılmakta” ve uyumlulaştırılmış bir partiler alanı, post Kemalist temelde oluşturulmaktadır. Bu anlamıyla uyumlulaşılan merkez, neoliberal birikim stratejisinin izinde,
neoliberal popülist denetim stratejilerinin türevinde ve muhafazakar yaşam teknolojilerinin aktif
ya da pasif rıza üreten devamı niteliğindedir.
“Kaset operasyonları” ile yeni hegemonik merkeze uyumlulaştırma girişimlerinin eş zamanlı ilerlemesi, hegemonyanın zorlama bileşenine işaret eder. Öte yandan, partiler alanına etki eden
ulusalcı-Kemalist sert çekirdeğin 2007 sonrası Ergenekon ve türevi operasyonlarla tasfiye edilmesi de, zorlama bileşeninin bu ehlileştirme sürecine önderlik ettiğinin ve hatta öncelediğinin kanıtı gibi görülebilir. Bu bağlamda bildiride yanıt aranacak sorular şunlardır:
Partilerin Post-Kemalist hegemonyaya uyarlanmasından ne anlamalı?
Yeni hegemonyanın sınıfsal ve siyasal özü nasıl tarilenmeli?
“Yeni CHP” ve kasetlerle liberal-muhafazakar merkeze rücu ettirilmek istenen diğer aktörler
dönüşümü nasıl deneyimliyor?
MHP, bu uyumlulaştırma sürecini nasıl deneyimliyor? “Yeni MHP”den ne anlamalı?
Partiler arasında ve içinde beliren yeni bölünme eksenini nasıl tarif etmek mümkün?
2011 Seçimleri’nde de görüldüğü üzere, partiler yeni merkeze benzedikçe neden küçülüyor?
Partilerin yeni hegemonya uyarlanması ve geleneksel partilerin siyasal alandan tasfiyesi
(seçimler yoluyla), Eylülist rejimden kopuş mu? Başkanlık sisteminin fiilen inşası mı?
Partilerin yeni hegemonyaya uyumlulaştırılması süreci, sadece AKP üzerinden açıklanabilir mi?
Adalet ve Kalkınma Partisinin Siyasal Alanını Genişleten ve
Siyasi Kimliğinin Kurucu Bir Öğesi Olarak “Avrupa Birliği” Söylemi
Nergiz Altınsoy Ardıç, Bilkent Ü.
Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP)’nin kurucu kadrosu Milli Görüş Hareketi geleneğinden gelmektedir. Bu hareket içerisinde, Batı medeniyetini ve Türk modernleşmesini taklitçi olmakla eleştiren ve dışlayan, Türkiye’nin Avrupa Birliği (AB) üyeliğine karşı çıkan bir söylem vardı. Aslında
bu Avrupa medeniyeti/Batı karşıtlığı genel olarak Türk İslamcılığının bir geleneğiydi. Böyle bir
gelenekten gelen AKP lider kadrosu, 2001’de MGH’den ayrılarak AKP’yi kurmasıyla bahsi geçen
Batı karşıtı söylemi bırakmış ve tam aksine Avrupa Birliği’ne üyeliği destekleyerek üyelik yolunda
önemli siyasalar geliştirmiştir.
Bu bildiride, Batı-karşıtı İslamcı söylemden AB-merkezli politika anlayışına geçişin sebebi
sorgulanacak; böylesine keskin bir dönüşümün AKP’nin siyasal alandaki varlığına katkıları ortaya konulacaktır. Bu çerçevede bildirinin soruları şunlardır: “AB”ne üyelik hangi tarihsel süreçlerde
AKP’nin siyasi söylemine eklemlenmiştir? AB, neden AKP’nin muhafazakâr demokrasi kimliğinin
kurucu bir öğesi olmuştur? AB söylemi, AKP’nin siyasal yaşamına neler katmıştır?
Bu sorular çerçevesinde, AB’ne üyelik söyleminin 2000’li yılların başında AKP’nin yeni bir
parti olarak meşruiyetini sağlamasında, muhafazakâr demokrat kimliğini oluşturmasında, 28 Şubat süreciyle daralan siyasal alanının genişlemesindeki işlevlerine bakılacaktır.
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
117
Kamunun İçsel Mimarisinde Dönüşüm:
ANAP’tan AKP’ye Kanun Hükmünde Kararnameler
Fatma Genç, İnşaat Mühendisleri Odası Ankara Şubesi Basın Danışmanı
Son günlerde hızlı bir dönüşüm sürecinden geçiyoruz. Bu dönüşüm sürecini hızlandıran en
önemli etkenlerden birisi de Kanun Hükmünde Kararnamelerdir. Yasama ve yürütme faaliyetlerinin tek”EL”de toplanmasını ifade eden KHK’ler siyasi tarihimize ve anayasa hukukumuza 1961
anayasasında 1971 yılında yapılan değişiklikle girmiştir. 1982 anayasasında olağanüstü dönemlerde de çıkarılabilmesinin eklenmesiyle kapsamı daha da genişletilen KHK’ler, parlamenter sistemin doğasına aykırı metinler olarak gündemimize girmiştir. Meclisi etkisizleştirerek yasa yapmayı
yürütmeye yani bakanlar kuruluna veren bu yetki, her türlü tartışmayı devre dışı bırakarak, seçilmişlerin içerisinde atanmışları oluşturan bakanlar kuruluna hem yasa yapma hem de yasaları yürütme yetkisini vermektedir. Bu haliyle de KHK’ler, Başbakanın isteği ile bir gecede Bakanlar Kurulu kararı ile çıkarılmakta ve kamuoyu ancak Resmi Gazete’de yayımlandıktan sonra bu kararlardan haberdar olmaktadır. Yani “kamuoyundan kaçırarak” bir gecede bu yolla yasa yapılmaktadır.
KHK’ler bu anlamıyla hem mevcut siyasal iktidarı hem de kapitalist toplumsal ilişkileri ifade eden
önemli değişkenler olmaktadır. Hükümetler nezdinde sıkça kullanılan KHK’lar, 12 Mart muhtırasının ardından yeniden yapılandırılan Türkiye’nin, sermayenin istekleri doğrultusunda biçimlendirilmesinde hızlandırıcı bir etki yaratmış; özellikle 1980 darbesinin ardından kurulan ANAP hükümetleri tarafından neoliberal politikaların hayata geçirilmesinde peşi sıra kullanılmıştır. ANAP’ın 8
yıllık iktidarı boyunca toplam 487 KHK çıkarılmış ve gerekçe olarak da “kamu hizmetlerinin yeniden yapılandırılması” gösterilmiştir. Devletin elindeki kaynakları hızla özelleştiren, ”güçlü devlet”,
“güçlü iktidar” söylemleri altında yürütme eliyle piyasa lehine düzenlemeler yapan ANAP hükümetleri, askeri rejim döneminde çıkarılan yetki kanununa dayanarak bir günde 30 tane kararname çıkarabilmiştir. Yapısal uyum olarak adlandırılan bu dönemde kamunun örgütsel yapısı değişmiş ve kamu hizmetlerinin piyasalaştırılmasının ilk adımları atılmıştır.
AKP Hükümetinin de bugünlerde “yapısal uyum” çerçevesinde 3 Mayıs 2011 tarihinde
“önemli reformların ivedilikle gerçekleştirilmesi” gerekçesiyle çıkarttığı yetki kanunu, “mecliste
yasalaşma hızı düşük” diye ifade edilerek tasarı halindeki yasaların hızla yasalaşması olarak karşılık bulmuştur. Özal’ın başlattığı çizgiden ilerleyen AKP Hükümeti, Özal ile benzer gerekçelerle aldığı yetki kanununa dayanarak KHK’leri hızla hayata geçirmiştir. İktidara geldiği 2002 yılından yetki kanununa kadar hiç KHK çıkarmayan AKP Hükümeti son 6 ayda 35 tane KHK çıkarmıştır. Kararname kapsamına giren konular ise doktorların, öğretmenlerin, mühendislerin güvencesizleştirilmesi; ormanların, meraların, suların sermaye kullanımına açılması; muhalif yapıların etkisizleştirilmesi, imar rantlarının arttırılması gibi birçok konuyu içermektedir. Yasa yapma biçimi olarak
AKP’nin Özal’dan en önemli farkı ise birçok değişikliği bir yasa ya da kararname içerisine yerleştirmesi; muhalefetle karşılaşan tüm yasaları bir torba içerisine sığdırarak hayata geçirmesidir.
Bu çalışmada, Türkiye’de yeni sanayileşme politikalarının yasal olarak hayata geçirilmesinin bir
yolu olarak KHK’ler ele alınacaktır. Türkiye’deki dönüşüme dair önemli ipuçları veren KHK’ler bir
yandan parlamenter sistemin ‘demokrasi’ anlayışını ifade ederken diğer yandan da düzenlediği alanlar itibariyle kapitalist sanayileşmenin ihtiyaçları/beklentileri doğrultusunda kamunun içsel mimarisini dönüştürmektedir. Bu çalışma ANAP ve AKP hükümetleri dönemlerinde çıkarılan
KHK’leri karşılaştırarak, özellikle son 6 ayda çıkarılan KHK’ler yoluyla Türkiye’de kamunun içsel mimarisinin yeni sanayileşme politikaları doğrultusunda nasıl dönüştürüldüğünü ele alacaktır.
118
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
28. OTURUM
ULUSLARARASI HUKUK
II
Devlet Olmak-İnsan Olmak:
Devletler Hukukunun Oluşumunda
Evrenselci Düşüncenin Açmazları
Araş.Gör. Dinçer Demirkent, Ankara Ü., SBF Siy. Bil. ve Kamu Yön. B.
Avrupalıların Amerika kıtasına ulaşmaları ve burada giriştikleri kıyımlar, bugün de izlerini
sürdüren önemli tartışmalara yol açmıştır. Fetihlerin ardından gelen kitlesel kıyımlar Avrupa’da
ahlaki bir tartışma da yaratmış, bu tartışma ‘uygar olma’-’insan olma-olmama’ noktasında düğümlenmiştir. Tartışmaya Aristotelesçi siyasal toplum-insan özdeşliğinden dahil olan ve ‘primitif’ devletler hukukunun kurucularından addedilen Francisco de Vitoria’nın argümantasyonu bir yandan yerlilerin insan olduğu kanaatine kat’i bir biçimde varırken bir yanda da düşünce sistematiği içinde fetihlerin meşrulaştırılması için de araçları sağlamaktadır. Özellikle ‘insani
müdahale’ konusunda klasik devletlerarası hukukun kavramlarının işgörmediği günümüzde bu
tartışmalara dönmek devletlerarası hukukun en temel gerilimlerinden olan evrensellik-tikellik
gerilimini derinlikli bir biçimde ele alabileceğimiz bir malzemeyi önümüze koymaktadır. Bu tartışmaların kendisi, devletlerarası hukukun oluşumuna içkin sömürgeci düşüncenin, bugünün
yeni muhafazakarları ve liberallerinin kökensel ortaklıklığı olduğunu da açığa çıkaracaktır.
Bu bakımdan sunulacak çalışmanın konusu on altıncı yüzyıl başında İspanyol entelektüellerinin yeni dünyaya ilişkin fikirlerinin devletlerarası hukukun oluşumuyla ilişkisi bakımından
incelenmesi oluşturuyor. Bu konu bağlamında öne sürülecek tez ise bu fikirlerin, ‘insani müdahale’ ve ‘evrensel insan hakları’ sorunsalı içinde yeniden gündeme getirilmesiyle Avrupalı liberallerin ve yeni muhafazakarların kökensel ortaklığı olarak sömürgeci düşünceyi sahiplendikleridir.
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
119
İnsan Haklarına Eleştirel Yaklaşım
Arş. Gör. Ebubekir Aykut, Hacettepe Ü., İİBF Uluslar. İlişk. B.
Günümüzde insan hakları konusu hem ulusal hem de uluslararası ekonomik, siyasal, toplumsal ve kültürel ilişkilerin önemli bir parçası haline gelmiştir. Deus ex machine olarak insan
hakları, ideolojilerin sonunun ilan edildiği bir zamanın ideolojisinin büründüğü biçimdir. Sovyetler Birliği’nin yıkıldığı ve dünya çapındaki toplumsal mücadelelerin zayıladığı bir dönemde
“insan hakları mücadelesi” etkin hale getirilmiştir. Tarihin sonunu ilan eden liberal dünya görüşleri verili düzene herhangi bir alternatifin getirilemeyeceğini ısrarla vurgulayıp, insanlığın
sorunlarına çözüm olarak insan hakları söylemini geçerli yegâne çözüm olarak dolaşıma sokmaktadır. Bu bağlamda, küreselleşme sürecinde, “insan haklarına saygı” ilkesi, birçok uluslararası kuruluş tarafından üretilen metinlerin her zamankinden daha etkili ve temel parçalarından
biri haline gelmiştir. İnsani felaketler somut tarihsel süreçte artan ölçeklerde tekrar eder hale
gelirken, insan hakları söylemi tarihte hiç olmadığı kadar öne çıkmıştır. Anılan bu (çelişik) durumun açıklanabilmesi için, insan hakları söyleminin ve onu oluşturan normlar dizisinin yaşadığımız çevreyi saran toplumsal ilişkiler bağlamı içerisinden incelenmesi gerekmektedir.
Yukarıda anılan egemen söylem ve pratik arasındaki boşluğu adlandırabilmek için konuşma boyunca öncelikle günümüz toplumsal ilişkilerinin hâkim üretim tarzı kapitalizm ve insan
hakları arasındaki bağlantı açıklanacaktır. Bu kapsamda, hâkim insan hakları söylemi ile kapitalist üretim ilişkileri arasında göz ardı edilemez bir bağın bulunduğu iddia edilecektir. Diğer bir
deyişle, insan haklarının öznesine, meşruiyetine ve geçerlilik alanına ilişkin söylemlerin nesnel
ilişkilerin gereklilikleri tarafından sınırlandığı ve belirlendiği öne sürülecektir. Diğer yandan, insan haklarının hâkim kavramsallaştırması ve nesnel süreçler arasında işleyen ideolojik süreçler
vurgulanacaktır. Bu bağlamda, sadece nesnel ilişkilerin belirleyiciliğine değil söylemin toplumsal etkiler yaratan gerçekliğine de odaklanılacaktır. Bahsi geçen etkiler kabul edildiğinde, nesnel ilişkilerin kaybedenleri lehine bir kolektif hak kavramı üzerinden müdahalenin imkânları
tartışılacaktır.
“Savaş Versus Hukuk” mu?
Murat Peşeli, Hacettepe Ü., İİBF Uluslar. İlişk. B.
Uluslararası hukuk, yalnızca bir anlaşmalar bütünü olmanın ötesinde kurucu bir anlama
da sahiptir. Ancak bu kuruculuk “insan aklı”nın gelişimi ile vuku bulmuş bir “İyi” kavrayışına gönderme yapmak yerine küresel güç ilişkilerinin düzenlenmesinde uluslararası hukukun rolüne
vurgu yapmaktadır. Bu bağlamda, savaşın uluslararası hukukta nereye oturduğu sorusu teknik
veya ahlaki bir soru değil, küresel düzenleme ve güç ilişkilerinin anlamlandırılması için gerekli
bir sorudur.
Özellikle 2003 yılında ABD’nin öncülüğünde İstekliler Koalisyonu’nun (Coalition of the
Willing) Irak’a saldırması ile bu müdahalenin uluslararası hukuk ile uygunluğu, diğer bir deyişle
uluslararası hukuk açısından meşru olup olmadığı tartışmaları gündemi uzun süre meşgul etmiştir. Yakın tarihlerde Afrika’da yaşanan toplumsal hareketler ve bunların sonucunda “Batılı”
ülkelerin bu coğrafyaya müdahalesi de meşruiyet tartışmalarını tekrar gündeme getirmiştir.
Anılan tartışmaların kimi zaman vurguladığı, ancak vurgulanmasa dahi tartışmaların arka pla120
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
nında yatan eğilim uluslararası hukuku her şeyden önce savaşın karşısında konumlandırmaktadır. Bu anlayışa göre hukukun yokluğunda veya sakatlığında savaş bir gerçeklik olarak karşımıza çıkmaktadır. Yine anılan anlayışın bir uzantısı olarak denilebilir ki, hukukun üstünlüğünü
savunan yegane siyasal sistem liberal demokrasidir ve liberal demokrasi biçimini hakim kılan
devlet örgütlenmeleri arasında savaş çıkma ihtimali bulunmamaktadır (demokratik barış kuramı).
Bu bildiri, savaş ile hukuk arasındaki ilişkiyi farklı yaklaşımlar açısından ele almayı amaçlamaktadır. Anaakım yaklaşımlara hakim olan hukukun savaşın karşısında konumlandırılması
eğilimi tartışmaya açılacak ve bunun tutarlılığı sorgulanacak; ardından China Meville’in Between Equal Rights adlı eserinde ortaya koyduğu “savaş, eylem halindeki uluslararası hukuktur” argümanına dayanılarak savaş ve hukuk arasındaki ilişkinin küresel düzenleme sürecindeki niteliği incelenecektir.
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
121
29. OTURUM
TÜRKİYE’DE
ULUSALLAŞMA VE MİLLİYETÇİLİK
Birinci Coğrafya Kongresi Açısından Uluslaşma Süreci
İrfan Mukul ,Sinop Ü., Eğitim Bilimleri F.
M. Taki Yılmaz, Sinop Ü., Eğitim Bilimleri F.
Kapitalizm mekânsal olarak yayıldığı dönemlerde, rasyonel bir şekilde örgütlenebilmek,
kurduğu sistemi yönlendirebilmek ve kontrol edebilmek için farklılıkları yok etmek, örgütlenmesini soyut bir sistem üstüne oturtmak zorundadır. Kapitalizm kendi mekân ve zaman anlayışını
her coğrafyada tekrarlar, o coğrafyayı kendi istekleri doğrultusunda, soyut bir mekân ve zaman
anlayışı çerçevesinde tekrar kurar. Bu sayede birbirinden çok farklı coğrafyalar aynı soyut mekân
ve zaman anlayışı çerçevesinde birbirine bağlanır, tek bir ekonomik sistemin parçası haline gelirler. Bu soyutlama küresel ölçekte işleyen bir ekonominin gerekliliği olarak ortaya çıkar. Böylesi bir
soyutlamanın gerçekleşebilmesi için de bir takım araçlara ihtiyaç duyar. Türkiye için bu araçlardan
biri 1941 yılında gerçekleştirilen Birinci Coğrafya Kongresi olmuştur.
Uluslaşma süreci yeni dil, yeni bir kimlik, yeni bir kültür yaratılması yanında, ulusun yerleşeceği mekânın da tanımlanması, sınırlarının ulusa tanıtılması ve benimsetilmesi sürecini de içerir.
Bir yandan ulus devlet kendi aralarında homojen, diğerlerinden farklı insanlardan oluşan bir ulus
oluştururken, diğer yandan da oluşturduğu cemaatin yerleşeceği coğrafyayı tanımlar, bölgelere
ayırır ve adlandırır. Bu oluşturduğu mekânı çeşitli araçlarla da ulusa tanıtır (harita, müze, nüfus sayımı, resim vs.).
Bu bildiride, “ulusların eşyanın tabiatında var olan ve doğal türler doktrininin siyasal uyarlaması olan şeyler değildir ya da ulusal devletler etnik veya kültürel grupların belirgin ve nihai kaderi değildir” bilgisinden hareketle, Türkiye’de etnik ya da kültürel gruplar üzerinden oluşturulan
ulus-devlet kurgusunun gerçekleştirilmesinde mekânın katkısı Birinci Coğrafya Kongresi üzerinden açıklanacaktır.
122
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
Muhayyel Komünizm: ABD “Nezaretinde”
Türk Sağının Anti-Komünizm Propagandası
Dr. Aytül Tamer, Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi
Özet: Soğuk Savaş yıllarında SSCB’ye ve komünizme karşı yürütülen mücadelede Amerika Birleşik Devletleri’nin bölgesel olarak önemli blok güçlerinden biri Türkiye olmuştur. Bu süreçte ABD’nin takip ettiği ve/veya temas halinde olduğu Pan-Turanist, Türkçü milliyetçi kesim,
komünizme karşı mücadele temel bir rol üstlenmiştir. Bu çalışmanın amacı ABD’nin uluslararası politikaları bağlamında Türk milliyetçileri ile ilişkilerini ortaya koyarak Türkiye’de 1945 sonrası gerçekleştirilen anti-komünist propaganda faaliyetlerinin yapısını söz konusu “temas” bağlamında değerlendirmektir. Bu çalışmanın önemli kaynağı ABD Ulusal Arşivi’nde (NARA) incelenen
belgelerdir. Söz konusu arşivde ABD Türkiye Büyükelçiliği raporları ve ABD hükümeti tarafından
Türkiye’de milliyetçilik ve komünizm üzerine hazırlanan çalışmalar değerli bilgiler sunmaktadır.
İkinci önemli kaynak, 1945-1960 yılları arası yayımlanan anti-komünist broşürler, kitaplar ve milliyetçi dergiler ile bu dergilerdeki anti-komünist propaganda içeren makalelerdir. Türk sağının antikomünist propaganda faaliyetlerini, söz konusu kaynaklar çerçevesinde analiz ederken milliyetçi
muhafazakâr entelektüellerin komünizme karşı kendini konumlandırışı ve tavrı da değerlendirilmeye çalışılacaktır.
Sosyalizmi Milliyetçilikle Eklemlemek:
Türkiye Solunun 1960’lı Yıllarda Milliyetçilikle İmtihanı
Yrd. Doç. Dr. Erkan Doğan, Gazikent Ü., İİBF Siy. Bil.ve Uluslar. İlişk. B.
Türkiye sosyalizminin 1960’lı yıllardaki tarihine baktığımız zaman milliyetçilik kavramıyla
karşılaşırız; kendilerini milliyetçiliğin gerçek temsilcileri olarak gören Türkiyeli sosyalistlerin, sosyalizmle milliyetçiliği stratejik bir tercih olarak birbirine eklemleme çabalarına tanık oluruz. Bu çalışma milliyetçilikle 1960’ların Türkiye solu arasında yaşanmış olan bu tekinsiz ilişkiyi anlamaya çalışmaktadır ve solun 1960’lar Türkiye’sinde milliyetçiliği neden ve nasıl politik söylem, strateji ve
programlarına dâhil ettiğini incelemektir.
1960’larda Türkiye solunun salarında egemen söylemlerden biri haline gelen Kemalizm’in
‘sol’ bir varyantı, söz konusu dönemin solcu entelektüellerinin, milliyetçiliğin ilkelerini sosyalizmin diliyle harmanlama girişimlerinde oldukça önemli bir rol oynamıştır. Türkiye solu 1960’larda Kemalizm’i ilerici, anti-emperyalist, anti-feodal ve kalkınmacı bir dünya görüşü olarak yeniden
icat etmiştir.
Fakat, Türkiye sosyalistlerinin milliyetçilikle olan angajmanlarının kaynakları yalnızca Türkiye
bağlamına bakılarak tamamen anlaşılamaz. Türkiyeli sosyalistler, milliyetçiliği sosyalizmle birleştirme çabalarında yalnız başlarına değillerdi. 19. yüzyılın ortasından post-kolonyal döneme, sosyalizmle milliyetçilik arasındaki ideolojik ve pratik ilişkinin tarihi, “milletin sosyalizasyonu”ndan
“sosyalizmin nasyonalizayonu”na bir değişimi yansıtmaktadır ve bize bu ilişkinin nasıl düşmanlıktan yakınlaşmaya dönüştüğünü göstermektedir. 1960’lı yılların Türkiyeli sosyalistleri, stratejik
ve taktik ilhamlarının önemli bir kısmını bu uluslararası deneyimlerden almışlardı. Fakat onların
temel esin kaynakları, Stalinizm ve post-kolonyal dönemin Üçüncü Dünyacılığıydı. Bu açıdan, bu
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
123
çalışma, Türkiye solunun milliyetçilikle olan deneyimini, bu uluslararası deneyimlere referansla,
fakat özellikle, sosyalizmin milliyetçilikle eklemlenmesinin Üçüncü Dünyacı varyantına özel bir
vurguyla, analiz etmektedir.
11 Eylül 2001 Sonrası Türk Dış Politikası:
Olgular, Olaylar, Kuram ve Politikalar
Yrd. Doç. Dr. Özlen Çelebi, Hacettepe Ü., İİBF Uluslar. İlişk. B.
11 Eylül 2001 tarihinde ABD’de yaşanan ve takiben ortaya çıkan gelişmeler tüm dünyayı
etkilediği gibi Türkiye’nini dış politikası üzerinde de dikkatle izlenmesi gereken izler bırakmıştır.
Uluslararası siyasi ve iktisadi ilişkiler üzerinde hegemonyasını yeniden inşa etmeye duran ABD
ile Türkiye’nin sahip olduğu ilişkiler nedeniyle, Türkiye’nin ABD başta olmak üzere tüm “Batılı”
ülkelerle kurduğu (veya kuramadığı) ilişkiler nedeniyle, Türkiye’nin NATO üyeliği nedeniyle ve
Türkiye’nin coğrafi konumu nedeniyle bu dönem özellikle incelenmeye değer bir dönemdir. İç
politika alanında da ciddi bir dönemece giren Türkiye AKP iktidarı ile yönetilmeye başlanmıştır.
AKP bir proje partisi midir? Misyonu Türkiye’yi Batılı ülkelerin biçtiği bir “rol model” çizgisine oturtmak mıdır? 2003 yılında tasarlanan Büyük Orta Doğu Projesi ile 2009 yılında ABD Başkanı Barrack
Obama tarafından ilan edilen “model ortak”lık ne kadar örtüşmektedir? Türkiye’nin AB ile ilişkileri ve Akdeniz’de Türkiye’ye önerilen “ayrıcalıklı ilişki” modeli bu geniş çerçevenin içinde nereye
yerleştirilebilir? Türkiye bir Orta Doğu ülkesi olmadığı halde neden hızla bölgeye yönelmektedir?
Stratejik derinlik yaklaşımı Türkiye’yi temel dış politika ilke ve hedelerinden uzaklaştırmakta mıdır? Türk dış politikasının temeli yeniden mi oluşturulmaktadır? Dış poltikada eksen kayması tartışmaları yerine tarışılması gereken manevra kabiliyetinin daraltılması ve Türkiye’nin ABD’ye bağımlılığının artmakta olduğu olgusuyla karşı karşıya olup olmadığımızdır.
124
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
30. OTURUM
OSMANLI’DA SOSYALİST FIRKALAR
Osmanlı Sosyalizminin Doğusu / II. Meşrutiyet’te Sosyalizm,
Anarşizm ve OSF
Doç. Dr. Mehmet Ö. Alkan, İstanbul Ü., SBF Siy. Tar. ABD Başkanı
XIX. yüzyılda, Osmanlı modernleşmesi sürecinde yaşanan siyasal toplumsal ve ekonomik
sorunların çözümde “bilim” ve “eğitim” birer anahtar kelime olmanın ötesinde, sihirli birer anlam
da kazanmışlardır. Bu süreçte Batı ile yoğunlaşan temas, “bilim” ve “eğitim”in kutsanmasını hızlandırmıştır. II. Meşrutiyet’in başlamasını simgeleyen 23 Temmuz 1908 tarihi o dönemki adlandırmayla “Hürriyet’in İlanı”, Osmanlı sosyalizminin de doğuşuna uygun bir ortam hazırlamıştır. Osmanlı Materyalizmi, Osmanlı Darwinizmi gibi düşünce akımlarının yaptığı katkıyı unutmadan, bu
dönemdeki işçi hareketinin de Osmanlı sosyalizmini beslediğini hatırlamak gerekir. Tebliğimde
II. Meşrutiyet öncesi bu sürece değineceğimiz gibi Osmanlı sosyalistlerini ve Osmanlı Sosyalist
Fırkası’nı etkilemiş Baha Tevfik gibi liberal isimler üzerinde de durmak gerekir. Özellikle II. Meşrutiyet döneminde kurulan ve faaliyet gösteren sosyalist örgüt ve derneklerin yanısıra dönemin
sosyalist basın ve yayınları üzerinde durarak genel bir değerlendirme hem Osmanlı Sosyalizminin hem de OSF’nin anlaşılması açısından önemli gözükmektedir. Bu bağlamda İttihat ve Terakki
Fırkası/Cemiyeti’nin sosyalizme bakışı ve yaklaşımını da değerlendirerek, şimdiye dek üzerinde az
durulmuş bir konu olan Osmanlı Anarşizmine değinmek bir ihmalin kısmen de olsa telafisini sağlayacaktır.
OSF / TSF’nin Siyasal Söyleminin Temel Unsurları ve
Sosyalizm Anlayışı
Dr. Doğan Çetinkaya, İstanbul Ü.,SBF
OSF lideri Hüseyin Hilmi ve siyasal çevresini belli bir ideolojik referansla sosyalist olmamakla itham eden siyasal ve tarihyazımına ilişkin tutumların dışında, onun üzerine yazılmış literatür
daha çok anılarda dile getirilen dedikodu nitelikli anlatılarla sınırlı kalmıştır. Bu anlatıların çoğu
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
125
mantıksal çelişkiler ve hatalarla doludur. Bu noktada bu anlatılara eleştirel bir yaklaşımla bakmak
gerektiğinin altı çizilmelidir. Bu eleştirel bakış açısı için en önemli kaynak, bu çevrenin yayınlamış
olduğu süreli yayınlardır. Bu çevrenin faaliyetleri ve yayınları Türkiye’de sosyalist kavramların ve
düşüncenin ilk defa sistematik bir biçimde gündeme gelmesini sağlamıştır. Bu yayınlarda dile getirilen sosyalist anlayışın benzerlerini çağdaş birçok sol akımda bulmak mümkündür. İştirakçi çevresinin söyleminde İslami, yurtsever ve ilerlemeci unsurların bulunması da kanımızca onun sosyalistliğinin “gerçek” olmadığını göstermez. Bu öğeler hem çağdaşı, hem ondan sonra gelen birçok sosyalist akımda varlığını sürdürmeye devam edecektir. Bu tür farklı referans noktalarına atıflar tarihte birçok sosyalist hareket içerisinde de tespit edilebilir. Yine Hilmi çevresini liberallik ile
niteleyen analizler, yukarıda da değinildiği gibi, liberalizmi tarihsel bağlamından kopararak donmuş bir akide olarak ele almışlardır. Bundan dolayı yapacağım sunuş OSF çevresinin kendi yayınlarına odaklanarak siyasal söyleminin temel unsurlarını tespit ederek sosyalizm anlayışını analiz
etmeyi hedeleyecektir.
İştirâkçı Hilmi
Dr. Stefo Benlisoy, İstanbul Teknik Ü., İnsan Bilimleri B.
Türkiye’de sosyalist hareketin kökenlerini inceleyen çalışmaların hemen hepsi Osmanlı
İmparatorluğu’nda nüve halinde bir işçi hareketinin doğmakta olduğunu teslim etseler de, sosyalizmin ortaya çıkışına zorlama bir eleştirellikle yaklaşmışlardır. Bu sorgulama sonucu ortaya çıkan egemen kanı, sosyalist düşüncenin daha çok Osmanlı gayrimüslimleri arasında geliştiği ve
belli bir toplumsal tekabüliyet edindiği, Müslüman veya Türk unsurun ise bu tür düşüncelerden
uzak kaldığıdır. Hatta kendisine sosyalist diyenlerin sosyalistliği de su götürür kabul edilmiştir.
Buna en tipik örnek ise Osmanlı/Türkiye Sosyalist Fırkası’nın (OSF/TSF) önde gelen ismi Hüseyin
Hilmi, ya da nam-ı diğer “Sosyalist/İştirakçi Hilmi”dir. Hüseyin Hilmi, Osmanlı İmparatorluğu’nda
Müslüman/Türk unsur içerisinde örgütlü sosyalist faaliyette bulunan ilk isimlerden birisidir. Hilmi,
ilk sosyalist parti örgütlenmelerine öncülük etmiş, işçi eylemlilikleriyle organik ilişkiler kurmuş ve
sosyalist düşünceyi ilk defa sistematik bir biçimde dile getiren birçok Türkçe süreli yayını kamuoyuna sunmuştur. Bu sunuş çerçevesinde Hilmi üzerine yazılmış literatürün bir değerlendirmesi yapılarak, tarihyazımının onun sosyalist anlayışını nasıl görmezden geldiğinin ya da küçümsediğinin üzerinde durulacaktır. Hilmi’nin faaliyetlerini değerlendiren araştırmacılar nedense ona
“sosyalist” sıfatını yakıştıramamışlar, onun olsa olsa liberal olabileceğini iddia etmişlerdir. Bu çerçevede sunuş, Hilmi’nin çıkarmış olduğu süreli yayınlara eğilerek, onun sosyalizm anlayışını değerlendirecek, İştirakçi ve çevresinin sosyalizmine farklı bir pencereden bakma denenecektir.
İşçi Hareketi ve OSF/TSF
Erol Ülker, Chicago Ü.,
Osmanlı Sosyalist Fırkası ve Türkiye Sosyalist Fırkası çevresinin faaliyetleri bugüne kadar genellikle entelektüel ve yayın faaliyetleri merkeze alınarak incelenmiştir. Oysa bu çevrenin siyasal
çevreler ve toplumsal hareketlerle ciddi bağları olmuştur. Ancak bu bağların şekil ve karakteri zaman ve mekana göre farklı veçheler almıştır. Sunuşum özellikle mütareke dönemi içinde ortaya
126
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
çıkan işçi hareketi ve siyasal mücadele içinde OSF/TSF (Türkiye Sosyalist Fırkası) çevresinin konumunu tahlil edecektir. Böylece entelektüel tarihyazımının dışına çıkılarak bu çevrenin faaliyetleri
daha genel bir toplumsal ve siyasal çerçeve içinde ele alınacaktır. Bu amaçla sadece Hüseyin Hilmi çevresinin yayınlarına değil yabancı veyerli arşiv malzemesi kullanılacaktır.
Osmanlı Sosyalist Fırkası Paris Şubesi:
“Dr. Refik Nevzad ve Beşeriyet”
Cengiz Yolcu, Boğaziçi Ü., Tarih B.
Askerî Tıbbiye’de okurken İttihad ve Terakki murahhası olarak Paris’e giden Dr. Refik
Nevzad’ın (1847- 1952) görevi Ahmed Rıza Bey’i cemiyete davet etmektir. Sonrasında bu şehirde yerleşen Refik Nevzad, II. Meşrutiyet’in ilan edilmesinden sonra eski arkadaşlarıyla da arası açılır ve yurt dışından II. Abdülhamid’e karşı yürüttüğü muhalefeti İttihad ve Terakki’ye yönlendirir.
Kendisinin ne zaman sosyalist dünya görüşünü benimsediği kesin olarak bilinmemektedir. Bununla beraber, bir sosyalist olarak parti dâhilinde aktif siyasette yer alması kendisi Paris’te bulunsa
dahi, 1908 sonrasında Osmanlı topraklarında yaşanlarla yakından alakalıdır. “Hürriyet’in İlânı”dan
sonra kurulan birçok örgütten bir tanesi de başında İştirak dergisinin sahibi Hüseyin Hilmi’nin olduğu Osmanlı Sosyalist Fırkası olur. Paris’te, Fransız sosyalistlerinden etkilenen Refik Nevzad da
bu dönemde, İstanbul’daki İştirakçı Hilmi çevresi ile haberleşmeye başlar. Bu ilişki sonucunda Osmanlı Sosyalist Fırkası’nın Paris Şubesi adı altında Avni Kemal, Fuat Nevzat, Memil Zeki ve Kadri
Hoca gibi isimlerin yer aldığı bir grup kurar. Refik Nevzad, 1911 senesinin sonbaharında elle yazıp
litograf ile basılan Beşeriyet gazetesini yayımlamaya başlar; ancak gazete toplamda altı sayı çıkabilmiştir. Gazetenin yayımladığı dönem Trablusgarb Savaşı’na rast gelir. Dolayısıyla Osmanlı iç politikasına dair görüşlerin yanı sıra bu savaşa ilişkin haberler ve yorumlar ağırlıktadır. Paris’teki ikameti sırasında II. Enternasyonal’in yöneticileriyle de (Jean Jaures, Emile Vandervelde) dostluk kurar. Dr. Refik Nevzad, Mütâreke Dönemi’nde Türkiye Sosyalist Fırkası adıyla tekrar siyaset sahnesine çıkan İştirâkçı Hilmi ile yeniden ilişkiye geçer ve 1919 seçimlerinde İstanbul’dan mebus adayı
gösterilir. T.S.F’nin de kapatılmasından sonra Aydınlık dergisi çevresiyle bağlantı kurar ve Tek Parti Dönemi’nde de muhalefetini sürdürür. 1950’den sonra Türkiye’ye döner ve Paris’te yeni kurulan
İleri Jön Türkler örgütü ile ilgili olduğu gerekçesiyle yargılanır ve beraat ettikten bir süre sonra hayatını kaybeder.
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
127
31. OTURUM
SAĞLIK SOSYAL BİLİMLERİ EĞİTİMİ
Hemşirelik Eğitiminde Sosyal Bilimlerin Yeri
Prof. Dr. Rukiye Pınar, Yeditepe Ü., Sağlık Bil. F.
Hemşirelik biliminde tüm hemşire kuramcıların ele aldıkları dört temel kavram insan, sağlık/hastalık, çevre ve hemşireliktir. Hemşire kuramcıların bu kavramlara yaklaşımları farklıdır, ancak tüm kuramların temelinde insan vardır. Hemşirelik eğitiminin ilk yılında insan “biyopsikososyal bir varlık”, sağlık DSÖ’nün tanımı olan “yalnızca hastalık ve sakatlığın olmayışı değil, aynı zamanda fiziksel, sosyal ve mental tam bir iyilik hali”; hemşirelik “birey, aile ve toplumun sağlığının korunması, geliştirilmesi, hastalık halinde iyileştirilmesi amacına yönelik hemşirelik hizmetlerin planlanması, uygulanması, denetlenmesi ve bu hizmetleri yapacak bireylerin eğitiminden sorumlu bilim ve sanattan oluşan bir sağlık disiplini” olarak tanımlanmaktadır. Hemşirelik hizmetleri bireyi ailesi ve çevresi ile birlikte ele alan bütüncül bir yaklaşıma temellenir; bu yaklaşım bireyi
yalnızca fiziksel bir olgu olarak değil, aynı zamanda sosyal çevresi ile etkileşim halinde ruhsal ve
mental bütünlük içinde görür. Bu nedenle hemşirelik eğitiminin ilk yılında öğrencilere anatomi,
fizyoloji, biyokimya, mikyobiyoloji gibi derslerin yanı sıra sosyoloji, psikoloji, kişilerarası ilişkiler ve
hatta bazı okullarda antropoloji dersleri okutulur. Çünkü hemşirelik hizmetlerinde hastalıktan ziyade birey vardır, temel gereksinimler aynı olsa da bu gereksinimlerin ifade biçimi bireyden bireye değişir, geçmiş ve bugün de içinde yaşadığı toplum, ait olduğu kültürden etkilenir, dolayısı ile
de her birey birbirinden farklıdır, bu nedenle de bireyselleştirilmiş bakım ön plandadır. İleriki yıllarda, sınırlı sayıdaki okulda müfredata “kültürlerarası hemşirelik” terapötik ilişkiler” ve “psikodrama gibi” derslerde eklenir. Hemşirelik eğitiminde sosyal bilimlerin yeri konusunda eğitimciler olarak, hepimiz hemfikir olsak da, henüz yanıtlarında fikir birliğine varamadığımız sorular mevcuttur. Bu sorulardan biri sosyal bilimlerin, hemşirelik öğrencisine, hasta adına en iyi kararı verme, bir
başka ifade ile hasta savunuculuğu rolüne hazırlanmasına katkı verip vermediği sorusudur. Böyle
bir eğitimle profesyonelliği artan hemşire adayı, yatak başı hemşireliği gibi temel fonksiyonlarından uzaklaşma eğilimine girecek midir? Sonuç olarak hemşirelik eğitiminde sosyal bilimleri yeri
uzun yıllardan bu yana kabul görmesine rağmen, önümüzde teori ve pratiğin bütünlendiği iyi örnekler yoktur. Bu sunumda hemşirelik eğitiminde sosyal bilimlerin yeri gerçekler ve hayaller üzerinden örneklerle ele alınarak irdelenecektir.
128
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
Eczacılık Eğitiminde Sosyal Bilimlerin Önemi
Öğr. Gör. Nazlı Şencan, Yeditepe Ü., Eczacılık F. Sosyal Eczacılık BD
İlaç, insanlığın varolduğundan beri farklı kültürel anlamlar yüklenmiş, iyileştirici gücü olan
bir metadır. Günümüzde ilaç denilince daha çok kimya, bilişim, teknoloji ve sanayi kavramları akla
gelse de, ilaca ulaşma ve kullanımı sırasında en çok iletişim, ekonomi, psikoloji, sosyoloji bilimleri öne çıkmaktadır. İlaç eğitiminin verildiği eczacılık eğitiminde, meslek adaylarına biyoloji, kimya,
fizik temel bilimleri üzerine anatomi, fizyoloji, farmakoloji ve sonrasında ilaç teknolojisi, ilaç kimyası, bitki bilimleri, nano teknoloji, genetik, kozmetik vb bilimlerine ilişkin temel kavramlar anlatılmaktadır. Eczacılık eğitiminde, temel ve mesleki bilimlerde eğitim kadar sosyal bilimler ile ilgili
nosyon da kazandırılması gerekmektedir. Hasta psikolojisi, hasta ile iletişim, biyoetik, deontoloji,
yönetim, farmakoepidemiyoloji vb. dersler de verilmektedir. Yeditepe Üniversitesi Eczacılık Fakültesinde son yıllarda verilen “sosyal farmakoantropoloji” dersi ile geleceğin meslektaşlara “bütüncül” yaklaşım ve algılama becerisi kazandırılmaya çalışılmaktadır.
Sosyal Farmakoantropoloji dersinde, sosyal bilimler ve antropolojinin yeri, teori ve araştırma
yöntemleri hakkında temel bilgiler sunulmaktadır. Katılımcıların sosyal araştırma yöntemlerinden en az birini deneyerek tecrübe etmesi teşvik edilerek, sağlık davranışları ve ilaç kullanım alışkanlıkları ile ilgili kültürel etkilerin anlaşılmaya çalışılması hedelenmektedir. Örneğin farklı kültürel topluluklardaki hastalık ve ilaç tedavilerinin tanımlanması, sınılandırılması ve iyileştirme özelliklerinin benzerlik veya farklılık göstermesi durumunun, öğrenciler tarafından bizzat (ilaç kullanım hikayeleri alabilecek anketler uygulayarak, eczanelerde gözlem yaparak, sağlık çalışanları ile
görüşmelerde bulunarak gibi) deneyimlenmesi sağlanmaktadır. Hastalık ve ilaç yönetimi hasta
bakımının temelidir ve bir sağlıkçı ancak ve ancak sosyal bilimler öğretisi ile bu bakımı hakkı yerine getirebilir. Sosyal bilimlerin anlayış ve kavrayışı tüm fen bilimlerinde olduğu gibi eczacılık bilimi ve eğitimini, bütün ve tam olmasına olanak tanımaktadır.
Sağlık Sosyal Bilimlerinde Öğretim: Düşler ve Gerçekler
Doç. Dr. İnci User, Marmara Ü., Fen-Edb. F. Sosyoloji B.
Sağlığın ne olduğu ve nasıl elde edileceği konusundaki arayış ve tartışmalar toplumsal yaşamın önemli bir dinamiğidir. Sağlık salt teknik bir konu değildir ve ancak geniş siyasal ve felsefi
tartışmalar bağlamında ele alındığında gerçek anlamı kavranabilmektedir. Sağlık sosyal bilimleri
sağlık ve hastalığın toplumsal etkenleri, sağlık sisteminin ekonomi içindeki yeri ve nüfuzu, sağlık
alanında geliştirilen söylemlerin analizi, refah sistemlerinin yaşadığı kriz ile sağlık sistemleri arasındaki bağlantı gibi bir dizi konuya odaklanmaktadır. Sağlık konusunda uzman olmayan birey ve
toplulukların deneyimlerinin açığa çıkartılması, toplulukların kendi sağlıklarını korumaya ve geliştirmeye yönelik arayışları, sağlık sisteminin temsilcileriyle toplumun diğer kesimleri arasındaki
çelişki ve çatışmalar da yine sağlık sosyal bilimlerinin ilgi alanı içindedir.
Günümüzde çoğu sağlık sorununun toplumsal, kültürel, siyasal ve davranışsal boyutları olduğu kabul edilmekle birlikte, sosyal bilimcilerin sağlık alanında yaptığı araştırmalar ve getirdikleri öneriler sağlıkçılar nezdinde ancak sınırlı bir ilgi ve kabul görmektedir. Bu sınırlı ilgi kısmen
sağlık sektörünün koşullarıyla, kısmen de disiplinlerarası çalışmaların özel zorluklarıyla bağlantılıdır.
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
129
Öte yandan, sosyal bilimleri ilkesel olarak benimseyen sağlıkçılarla girişilen işbirliği de dil,
yöntem ve zihniyet farklılıkları nedeniyle zaman zaman bir hayli zorlayıcı olabilmektedir. Böyle bir
zeminde sağlık mesleklerine intisap edecek öğrenci gruplarına ders verebilmenin de belli zorlukları vardır. Kuşkusuz en önemli sorun müfredat belirleyen kurullara sosyal bilim katkısını kabul ettirmekle ilişkilidir. Bu sunumda ise kabulden sonra karşılaşılan iki sorun alanına, müfredata girebilmiş sosyal bilim derslerinin içeriğini belirlemekte ve öğrencilerin konuya ilgisini çekmekte yaşanan zorluklara değinilecek, konu uygulamadan örneklerle tartışılacaktır.
Tıp Eğitiminde Sosyal ve Beşeri Bilimler
Doç. Dr. Nadi Bakırcı, Acıbadem Ü., Tıp F.
Sosyal ve beşeri bilimlerin tıp eğitiminde yer almasının temel gerekçesi tıbbın uğraş alanının merkezinde insanın olmasıdır. Bir hekimin yeterlilik ve yetkinliklerine bakılınca temel, klinik ve
sosyal bilimleri birbiriyle ilişkilendirmesi ve bütünleştirmesi gereği ortaya çıkmaktadır. Sosyal ve
beşeri bilimler içerik ve yöntem bilgisi olarak hekimlik uygulamasına önemli olanaklar sağlamaktadır. Sağlığın temel belirleyicileri arasında sosyal, kültürel ve ekonomik yapının hangi dinamiklerle işlediğini kavramak ve çözümlemek hekime hastalıkların korunması, sağlığın geliştirilmesi
ve hastalıkların tedavisinde yol gösterici olmaktadır. Beşeri bilimlerin çalışmaları da insanı anlamaları açısından tıp öğrencileri için çok önemli olmaktadır. Bunun yanında, toplum sağlığı çalışmalarında asıl olarak sosyal ve beşeri bilimlerin bilgisi ve yöntemi kullanılır. Bu nedenle tıp fakültelerinin, toplumda çalışacak pratisyen hekim yetiştirme sorumluluğu açısından bakıldığında, bu
bilim alanına yönelik hedelerini oluşturmuş olması beklenir.
Sosyal ve beşeri bilimler tıp eğitiminde diğer çalışma alanları ile birlikte çalışmalıdır. Buradaki birlikte çalışma işbirliği ötesinde birbirini etkileme ve eğitimde yer alma içeriğini ve yöntemini
de belirleme düzeyinde olmalı ve klinik ve temel bilimlerle bütünleşmelidir. Özellikle tıbbi etik ve
beşeri bilimlerinin ortak ve etkileşimli olarak müfredatta yer alması için olanaklar hazırlanmalı ve
modeller geliştirilmelidir.
Bir başka açıdan, tıp eğitiminin kendisi sosyal ve beşeri bilimlerin yöntem ve bilgisine ihtiyaç
duyar. Öğrenme teorilerinin ve yöntemlerinin geliştirilmesinde diğer bilim dallarıyla birlikte çalışır.
130
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
32. OTURUM
DEĞİŞEN ORTADOĞU?
2011’de Ortadoğu’ya Bakışlar
Prof. Dr. Oktar Türel, OTDÜ İİBF İktisat B.
Bu bildiri üç bölümden oluşmaktadır. Birinci Bölüm, günümüz Orta Doğusu’ndaki İslamcı siyasal hareketlerin en etkilisi ve yaygını olan Müslüman Kardeşler üzerindeki gözlem ve değerlendirmelere ayrılmış, Müslüman Kardeşler’in bölgesel vizyonu ile emperyalizmin küresel neoliberal vizyonu arasındaki uzlaşı olasılıkları sorgulanmıştır. Müslüman Kardeşler eksenindeki Sünni İslamın ideolojik öncüllerinden eksiksiz düşünce ve inanç özgürlüğünü içeren, etnik ve dini azınlıkların haklarına saygılı, kadını özgürleştiren ve emeğin tarihsel kazanımlarını koruyarak geliştiren çağdaş bir demokrasinin yeşermesi zayıf bir olasılıktır. Orta Doğu’da 2011’deki gelişmelerden
açıkça izlendiği gibi, bu akımın demokrasi anlayışı kendi örgütlenmesi, propagandası ve iktidara
yürüyüşü önündeki engelleri aşmak ile sınırlıdır.
İkinci Bölüm’ün konusu, uluslararası sistemin hegemonik gücü ABD’nin 2000’li yıllarda Orta
Doğu’daki gelişmeleri nasıl bir süreklilik içinde algıladığı ve yönlendirmeye çalıştığıdır (“düzen
içinde dönüşüm”). 2000’li yılların başından itibaren ABD’nin izlemeye başladığı yeni bölgesel strateji, Orta Doğu’da yükselen İslamcı hareketlerle bir modus vivendi arayışını simgelemektedir. Çok
sık atıfta bulunduğu özgürlük ve demokrasi temelarının albenisine rağmen, bu strateji, özü itibariyle, öncülü “Yeşil Kuşak” gibi, gerici ve Orta Doğu halklarına büyük kazanımlar vaad etmeyen bir
stratejidir.
Türkiye’ye yakıştırılan “Orta Doğu’ya Rol Modelliği”nin ne denli anlamlı ve gerçekçi olduğu Üçüncü (ve son) Bölüm’de tartışılmaktadır. Bu tartışma üç düzlemde yürütülebilir: ideolojik,
siyasal ve ekonomik. Müslüman Kardeşler ekseninde bir İslam devletinin ideolojisi konusunda
Arap Orta Doğusu’nun düşünsel birikimi Türkiye’dekini fazlasiyle aşar. Siyasal düzlemde, Müslüman Kardeşler ve yandaşı hareketlerin toplumda dinsel duyarlılıklar temelinde örgütlenme ve bu
temelde siyasal ve ekonomik güç kazanma pratiği açısından (taktik siyasal manevralar dışında)
AKP’den öğrenecekleri bir şey yoktur. Salt ekonomik düzlemde ise, ülkelerin uluslararası ekonomiye ticaret ve sermaye akımları yoluyla eklemlenme örüntüsünün gelişmişlik düzeyi ile ilişkili olduğunu hatırda tutmak gerekir.
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
131
Ortadoğu Dönüşürken Türkiye:
Stratejik Ortaklıktan Model Ortaklığa
Prof. Dr. İlhan Uzgel, Ankara Ü. SBF Uluslar İlişk. B.
Orta Doğu coğrafyasında 2010 sonunda yaşanan dönüşüm uzun süredir biriken toplumsal,
ekonomik ve siyasal hoşnutsuzlukların patlak vermesiyle ortaya çıktı. Özellikle ABD merkezli analizler 2000’lerin başından beri buradaki rahatsızlığı görmüştü. Bunun için ABD’de gerek akademik gerekse politika yapım merkezlerinde çok geniş ve kapsamlı çalışmalar yürütülürken, bu rahatsızlığın kendisini Batı karşıtı bir nitelikte dışa vurması endişesiyle, dönüşümün denetim altında, yumuşak bir geçişle gerçekleşmesini sağlayacak bir politikaya yönelmiştir. Bu çerçevede ABD
bir yandan çeşitli program ve girişimlerle bölgedeki ülkelere reform çağrısında bulunurken, öte
yandan genç kentli kitlelere angaje olma stratejisini benimsedi. Bölgedeki reform ve demokratikleşme sürecinin İslamcı hareketlerin önünü açacağı öngörüldüyse de, bu hareketlerin etkili bir
ekonomik programları olmaması, iktidar mekanizmasının radikal siyasette dönüşüme yol açacağı gibi beklentiler ağır bastı.
Bu bağlamda Türkiye’de Milli Görüş çizgisinden gelip, AKP ile iktidara taşınan İslamcı hareket Orta Doğu’da yaşanan bu dönüşümün bir parçası olarak önem taşımaktadır. Türkiye’nin AKP
iktidarı döneminde Orta Doğu siyasetine giderek daha derinden dahil olması ve bölgedeki dönüşümün yumuşak aktörü olarak kendisini tanımlaması, söz konusu dönüşüm radikal bir aşamaya geçtiğinde kendi konumunun netleşmesini beraberinde getirmiştir. 2000’ler boyunca Türkiye
bölgeye kendi dönüşümünü model olarak sunmuş ve hükümet kendi izlediği yolu örnek ve esin
kaynağı olarak sunmuştur. Obama dönemine gelindiğinde taraların açıkça tanımlamaktan kaçındığı “model ortaklık” bu ilişki biçiminin adı olmuştur. ABD’nin bu süreçte sürdürdüğü “leading
from behind” politikası çerçevesinde Türkiye bu dönüşüm sürecinde öne çıkmış özellikle Suriye
konusunda bu model ortaklık en üst seviyesine ulaşmıştır.
Orta Doğu’da Değişimin Nitelikleri ve Demokratikleşme
Beklentileri
Doç. Dr. Recep Boztemur, ODTÜ Tarih B.
Bu çalışma, 2011 yılı başından itibaren Orta Doğu ülkelerinde yaşanan ve Arap Baharı olarak
adlandırılan siyasi hareketlerin niteliklerini tartışmak amacını gütmektedir. Halk hareketlerinin rejim değişikliğine yol açabilecek ve Orta Doğu ülkelerinde demokratikleimeyi sağlayabilecek sınıfsal özelliklere sahip olup olmadıklarını tartışacak olan çalışma halk hareketlerinin aktörleri ile
devlet ilişkilerine yoğunlaşmayı amaçlamaktadır. Devlet-toplum ilişkilerinin yanısıra yaşanan gelişmelerin Orta Doğu ülkelerini dünya ekonomik sistemiyle bütünleştirme sonucuna ulaşıp ulaşmayacağını sorgulayacak olan çalışma halk hareketlerinin küresel egemenlik ilişkileri içindeki durumunu da inceleyecektir.
132
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
33. OTURUM
TARIMDA DÖNÜŞÜM
I
Erken Cumhuriyet Döneminde Köylü Siyasetinin
Gündelik Formları: Tarımsal Vergilere Direniş
Dr. Murat Metinsoy, Boğaziçi Ü., Atatürk İlk. ve İnk. Tar. Ens.
Türkiye’de tek parti döneminde devlet ve toplum arasındaki ilişkileri anlamak için en aydınlatıcı alanlardan biri, nüfusun büyük kesimini teşkil eden köylülerin devletin vergi politikaları karşısındaki tepkileri ve devletin bu tepkiler karşısında politikalarını nasıl yeniden şekillendirdiğidir.
1920’li ve 30’lu yıllarda tek-parti devleti ile köylüler arasındaki ilişkiye, tarımsal vergiler üzerindeki büyük mücadele damgasını vurmuştur. Bu çalışma, yeni arşiv kaynakları ışığında, tek-parti hükümetinin ağır vergilendirme siyaseti karşısında, özellikle Arazi Vergisi, Hayvan Vergisi, Yol Vergisi
bağlamında, küçük ve fakir köylülerin tepkilerini, taleplerini ve direnişlerini ve bunların siyasî karar alma sürecindeki etkilerini incelemektedir.
Yeni bir devletin inşasının, ulusal kapitalist ekonominin kurulmasının, büyük bir ekonomik
krizin ve ardından gelen sanayileşme projelerinin damga vurduğu bu olağanüstü dönemde, köylülük büyük ekonomik sıkıntılarla karşı karşıya kalmıştır. Her ne kadar 1925’te Aşar Vergisi kaldırılsa ve bu durum kısa süreli bir rahatlama sağlasa da, izleyen yıllarda pek çok yeni vergi gündeme gelmiş, mevcut vergilerin oranları katlarca arttırılmış ve kapsamları genişletilmiştir. 1927-28
ve 1933-34-35 yıllarındaki kuraklıklar sonucu azalan hasat ve 1929’da patlak veren ekonomik kriz
sonucu tarımsal fiyatların düşmesi, köylülüğün vergi yükünü daha da artırmıştır.
Köylüler, otoriter tek parti sistemi nedeniyle yasal siyasî alanda temsil edilmemelerine ve
siyasî karar alma sürecine formel olarak katılım hakkına sahip olmamalarına karşın, elit-merkezci
ve kurumsalcı yaklaşımların öne sürdüğü köylülerin pasiliği, siyasî bilinçsizliği ve etkisizliği yolundaki yaygın kanının aksine, gündelik yaşamda, pek çok formel ve enformel mekanizmalarla devletin tarımsal vergilerine direnmişlerdir. Vergileri sık sık eleştirmişler, vergilere ilişkin pek çok talep ve şikâyet ortaya sürmüşler, vergilerden kaçınma stratejileri geliştirerek vergi yükünü pratikte
hafiletmeye çalışmışlardır. Ayrıca, vergiden kaçmanın mümkün olmadığı durumlarda, vergilerin
toplanması sürecinde görev alan vergi tahsildarı, jandarma ve muhtar gibi devletin kırsal düzeydeki temsilcilerine karşı bireysel ya da kolektif bir şekilde şiddete başvurmuşlardır.
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
133
Söz konusu eleştirel ve aktif köylü kamuoyu ve yaygın vergi direnişi, hükümeti, toplamayı
öngördüğü vergilerin büyük bir kısmından mahrum bırakmıştır. Bu durum, hükümeti vergi oranlarını önemli oranlarda düşürmeye veya kapsamlarını daraltmaya zorlamıştır. Özetle, vergiler üzerinde tek-parti hükümeti ve köylüler arasındaki mücadele ve bu mücadelenin siyasî karar alma
sürecine yansımış olması, köylülerin, yüksek siyaset alanında, klasik anlamda formel politik hareketler geliştirememelerine karşın, gündelik ve enformel siyaset araçlarıyla siyasî yaşamda belirli
bir etkiye sahip olduklarını göstermektedir.
Tarımsal Üretimin Ticarileşmesi ve Köylü Mobilizasyonu:
Türkiye Örneği
Araş. Gör. Yelda Kaya, ODTÜ İİBF Siy. Bil. ve Kamu Yön. B.
Tebliğin amacı, tarımsal üretimin ticarileşmesinin toprak mülkiyeti ve köylü mobilizasyonu
üzerindeki etkisini Türkiye örneğinde tartışmaktır. Diğer Batı-dışı toplumlarda benzer süreçlerin
yarattığı etkiler ikincil literatür üzerinden tartışılarak, tarımın ticarileşmesinin Türkiye’de pek çok
örnekten farklı bir seyir izlediği öne sürülecektir. Son 25 yılda yapılan çok sayıda araştırmanın gösterdiği üzere; söz konusu farklılık, 19. yüzyılın ikinci yarısında hız kazanan yabancı pazarlar için
üretimin Osmanlı taşrasında geniş çapta bir toprak yoğunlaşması ya da mülksüzlüğe yol açmamış olmasında yatmaktadır. Diğer bir değişle, kırsal kesim kapitalist üretimin etki alanına girmesine rağmen, küçük köylü mülkiyeti büyük ölçüde ayakta kalmıştır. Türkiye örneği, hiç şüphesiz,
benzersiz olmaktan uzaktır; kapitalizmin kırsal alanlara nüfuzu sürecininin yegane seyrinin toprak temerküzü-mülksüzleşme-proleterleşme ekseninde olmadığı halihazırda teorik olarak ortaya konmuş bir meseledir. Tebliğde asıl ele alınacak olansa küçük köylü mülkiyetinin hakim olduğu bir manzaranın Türkiye özelinde tarihsel olarak hangi faktörlerin etkileşimi sonucunda ortaya
çıktığı meselesidir ki bu hususta üç değişken analize dahil edilecektir: demografi, ekoloji ve devlet politikaları. İmparatorluk’tan Cumhuriyet’e devrolunan yapı bu faktörler ışığında tartışıldıktan
sonra, tebliğin ikinci kısmı köylü mobilizasyonu sorunu ile alakadar olacaktır. Diğer ülkelere nispetle, Osmanlı-Türk kırsalının aleni toplumsal çatışma açısından oldukça “sakin” ya da “durgun” olduğu söylenebilir. Burada cevap verilmeye çalışılacak olan soru, kırsal alan toplumsal olarak bu
halde iken, siyasal elitlerin söyleminde toprak mülkiyeti meselesinin neden ısrarla boy gösterdiğidir.
Türkiye Tarımında Yapısal Dönüşüm ve Sözleşmeli Çiftçilik:
Bursa Örneği
Yrd. Doç. Dr. Umut Ulukan, Ordu Ü. İİBF Çalış. Eko. ve End. İlişk. B.
134
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
Tarımsal Küçük Meta Üretiminde Emeğin Değersizleşmesi ve
İşçileşme Örüntüleri: Çanakkale Örneği Temelinde
Benzerlikler - Farklılıklar
Araş. Gör. Burcu Saka, Çanakkale 18 Mart Ü.
1970’li yıllardan itibaren tarımsal yapılarda dünya ölçeğinde değişim/ dönüşüm yaşanmaktadır. Bu dönüşümün temel unsurlarından biri; devletin tarımsal alana dönük girdi ve alım desteklerini çekmesiyken, bir diğeri ulusal gümrük duvarlarının kaldırılıp metaların uluslararası düzlemde değerlendirilmesidir. Eş-anlı olarak, tarımsal üretimin ileri ve geri bağlantıları aracılığıyla
sermayenin tarımsal üretime nüfuzu artmaktadır. Girdi kullanımındaki metalaşma düzeyi ve metaların pazarlama kanal ve koşullarındaki değişim, küçük meta üreticileri (KMÜ) açısından tarımsal faaliyetin riskini arttırmaktadır. Ulusal pazarın marjinalleşmesi ve sanayi sermayesinin tarımsal alandaki artan egemenliği ile birlikte araştırma gündemi, ulus-ötesi şirketlerin etkinliği temelinde meta-zincirleri çözümlemesine yönelmektedir. Bu yönelim kır sosyolojisinin temel araştırma gündemini (KMÜ’nin sınıfsal pozisyonu) marjinalleştirmekte ve KMÜ’nin çeşitlenme/farklılaşma dinamiklerini ihmal etmektedir. Bu çalışma tarım-gıda sosyoloji içerisinde ihmal edilen bu alana odaklanarak, tarımsal üretimin ileri-geri sermaye bağlantılarındaki değişimin KMÜ’nin hane
emek kullanımına etkisini üretim noktasında çözümlemeyi amaçlamaktadır. Çalışma, Çanakkale
Tekel İçki Fabrikası’nın özelleştirilmesinin ardından üzüm üreticisi KMÜ hanelerinde emeğin değersizleşmesi ve işçileşme örüntülerindeki benzerlik ve farklılıkları çözümlemektedir. Çalışmanın
temel bulgusu söz konusu sürecin, bir yandan KMÜ’nin çeşitlenme/farklılaşma eğilimini arttırırken bir yandan da emeğin değersizleşmesi noktasında türdeşleştirmesidir.
2010 yılında Çanakkale’de iki köy ve bir beldede yürütülen çalışmanın verileri, derinlemesine mülakat ve anket teknikleri aracılığıyla derlenmiştir. Derlenen veriler tüccarın yenilenen konumu, hane emek kullanımı-öz sömürü ve borçlanma-mülksüzleşme eğilimleri başlıkları altında
analiz edilmiştir. Anket uygulanan her bir hane; hane emek kullanımı, ücretli emek kullanımı, yetiştirilen ürün, sahip olunan toprak miktarı ve tarım araçları, girdi kullanımındaki metalaşma düzeyi gibi değişkenler aracılığıyla sınılandırılmış ve bir uçta köy ayaklı proleterlerin diğer uçta kapitalist çiftçilerin yer aldığı beş farklı kategori belirlenmiştir.
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
135
34. OTURUM
KRİZ ÜZERİNE
III
KRİZİN MALİYESİ - MALİYENİN KRİZİ
Neoliberalizm ve Devlet
Prof. Dr. İzzettin Önder, İstanbul Ü., SBF
Bu çalışmada, anaakım teori ve söylemlerin gerçeklik düzeyi sorgulanarak neoliberal politikaların uygulanma sürecinde devlete yüklenen işlevlerin sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda
nasıl evrildiği gösterilmekte ve son krizde devletin üstlendiği rol tartışmaya açılmaktadır.
Neoliberalizm; merkez kapitalist ekonomilerde kâr oranlarının gerilemesi karşısında, üretici
sermaye ve özellikle de onun üzerinde yükselen finansal sermayenin tüm yerküreyi kaplayan yeni
ve değişik birikim modelinin adıdır. Bütünsel sosyo-ekonomik bir anlayışla tüm yerküreye yayılan neoliberal politikalar çerçevesinde devletin temel işlevleri, ana hatlarıyla, ilk olarak bireysel özgürlüklerin sağlanarak, özel teşebbüsün önünün açılması, hukuk sisteminin oluşturularak uygulanması ve serbest ticaret koşullarının yerleştirilmesidir. İkinci olarak kamusal varlıkların özelleştirme yoluyla özel sektöre devredilmesi yanında, kamusal kararların da “serbest kurullar” aracılığı
ile alınması olarak belirtilebilir. Neoliberal politika uygulayıcısı devlet, çeşitli alanlardaki yönetsel
olduğu kadar malîye ve para politikaları kararları ile sermaye dokusu üzerinde olumlu ve birikimi
sağlayacak etki yaratır. Ayrıca devletler“yaşam boyu eğitim” ya da “esnek ihtisaslaşma” gibi neoliberal istihdam politikaları çerçevesinde ekonomide devamlı “yedek emek ordusu” bulundurularak sermayenin emek üzerindeki baskısını etkili kılarlar. Aynı zamanda, emeğin haklarının korunmasında, emek hakkını korumaya yönelik sendikal vs örgütlülüklerin öne çıkarılmasında, yüksek
gelirlere vergi salınmasında, sosyal devlet politikalarının savunulmasında, Merkez Bankası politikalarının enlasyon karşısında istihdamı sağlama politikalarına yöneltilmesinde devlet etkin ve
kararlı olarak sermayenin lehinde ve birikimin sağlanması doğrultusunda ekonomiye ve yönetime müdahale eder.
136
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
Bütün bu ve benzeri düzenlemelerle, neoliberal dönemde kriz dışı zaman aralığında devletin daima iş başında olduğu, ancak tüm otoritesini sermaye yönünde kullandığı açık bir gerçek olmakla beraber bu gerçek, söylemlerde perdelenmektedir. Krizde ise devletlerin ve merkez bankalarının hemen hiçbir kural tanımadan ekonomiye müdahalesi, kriz dışı durumlarda örtülü kalan
sermaye-devlet ilişkisini açığa çıkarmıştır. Son krizde de görüldüğü gibi hükümetlerin neoliberal politikalar sonucunda bozulan sosyal dengeleri baskı altında tutabilecek şekilde emeğe karşı
sert, sermayeye karşı esnek ve liberal politika uygulaması, bu yöntemle kriz sonrasında neoliberal
politikaların uygulanacağı zeminin yeniden oluşturulmasına yöneliktir.
Krizin Maliyesi:
Erken ve Geç Kapitalistleşen Ülke Ekonomilerin Krizi Karşılaması
Doç. Dr. Hale Balseven, Akdeniz Ü., İİBF Maliye B.
Kapitalist sistemin ilk aşamalarından bu yana merkezinde yer alan ülkelerde sermaye birikiminin gereklilikleri doğrultusunda gerçekleşen yapısal değişim ve kırılma dönemleri, sürece sonradan dahil olan geç kapitalistleşen ülkelerdeki gelişmeleri belirler. Devletin ekonomik etkinliği
ise kriz dahil sermaye birikim çevrimin bütün aşamalarında hayatidir. Tarihsel süreç içinde, kapitalist üretim ilişkileri daimi bir kriz ve yeniden yapılanma süreci olarak tespit edildiğinde devletler, krizin maliyesini üstlenerek yeniden yapılanmanın düzenleyicisi ve maliyetlerinin en önemli
yüklenicisi olarak temel aktörü görünümündedir.
Devlet, kapitalist üretim ve yeniden üretim sürecinde tarihsel olarak farklılaşan biçimlerde
ve boyutlarda gerçekleştirdiği fonksiyonlarını; yönetsel, malîye, para ve regülasyon politikaları ile
hayata geçirerek sermaye birikimini biçimlendirir, genişletir ve yeniden üretir. Devletin işlevleri
gerek neoliberal dönemde gerekse 2008/2009 küresel ekonomik krizi ve izleyen süreçte sermaye
birikiminin neoliberal döneme özgü gereklilikleri ile dönüşürken onun Marksist politik iktisatta
birikim ve meşrulaşma biçiminde ifade edilebilecek ikili fonksiyonundan birincisinin ikincisi aleyhine gerçekleşen edimleri tespit edilebilir. Devletin bu dönemde birikimi sağlayıcı yönde proaktif
müdahalesi sermaye dışı kesimler açısından sömürü mekanizmalarının arttığı bir süreci işaret etmektedir.
Bu çalışmada, öncelikle, dünya kapitalist sisteminin 2007/2008 ile içine girdiği bunalıma yönelik sistem içi ve sistem dışı önerilere meşruluk sağlamak için tarihsel bir çerçeve ve onun kavramsal çatısını temel alan bir analiz yönteminin hayati olduğu öne sürülmektedir. Tebliğde, ilk
olarak krizin anaakım iktisatta tanımlandığı biçimiyle bir finansal kriz değil devletin faaliyet alanını belirleyen bütün düzenlemeleri ile de desteklenen emeğin sömürüldüğü bir birikim krizi olduğunun belirlenmesi ve ısrarla ortaya konulmasının önemi vurgulanır. Devlet kapitalizminin ekonomik ve siyasal sonuçlarını ortaya koyan bir analiz, krizin sistem sorgusunu içeren başka bir yöne
evrilememesinin nedenleri kadar evrilebilmesinin koşullarını da göstermesi açısından elzemdir.
Böyle bir analiz krizlerde oldukça keskin biçimde gerçekleşen sömüren-sömürülen ilişkisini ortaya koyarak sistemsel çözümlerin geniş toplumsal kesimler temelli olması gerektiği iddiası taşımaktadır.
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
137
Maliyenin Krizi: Anaakım Maliye Teorisinin Açmazları
Y. Doç. Dr. Meltem Kayıran, Ankara Ü., SBF Maliye B.
Bu çalışma, anaakım maliye teorisinin dayandığı temel çerçeveyi analiz ederek açıklayıcılığını sorgulamayı amaçlamaktadır. Kapitalist sisteme ve bu sisteme içkin olan krizlere dair pek
çok olgu, neoklasik kavramlar örüntüsü içerisine gizlenmiş, kapitalist devletin sınıfsal karakterini
gizleyen bir teorik çerçeveye büründürülmüştür. Anaakım maliye teorisi, açıklamayı hedelediği
alanları bile açıklama gücünden yoksun, gerçek hayattan uzak bir alana sıkışmıştır. Bu bağlamda
kendi araştırma alanını bile açıklamaktan yoksun olan bir disiplinin krizleri açıklaması beklenmemelidir.
Kamu maliyesi veya kamu ekonomisinin temel ilgi alanı devletin iktisadi faaliyetlerinin araştırılması olarak ortaya konulmaktadır. Ancak anaakım teori, devleti analiz etmekte başarısız olduğu gibi, iktisadi olan-olmayan ayrımını yaparak kendisini sosyal bilim olmaktan da azade tutmuş
olmaktadır.
Maliye teorisinin tarihsel, toplumsal ve siyasal süreçleri kapsayan genel bir çerçeve yerine
neoklasik iktisadın egemenliği altında inşa edilmesi, neoklasik teorinin karşı karşıya olduğu bütün açmazları barındırmasına neden olmaktadır. Mikroiktisadın ve refah iktisadının temel çerçevesi içerisine hapsolması, objektif ve bilimsel olduğunu iddia etmesine rağmen üzerinde yükseldiği teorik çerçevenin “mükemmel işleyen piyasalar” yargısına dayanmasının yarattığı yanlılık, etkinlikle bölüşüm arasında bir çatışma kurgulayıp etkinlikten yana bir tutum alması ve homo economicus varsayımının bütün alanlara teşmil edilmesi gibi anaakım iktisadın izlediği yolun dışına
çıkmayan tutumu, maliye teorisinin devleti ve siyasal süreçleri açıklamasını olanaksız kılmaktadır.
Aslında bu çerçeve, maliye teorisinin ana konusunu oluşturan devleti tarihten, sosyal ilişkilerden
ve toplumdan kopuk, her yerde ve her tarihte geçerli bir yapı olarak analiz ederek, devletin sınıfsal karakterini gizlemeye yaramaktadır. Bu açıdan anaakım maliye teorisinin teorik temellerini ve
öne çıkan teorik değişimleri izlemek, sermayenin zaman içindeki ihtiyaçları doğrultusunda kapitalist devletin zaman içindeki dönüşümü için nasıl bir teorik çerçeve kurulduğunu göstermek açısından anlamlı olacaktır.
Devletin Değişen Rolü Karşısında Maliye Disiplininin Yönelimi:
Yöntembilimsel Bir Değerlendirme Denemesi
Yrd. Doç. Dr. Yasemin Özuğurlu, Mersin Ü., İİBF Maliye B.
Bu çalışmada kapitalist sistemin gelişme süreci boyunca devletin aldığı biçimlere bağlı olarak ve devletin ekonomi ile kurduğu ilişkiler bağlamında öznenin algılanışı, devletin öznenin içeriksel ve anlamsal dönüşümü üzerindeki etkisi, ekonomik ve toplumsal yapılardaki dönüşümün
kamu maliyesi teorisine yansıyış biçimi ile ele alınacaktır. Kapitalist sistem içinde ekonomik ve
toplumsal yapıların temel belirleyeni, her ne kadar süreçler tarafından gizlenmeye çalışılsa da
özne olarak insandır. Ancak bu belirlenim insan olarak öznenin toplumsal yapı içinde bulunduğu sınıfsal konum ile doğrudan ilişkilidir. Kamu maliyesi disiplininin temel araştırma alanını oluşturan kamusal hizmetlerin biçim ve yöntemini belirlemekte asıl belirleyici unsur, kapitalist ekonomik işleyişin krizi ve bu kriz karşısında devletin ekonomik ve toplumsal yapının belirlenmesi
konusunda üstlendiği rolün değişimidir. Devletin hangi işlevleri üstleneceği ve hangi hizmetle138
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
rin kamu hizmeti kapsamına alınarak devlete yükleneceği sınıf mücadelesinin sonucu olarak belirginleşmektedir. Bu mücadelenin kapsamını ve niteliğini kapitalist sistem içinde üretici güçlerin
gelişmişlik düzeyi belirlemektedir.
Bu çerçeveden hareketle kapitalist sistemin üretim ilişkilerini kurgulayışı açısından temel
özelliği ekonomik olan ile siyasal olanı ayırma yöntem ve biçimleridir. Bu aynı zamanda üretim ve
bölüşüm süreçlerinin birbirinden bağımsız ekonomik ve toplumsal kategorilere dönüşümü anlamına gelmektedir. Üretim süreci piyasada gerçekleşir. Bölüşüm ilişkileri ise devlet müdahalesi ile biçimlenen siyasal alanda tanımlanır. Bir kez böyle bir kategorizasyon yapıldığında, ekonomik alanın belirleyiciliğinden hareketle devletin ekonomik ve toplumsal süreçler içindeki rolü biçimlenmektedir. Dolayısıyla bu doğrultuda kamu maliyesinin sınırları ortaya çıkmaktadır. Kapitalist sistemin kriz üreten dinamiği ile ekonomik olan ile siyasal olanın ayrışması bir arada düşünüldüğünde, devlet ekonomik alanda ortaya çıkan krizleri siyasal alanda bölüşüm ilişkilerini düzenleyerek yeniden üretim sürecinin gereklerini yerine getirmektedir. Dolayısıyla kapitalist sistemin
krizler ile kendini yeniden üreten dinamiği, krizlerin kamu maliyesi düzenlemelerini gerektirirken
eşanlı olarak kamu maliyesinin krizini (yöntemsel ve kamu açıkları vb göstergeler açısından teknik olarak) oluşturmaktadır. Özetle çalışmada, kapitalist sistemin ekonomik olanla siyasal olanı
ayrıştırarak sınıfsal dinamikleri perdeleyen bir devlet ve kamu maliyesi analizi yaptığı, radikal teorilerden hareketle değerlendirilecektir.
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
139
35. OTURUM
TARİHSEL SÜREÇTE TÜRKİYE’DE
SENDİKAL MÜCADELE
I
Türkiye’de Sendikal Kriz ve Tekel Direnişi
Barış Erdem Gürkan, Global Labour University
Dünya kapitalizminin 1970’li yıllardan bu yana aşılamayan yapısal krizi kendisini çeşitli alanlarda yeniden üretmektedir. Bu alanların başında işçi sınıfının en temel mücadele aracı olan sendikalar gelmektedir. Kapitalist üretim tarzının iktisadi, siyasi ve toplumsal zeminde yaşadığı tıkanıklığın kesiştiği noktaya da işaret eden ve “sendikal kriz” olarak tarif edilebilecek bu süreç, sendikaların üye sayısındaki azalmanın ötesinde siyasal ve toplumsal dönüştürücü potansiyelin gerilemesinde somutlaşmaktadır. Bir yandan sendikalar etkisizleşirken, diğer yandan yaşanan krizi aşmaya ve sendikal hareketi “yeniden canlandırmaya” dönük çeşitli arayışlar da güncel hale gelmiştir. Sendikaların içinde ve/veya işçi sınıfının mücadele pratiklerinde somutlaşan bu arayışlar sendikaların dönüştürücü kapasitesi olarak da tarif edilebilecek sendikal gücün yeniden üretilmesi
ve sendikal krizin aşılması bağlamında değerlendirilmeyi hak etmektedir.
Türkiye, sendikal krizin en derin yaşandığı ülkelerin başında yer almaktadır. Krizin aşılmasına
dönük arayışlarda ise sendikaların iç dinamiklerinden çok işçi sınıfının “kendiliğinden” mücadelesi belirleyici olmuştur. Özellikle 1980’li yılların ikinci yarısında gerçekleşen işçi sınıfı mücadeleleri
mevcut sendikal yapıları aşan bir içeriğe sahip olmuştur. 2009 yılı sonunda TEKEL işçilerinin başlattığı direniş ile birlikte bu sürece önemli bir halka eklenmiştir. TEKEL direnişi, yarattığı siyasal ve
toplumsal etkinin yanı sıra Türkiye’de sendikal kriz açısından da değerlendirilmeyi gerektirmektedir. Çok boyutlu bir süreç olarak “sendikal yeniden canlanma” olgusunu kavramsallaştıran yaklaşımdan hareketle bakıldığında TEKEL direnişi, kurumsal ve politik boyutun önemine işaret etmektedir.
Bu çalışma, kuramsal bir çerçeveden hareketle, TEKEL direnişinin ışığında Türkiye’de sendikal kriz olgusunu ve krizin aşılması olarak da tarif edilebilecek olan sendikal yeniden canlanmasının olanaklarını analiz etmeyi amaçlamaktadır.
140
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
Emek Piyasasının Dönüşümü ve İşçi Hareketinin Yeniden İnşası:
1989 Bahar Eylemleri Deneyimi
Neşe Voyvoda, Boğaziçi Ü., Atatürk ilk. ve İnk. Tar. Enst.
Bu sunumda “Bahar Eylemleri” olarak bilinen ve 1989 yılında Türkiye’de gerçekleşen işçi hareketini incelemektedir. Bu eylemlerin birkaç göze çarpan özelliği vardır: Bu eylemler 1980’deki
askeri darbeden sonra ilk toplu işçi hareketi olduğu gibi, aynı zamanda işçilerin şikâyetlerini dile
getirmek için farklı yollar bulduğu eylemlerdir. İşçilerin hem emek piyasasının dönüşümü hem
de hareket esnasındaki deneyimleri bu çalışmanın odak noktasıdır. Ekonomik dönüşüm süreci
24 Ocak kararlarının açıklanması ve 12 Eylül’deki askeri darbeyle birlikte 1980 yılında başlamıştır.
24 Ocak kararları son 20 yıldır izlenen ithal ikameci sanayileşmeden ihracat bazlı büyümeye geçişi simgeler. Bu ekonomik dönüşüm işçilerin yaşamını kökten değiştirmiştir. Dönüşümle beraber
emek piyasasında düşük maaşlar, iş güvenliğinin azalması, esnek istihdam, sendikasızlaşma, askeri kurallar, kayıt dışı sektörlerin artışı, özelleştirme ve işsizlik hüküm sürmeye başlamıştır. Bu sunum işçileri harekete iten bu dönüşüm sürecini ve bu süreçte işçilerin kendi algılarını ve deneyimlerini incelemek için bir girişimdir.
1989 yılı büyük bir işçi hareketinin başlangıcıdır. Bunun nedeni ise işveren ve işçi sendikalarının işbirliksiz tutumlarının sonucu toplu sözleşmenin tıkanmasıdır. Bu dönemde grev yapmaya getirilen yasakları düşündüğümüzde, “Bahar Eylemleri” daha önceki işçi hareketlerinden farklılaşır. İşçiler şikâyetlerini dile getirmek için yasa boşluklarından yararlanarak ya da bazen yasalara
karşı gelerek birçok yöntem bulmuşlardır. Onların bu hareketleri renkli, cesur ve yaratıcıdır: toplu
olarak hastaneye gitmiş, yemekleri boykot etmiş, bıyık ve sakal uzatmış, çocuklarını bakamadıklarını göstermek için sembolik olarak çocuklarını satılığa çıkarmış, ailelerini bir arada tutamadıklarını iddia ederek toplu boşanma için mahkemeye başvurmuşlardır. Bu sunumda işçilerin fabrika içerisinde ve dışarısında yaşadıkları dönüşüm, işçi hareketinin ardında yatan sebepler ve işçilerin deneyimleri E.P. Thompson‘dan ilham alınan kültürel terimler ve emek hareketleri ve yeni toplumsal hareketleri bir arada düşünmeye çalışan literatür altında incelenmektedir.
Esnek Emek Politikasi ve Sendikaciliğin Krizi:
Ankara’daki Tekel İşçileri Direnişi Örneği
Araş. Gör. Mehtap Tosun, ODTÜ Fen-Edb. F. Sosyoloji Bölümü
Tarihsel süreç içerisinde belirli iktisadi, siyasal ve toplumsal dönüşümler, işçi sınıfının ve işçi
sınıfının kolektif çıkarlarının temsili olan sendikaların yapısında bir takım değişikliklere yol açmıştır. II. Dünya savaşından 1970’lerin sonlarına kadar geçen zaman seyri sermayenin içerilme kanallarının yoğunlaştığı bir döneme tanıklık ederek kapitalist gelişimin yaşadığı en verimli zaman aralığı özelliğini taşımaktadır.1970’lerin sonlarına gelindiğinde, bu zamana kadar oluşan sermaye birikiminin krize girmesi sonucunda sermayeye yeni birikim alanları açma amacıyla neoliberalizm
ideolojik yapılanması bu krizden çıkış yolu olarak ortaya konulmuştur. Neoliberal hegemonya sürecinde uygulanmakta olan, deregülasyon, özelleştirme ve esnekleştirme politikalarıyla emeğin
metalaşması, bir yandan istihdam biçimlerinin çok katmanlı ve güvencesiz hale gelmesine diğer
yandan da sınıfın parçalanmasına dolayısıyla sendikaların temsiliyet krizine yol açmaktadır. Bu
bağlamda neoliberal ideolojik yapılanma ekseninde güdümlenen politikalarla metalaşan emeğe
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
141
ve bunun sonucunda oluşan çok katmanlı istihdam ve parçalanan sınıf yapısını kavrayamamanın
yol açtığı sendikal krize ve güvencesiz istihdama karşı bir duruş niteliğinde olan Ankara’daki Tekel işçileri direnişinin farklı etnik ve cinsiyete dayalı kimliklerden gelen işçileri, işsizleri, diğer istihdam biçimlerinde çalışanları, onlara destek veren demokratik kitle örgütleriyle toplumsal hareketleri güvencesizliğe yani neoliberal politikalara karşı ortak bir zeminde bir araya getirdiği görülmektedir. Bu araştırmada, esnek çalışma koşulları, güvencesizlik ve sendikaların krizi gibi süreçleri gözler önüne serdiği öngörülen Tekel işçilerinin direnişi ve bu direniş içerisindeki toplumsal
dinamikler tekel işçileri ile yapılan görüşmeler çerçevesinde ele alınmaktadır. Yapılan görüşmelerin analizleriyle hem direnişin yapısal ve konjonktürel boyutunun kavranması hem de esneklik
ve özelleştirme politikaları neticesinde sendikasızlık ve güvencesizlik bağlamında oluşan Tekel işçilerinin direnişinin ortak mücadele zemininde ve sendikaya rağmen kendiliğinden oluşmasının
koşulları ve nedenleri tartışılmaktadır. Bu çalışma, esnek çalışma koşullarının yol açtığı güvencesizliğin toplumun bütün kesimlerini ortak bir düzlemde buluşturduğunu, sendikaların bu sürecin
kapsayıcı özelliklerini ve değişen istihdam koşullarının yol açtığı parçalı işçi sınıfının yapısını kavrayamadığı için temsiliyet krizine girdiğini Tekel işçilerinin Ankara’daki direnişleriyle görünür kılarak bütün bu süreçleri daha yakından anlaşılmasına ve değerlendirilmesine yardımcı olmaktadır.
Bilgi Üniversitesi’nde Sendikalaşma Deneyimi:
Olanak, Sınırlılıklar ve Sendikal Strateji
Arş. Gör. Elif Hacısalihoğlu, Trakya Ü., İİBF Çalışma Eko. ve End. İlişk. B.
Bu çalışmada, var olan sendikal kriz ortamında, ses getiren bir deneyim olarak Bilgi
Üniversitesi’nde sendikal örgütlenme süreci tartışmaya açılacaktır. Mevcut sendikal kriz tartışmaları ve literatürde dile getirilen örgütlenme çıkmazları bağlamında, Bilgi Üniversitesi’nde yaşanan deneyimde açığa çıkan ücretli işçiliğin farklı kademelerinde yer alan vasılı/vasıfsız emeğin
birlikte örgütlenmesinin olanak, koşul ve sınırlılıklarının ortaya koyulması hedelenmektedir.
Özelleştirme uygulamaları, hizmet sektörünün artan oranı ve sektörün kendine içkin sendikal örgütlenmeyi zorlaştırıcı yapısı, istihdam biçimlerinin bölünme/parçalanma/çeşitlenmesi literatürde sendikal kriz bağlamında en çok dile getirilen unsurlardan bazılarıdır. Bilgi Üniversitesi örneğinin, bu unsurların farklı derecelerde kesiştiği ve Türkiye’de vakıf üniversiteleri özelinde sendikal örgütlenmenin gerçekleştiği bir ilk olduğu gözlemlenmektedir. Bununla birlikte, bir vakıf üniversitesi olarak sendikalaşma sürecinin barındırdığı zorluk ve tıkanıklıklar göz önünde bulundurduğunda, kapitalist üretim sürecinde herhangi bir sermaye tarafının benzer eğilimlerini de sergilendiği izlenimi uyanmaktadır. Tüm bu koşullar ve tartışmalar ekseninde, bu çalışmada farklı vasıf düzeylerine sahip emeğin birlikte örgütlenebilmesindeki kısıtlılıkların ötesinde, sürmekte olan
deneyimlerden ne gibi kazanımlar elde edildiği, örgütlenme süreçlerinin nasıl ortaklaşabildiği
ele alınacaktır. Böylesi bir çabanın olanak ve kısıtlılıklarıyla farklı örgütlenme deneyimleri için olası sendika pratiklerinde yol gösterip gösteremeyeceği de yine bu örnek üzerinden tartışmaya açılacaktır.
Bu çerçevede, farklı vasıf düzeylerinde yer alan emeğin ortak bir örgütlenme zemininde buluşmasının hangi koşullarda, ne gibi araçlarla, nasıl bir dille sağlandığı, işçilerin bu süreci ve kendi
konumlarını nasıl algıladığı soruları cevaplanmaya çalışılacaktır. İmkân ve sınırlılıklarını ortaya koyabilmek adına, sendika uzmanları ve işçilerle gerçekleştirilen mülakatlardan, örgütlenme sürecinde kullanılan afiş, kitapçık vb. materyallerden faydalanılacaktır.
142
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
36. OTURUM
KADINLAR İÇİN BİYOGRAFİ YAZMAK
Kadınlar: Ne Yoktular, Ne Sevildiler, ne Anlatıldılar!
Meral Akbaş, ODTÜ Sosyoloji Bölümü Doktora Öğrencisi
Dr. Handan Çağlayan, Siyaset Bilimci
Gülbanu Altunok, Bilkent Üniversitesi Siyaset Bilimi Bölümü Doktora Öğrencisi
Bu bildiri, resmi tarih ve/veya klasik/ortodoks anlatılarca unutulan ya da görmezden gelinen
kadınların hayat öykülerinin feminist biyografiye konu edilmelerinin sağlayacağı imkanları tartışmayı amaçlamaktadır. Bu sunuşun teme meselesi, biyografilerin besleneceği muhtemel kaynaklar üzerine bir tartışma yürütmektir. Edebiyat metinlerinin, sözlü tarih yoluyla görünürleşen kolektif kadınlık deneyimlerinin, tarihin ve siyaset felsefesinin kadınlar için biyografi yazmaya nasıl
imkanlar sunacağının; feminist biyografinin, özel alana sıkıştırılmış hayatların, direnen, üreten, kırılan, dökülen kadınların, kısacası kadınlık deneyimlerinin dillendirilişinin nasıl tarihsel/siyasal bir
müdahale aracı olabileceğinin tartışılacağı bu metinde, unutulmuş ya da görmezden gelinen bir
kadın yazarın, Esma Ocak’ın edebi yapıtları, yine pek hatırlanmayan devrimci kadınların cezaevine, Mamak Askeri Cezaevi’ne dair sözlü tarih anlatıları, kadın sorunlarına duyarsızlığı nedeniyle eleştirilmesine rağmen bir siyaset felsefecisi olarak Hannah Arendt’in kaleme aldığı 18. yüzyıl
Avrupası’nda yaşamış Yahudi bir kadın olan Rahel Varnhagen’in yaşam hikayesi feminist biyografi yazımını besleyecek olası kaynakları işaret etmeleri bakımından önemli görünmektedir.
Türkiye’de Yazılan Kadın Biyografilerine Dair
Meral Akbaş, ODTÜ Sosyoloji Bölümü Doktora Öğrencisi
Geleneksel biyografi yazımına yöneltilen eleştirileri, Türkiye’de yazılan kadın biyografileri bağlamında da tartışmak mümkün görünmektedir. Geleneksel biyografinin sularında gezinen bu kadın biyografilerinde, toplumsal tarihin aktarıldığı ama eleştirilmediği ve hayatı anlatılan kadının anlatısıyla buluşturulmadığı, büyük tarih anlatılarının ‘verili’ olarak kabul edildiği hemen göze çarpmaktadır. Sözü edilen biyografilerin çoğu kamusalda yaşanan başarı öykülerine sı12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
143
kışmakta; kadınların başarılarının bedelini ödedikleri özel alanın anlatımını dışlamaktadır. Yazılan
biyografilerin önemli bir kısmında, kadınların hayatındaki boşluklar edebi anlatımlarla doldurulmakta; derinlikli bir tarihsel takibin, bilgi ve belge araştırmasının eksikliği hissedilmektedir. Kadınların öyküleri anlatılırken farklı kadınların hayatlarının birbirine nasıl, ne zaman ve hangi yollarla değdiği, kadın karşılaşmaları, kadın dostlukları yine metnin dışında kalmakta ya da metnin
içinde kendine daha az yer bulmaktadır; diğer yandan, babalar, başarılı ve ünlü erkekler bu anlatılarda öne çıkmaktadır. Tüm bu eleştirilerin tartışılması, Türkiye’de kadın için biyografi yazmanın
Türkiye’nin toplumsal tarihinin eleştirel yazımını nasıl güçlendireceğini görünürleştirmesi bakımından önemli görünmektedir.
Biyografi : Kimin Metni?
Şule Çiltaş, Çevirmen
Bir yaşamı hikaye etmek ister istemez tereddütleri, tutarsızlıkları, yalanlamaları, yanılgıları ve
çelişkileri ortadan kaldırma eğilimi doğrultusunda hareket eder; zenginliklerin ve tesadülerin eşlik ettiği herhangi birinin hayatı derlenip toparlanır hatta kimi kez bu hayatı “ düzeltme” çabasına
girilir. Anlatı, dil-olay-zaman akışının sağladığı süreklilik ve çizgisellik esasına göre akmalı ve yazar gerektiği yerde gerektiği kadar geriye dönüş yaparak bütünleştirilmiş, somut bir kimlik ortaya
koymalıdır. Bir yanından eksik bir yanından fazla da tutulsa yaşamı “yazarak” anlatmak “ kendini
doğrulama” gayretini beraberinde getirir.
Evet, kendini söylemin buyurgan yasalarına kaptırmış bir dilin içinde “öyküyü”, hele de kadının öyküsünü yakalamak güçleşebilir; üstelik bu öyküde o, kendinden çok başkalarına yer vermiştir; kendini ortak bir öykünün ikincil bir unsuru gibi konumlamıştır; anlatısında “ ben” tekil şahsını
kullanmaktan imtina etmiştir; yazdıklarını babasına ya da önemsediği “büyük adamlara” ithaf etmiş ve kendi varoluş hakikatini bu büyük adamların düşünsel zemini üzerine oturtmuştur; mesleki başarı ve tatmin metninin ana ekseni olmuştur. Kendini anlatma çabası içinde, aslında dışında bırakıldığı ve hiçbir katkısının içine nüfuz etmesine izin verilmeyen bir “formdan”, itaat etmesi beklenen bir anlam bütününden “ödünç aldığı” ifadelerle öz adından soyunur. Onay beklentisi ve kabul görme tasasının önde gittiği, aslolanın bir “parçası” muamelesi gören bu “çelişkili” dilin
karşısına ataerkil amnezi, erkekler tarafından yazılan ve sınılandırılan belgeler-fotoğralar-yazılar
kütlesi dikilir.
Geleneksel biyografide çokça rastlanan bu anlatı özelliklerinin tartışılması, sunumun temel
izleği olacaktır.
144
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
37. OTURUM
TOPLUMSAL MÜCADELE:
İLETİŞİM HAKKI
İletişim Hakkını Yeniden Kavramsallaştırılmak:
Hak Mücadelesi Ekseninde Kuramsal Bir Tartışma
Arş. Gör. Çağrı Kaderoğlu, Bulut Gazi Ü., İletişim F.
İletişim hakkı kavramının Birleşmiş Milletler sözleşmeleri, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, Dünya Bilgi Toplumu Zirvesi hazırlık toplantıları esnasında hazırlanan İletişim Hakları Bildirgesi gibi bir dizi uluslararası belgeye dayanan bir geçmişi vardır. Enformasyon toplumu
yaklaşımı çerçevesinde de iletişim hakkı kavramı daha da geniş bir biçime ulaşmıştır. Teorik düzeyde ulaşılan bu aşama uygulamada karşılığını bulmaktan oldukça uzaktır. İletişim hakkı kavramının gerek Birleşmiş Milletler Örgütü’nün ilk toplantılaWrında insan hakları kavramı dolayımı ile tanımlanan ilk biçimleri gerekse de enformasyon toplumu söylemi dolayımı ile genişleyen biçimi hala erişilmesi mümkün olamamış düzeyler durumundadır. Oysa günümüzde genişleyen iletişim seçenekleri ve iletişimin giderek toplumların siyasi, ekonomik, kültürel, toplumsal yaşamları açısından merkezi konuma gelmesine karşıt olarak yine aynı gelişmelerin tetiklediği, daha öncekilerle karşılaştırılamayacak denli büyük tehditler de söz konusudur. Medya
alanının hızla yoğunlaşması ve tüm iletişim araçlarının küresel düzeyde örgütlenmiş birkaç holdingin elinde toplanması; artan elektronik gözetim; kamusal bilginin giderek daha fazla özel
mülkiyetin ve ticaretin konusu haline gelmesi; kamusal iletişim ortamlarının hızla özelleştirilmesi ve piyasa kurallarına bırakılması; iletişim olanaklarına erişimde yaşanan eşitsizlikler bu
tehditlerden sadece bazılarıdır. Böylesi bir medya ortamı içinde iletişim hakkı içinde bulunduğumuz dönemdeki mevcut toplumsal mücadeleler içerisinde hem tartışma ve pratiğe dökülme zemini bulmakta hem de bu mücadelelerin bir alanı olarak belirmektedir. Bu çalışmada öncelikle “hak” kavramı ve insan hakları tartışmalarına değinilecek daha sonra ise mevcut iletişim
ortamını betimlemek amacıyla 1980 sonrası medya alanının görünümü içinde enformasyon
toplumu tartışmaları ele alınacaktır. Son olarak ise iletişim hakkının ne olduğu, iletişim hakkı talebinin toplumsal anlamı, maddi koşulları ve pratik ayaklarının neler olabileceği gibi farklı boyutları üzerinde bir tartışma gerçekleştirilecektir. Çalışmanın temel amacı iletişim hakkı kavramının, hak mücadeleleri bağlamında yeniden kavramsallaştırılmasıdır.
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
145
İfade Özgürlüğünden İletişim Hakkına:
Yasa Metinlerinin Ötesinde Bir Tartışmanın Kavramları
Onur Can Keskin, Ankara Ü., Hukuk F.
Kapitalist toplumun içinde bulunduğumuz dönemdeki biçimini tanımlamak için kullanılan kavramsallaştırmalardan biri olan enformasyon toplumu yaklaşımı, özünde iletişimin olduğu bir toplumsal yapılanmayı betimlemektedir. Dolayısıyla iletişim hakkının güvence altına alınmasının tüm ülkelerin gündeminde en üst sıralara oturması beklenmektedir. Oysa ne
Türkiye’de ne de başka ülkelerde durum böyle değildir. Hukuk tarafından tanındıkça daha fazla koruma altına alınması beklenilen iletişim özgürlüğü, pozitif hukuk alanına girdikçe denetleme arzusuna yenik düşmektedir. Dolayısıyla, üstün politik ve ekonomik çıkarlarla ve bunların
bir aracı olarak hukuk dolayımıyla egemenin kıskacından çıkamayan bu özgürlüğün gerçek yaşam alanına -toplumsal alana- çekilmesi ve bir hak olarak talep edilebilmesi iletişim hakkı tartışmasının ana zemini olarak belirmektedir. Bu çalışmada hak mücadeleleri içinde yükselen iletişim hakkı tartışmasına, belirtilen çerçeve içerisinde güncel örneklerden yararlanılarak katkı
sunulmaya çalışılacaktır.”
İletişim Hakkının Güncel Sorunları:
Erişimde Eşitsizlik ve Örgütsüz Medya Emekçisi
Arş. Gör. Aylin Aydoğan, Ankara Ü., İletişim F.
Mevcut medya ortamı bir boyutuyla ticari medya kuruşlarının birikimlerini ve kârlarını en
çoğa çıkartmak amacıyla pazardaki faaliyetlerini biçimlendirdikleri diğer boyutuyla da medya endüstrisinin kapitalist sistem için sermaye birikiminin sağlandığı alanlardan biri olduğu bir
görünüme sahiptir. Piyasa koşullarının belirleyiciliği altındaki günümüz iletişim ortamı temsilde sınırlı kalan; katılımcı, demokratik ve eşit olmayan; medya metinlerinin emek karşıtı, toplumun farklı kesimlerinin hayatına ilişkin bilgiyi ve sorunları aktarmaktan uzak olduğu bir yapıdadır. Medya endüstrisinin ticari anlamda değil ancak meşruiyet ve kendisine biçilen toplumsal rolü yerine getirme anlamında ciddi bir kriz içinde olduğu günümüzde “Enformasyon ve bilginin sahipleri kimlerdir?”, “Enformasyon ve bilgi üretim süreçlerini kimler denetim altında tutmaktadır?”, “Üretilen enformasyon ve bilgi kimlerin yararına dolaşıma girmektedir?” sorularının
yanıtlanması, uluslararası düzeyde örgütlenmiş holdinglerin denetimindeki ticari iletişim ortamının karşısında yürütülebilecek iletişim hakkı mücadelesinin ve tartışmasının temel kavramlarını ve zemini örmeyi sağlayacaktır. Bu çalışmada iletişim hakkının önündeki en önemli engellerden olan erişim eşitsizliği ve medya emekçilerinin ekonomik ve editoryal güvencesizliği iletişim hakkı tartışmalarının ele alması gereken sorun alanlarından olmaları vurgusuyla tartışılacaktır.
146
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
38. OTURUM
FAŞİZM
Nasyonal Sosyalizm ve Mühendislik
Ahmet Emre Çoban, Ankara Ü., SBF
Mühendislik, sürekli olarak rasyonellikle bir arada anılmışken nasyonal sosyalizm, bir irrasyonalite rejimi olarak ele alınmaktadır. Ne var ki bu irrasyonel rejim, gerek oluşum sürecinde gerekse II. Dünya Savaşı’nda ‘rasyonel’ mühendisleri de, uygulamalarına son derece etkin bir biçimde
dâhil edebilmeyi başarmıştır. “Nasyonal sosyalizm, ‘rasyonel’ mühendisleri bu irrasyonel süreçlere, bu barbarlığa nasıl entegre etti?” sorusundan yola çıkan bu çalışma, söz konusu ilişkiyi bir nebze de olsa çözümlemek ve faşizm üzerine çalışmalar yapanlara meselenin böyle de bir boyutu olduğunu göstermek amacı taşımaktadır.
Bu amaçla kurgulanan çalışma, ilk olarak nasyonal sosyalizm deneyimi ile modernizm arasındaki kimi yerde nefret kimi yerde aşk olarak tezahür eden ilişkinin izleri sürmekte, bu bağlamda nasyonal sosyalizmi bir teknokrasi rejimi olarak ele almanın ne ölçüde mümkün olduğu üzerinde durmaktadır. Nasyonal sosyalizm ile mühendislik arasındaki köprünün gerek ideoloji gerekse hareket düzleminde nasıl kurulduğuna yönelik incelemelere de yoğunlaşan çalışmada, III.
Reich’ın başmühendisleri olarak tanımlanabilecek Gottfried Feder, Fritz Todt ve Albert Speer ekseninde, nasyonal sosyalizmin ekonomi ve teknoloji politikalarında yaşanan değişim ve dönüşümler de mercek altına alınmaktadır. Bunların yanı sıra, savaş ve Holocaust endüstrileri özelinde
Nazi Almanyası’nda mühendislerin üstlendiği işlevler, kısaca derlenmeye çalışılmaktadır.
Nasyonal sosyalizmin anti-modernizm olarak değil, Jefrey Herf’in ifadesiyle bir tür ‘reaksiyoner modernizm’ olarak incelendiği çalışma, mühendislik ile nasyonal sosyalizm arasındaki ilişkinin bir çelişkiden ibaret olmadığını belirginleştirmektedir. Bunun yanı sıra bu çalışmayla, nasyonal sosyalizmin neden ‘kötü’ olduğunu anlamak için rejimin yalnızca tekelci kapitalle bağıntısını ya da despotluğunu ya da aşırı milliyetçiliğini, ırkçılığını değil, aynı zamanda teknolojiye yüklediği anlamı ve teknolojiyi kullanma biçimlerini de aynı oranda sorgulamamız gerektiği yargısı da
ortaya konmaktadır.
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
147
Bertolt Brecht, Anti-Faşist Mücadele ve Epik Tiyatro
Aysun Gezen, Ankara Ü., SBF
“Diğer yazarlara hiçbir şey öğretmeyen yazar, hiç kimseye bir şey öğretemez,” der Walter
Benjamin, “Diğer yazarları öncelikle üretime yöneltmeli, ikinci olarak da kullanımlar için gelişmiş
bir araç sunabilmelidir. Bu araç, ne kadar çok tüketiciyi üretim süreciyle ilişkiye sokarsa, ne kadar
fazla sayıda okuyucu ve seyircinin sürece katılımını sağlarsa, o denli iyi bir araç olacaktır. […] böyle bir modelimiz vardır: Bu, Brecht’in epik tiyatrosudur.”
Bertolt Brecht’in tiyatrosu, birçok yazarı üretime yöneltmiş, birçok seyircisi ve okuyucusunu
üretim sürecinin bir parçası kılabilmiştir. Fakat bu dâhil etme ve çoğaltma süreci, salt sanatsal bir
konumlanışın ürünü olarak cereyan etmemiştir. Brecht, yazdıklarının alıcısı olan herkesi, açık açık
bir harekete, direnişe davet eder. Bu, bir yanıyla kapitalizme, bir yanıyla nasyonal sosyalizme karşı bir direniş olacaktır. Direnişe davet ise, genelde faşizm özeldeyse nasyonal sosyalizme dair güçlü bir eleştirinin üzerine kurulmuştur. Bu çalışma, işte bu eleştirinin temel unsurlarını belirginleştirmek amacıyla yapılmıştır.
Brecht’in Nazi Almanya’sı hakkındaki çıplak gerçeği ortaya sermek konusundaki tutkusunun
en doruğa çıktığı oyun olarak Furcht und Elend des Dritten Reiches, bu eleştiriyi tiyatro aracılığıyla ortaya koymasının en üst noktasıdır. Brecht faşizmi sadece korku ve sefaletle özdeş olarak ele
almaz, sosyo-ekonomik boyutun yanı sıra nasyonal sosyalist rejimin “bir din yaratma” başarısına
dikkat çekerek psikolojik boyutu da dikkate almıştır. Brecht’in genel olarak yapmaya çalıştığı şey,
insanları kapıldıkları büyünün karşısına yerleştirerek ona dışarıdan bakmalarını sağlamak, rejimin
kırılganlığını ve kendisini sunduğundan daha “güçsüz” olduğunu göstermektir. Bu sayede insanlarda, onu değiştirebileceklerine dair bir düşünce uyandırarak direniş tohumlarını ekmeye çalışır,
mücadelenin başka bir boyutunu sunar ve bir uyarı olarak değerini korur.
Faşizmin Kitle Tahlili: Wilhelm Reich
Çağan Biçel, Ankara Ü., SBF Siy. Bil. B.
Kitlelerin karşılaştıkları her olay, yine kitlelerin tercihleri sonucunda meydana gelmektedir.
Yaşanmış ve yaşanacak olaylar kitlenin kişilik yapısının bir yansımasıdır. Bu durum, iki dünya savaşı arası dönemle sınırlandırılan faşizm deneyiminin, bugün ve gelecekte de var olabileceğini kanıtlamaktadır, çünkü faşizm ekonomik ve sosyal etmenler tarafından da şekillendirilen, “psikolojik bir sorundur”. Faşizm, kitleye denetleyici ve çevreleyici bir anlam yükleyenlerin aksine, kitlenin
yıkıcı olduğu kadar kurucu ve siyasal bir yaratıcı olabileceğinin de kanıtı olmuştur. Buradan hareketle “kitleler faşizmi neden arzular?” sorusuna yoğunlaşan bu çalışma faşizm analizlerinin kitlesel
boyutunu göstermeyi amaçlamaktadır. Bu bağlamda Wilhelm Reich’tan hareketle, kitle kuramına
genel bir bakış sunmaya çalışılacak ve “kendi”ni kolektif bir varoluş içerisinde tanımlama ihtiyacı
hissetmenin nedenleri üzerinde durulacaktır. Kitlelerin kişilik yapısına, kitle ve lider ilişkisinin eksenine ve faşist öğretinin kitleyi yönlendirici etkisine değinilecektir. Bunun yanı sıra faşizmin kitle
üzerindeki hakimiyetinin dayanağı olan, hem bir araç hem de amaç olarak tezahür eden aile, din
ve ırk kuramının faşizmle olan ilişkisi de değerlendirilecektir. Faşizmin kitle psikolojisi çerçevesinde nasıl sona erdirileceği tartışması da yine kitleden hareketle yürütülmeye çalışılacaktır.
148
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
Genelde faşizm, özeldeyse nasyonal sosyalizmin psikanaliz üzerinden incelendiği bu çalışmada, faşizmin insanlar tarafından ne şekillerde arzulanır olduğu sorgulanacaktır. Varılan sonuçların ürkütücülüğü karşısında, bu sonucun uyandırdığı meraktan ve faşizmin kitle psikolojisine
dayanılarak analiz edilmesinden hareketle, kitle kuramı ve faşizm ilişkisini sorgulamamız gerektiği açığa çıkmaktadır. Bunun yanı sıra bu çalışma, faşizmin bir defalık bir deneyim olduğu yargısının tartışılması gereğini de ortaya koymaktadır; çünkü faşizm zamansal ve mekansal sınırlamalardan bağımsız olarak insanın olduğu her yerde ortaya çıkabilecek, insana özgü bir uğrak olarak
kabul edilmektedir.
Nasyonal Sosyalizm Bir Siyasal Din midir?
Ömer Allahverdi, Ankara Üniversitesi, SBF
Faşizm, bazı siyaset bilimcilerinin ve felsefecilerinin öne sürdükleri gibi yalnızca iki dünya savaşı arasındaki döneme ve bu dönemi takip eden savaş koşullarına özgü bir siyasal olgu değildir.
Faşizmi yalnızca geçmişteki birkaç tarihsel deneyimle sınırlama çabası, faşizmi sadece bir daha
karşımıza çıkmayacak bir ‘hayalet’ gibi ele alma girişimi değil, aynı zamanda bugün farklı biçimlerde ortaya çıkan görünümlerini de görmezden gelme girişimidir. Oysa dar anlamıyla faşizmi bir
kenara bıraktığımızda, bugün faşizmin kendisini farklı şekillerde yeniden ürettiği ve totaliter özleri ile birlikte yanı başımızda olduğu aşikardır.
Faşizm gibi, günümüz siyasi tartışmalarına damga vuran bir diğer mesele, Luc Ferry ve Marcel Gauchet’nin ünlü tartışmasında da görülebileceği gibi, “Dinden Sonra Dinsellik” meselesidir.
Dini kimlikler üzerinden yapılan siyasetin yükselişinin, özellikle Aydınlanma kültürünün entelektüellere unutturduğu dinselliğin, bugün siyasete hangi özellikleriyle yön verdiğine dikkat etmek
gerekmektedir.
Bu çalışmanın çatısı, “faşizm” ve “din” arasındaki ilişkiden hareketle oluşturulmaktadır. Bu çalışma, öncelikle 20. yüzyıl öncesindeki diktatörlük biçimleri için kullanılan tiranlık, Sezarizm, Bonapartizm gibi kavramların neden Nasyonal Sosyalist Almanya’yı açıklamakta yetersiz kaldığını
ve totalitarizm kavramının bahsi geçen diktatörlük biçimlerinden farklı bir egemenlik biçimine
karşılık geldiğini ortaya koymaya çalışmaktadır. Ardından Eric Voegelin’in ve Emilio Gentile’nin totalitarizmleri siyasal din kavramıyla birlikte yeniden düşünmemiz gerektiği yönündeki tezlerinden yola çıkarak, faşizmin ‘mükemmel hali’ olan Nasyonal Sosyalizm örneğinde, din ve siyaset arasındaki geçişleri ele almaktadır. Bu bağlamda, çalışmanın temel amacı, Nasyonal Sosyalizmin bir
siyasal din olup olmadığını tartışmak suretiyle, günümüz siyasetini de kapsayacak biçimde, din ve
siyaset arasındaki çetrefilli ilişkiye dair bazı ipuçlarını yakalamak ve açığa çıkartmaktır.
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
149
39. OTURUM
ULUSLARARASI ÖRGÜTLER
VE TÜRKİYE
Uluslararası Örgütlerin Gelişmekte Olan Ülkelerde
İdari Reformlar Açısından Politika Transferi Sürecinde Rolü:
Yeni Kurumsal Kuram Açısından Bir Analiz
Jale Akhundova, TODAİ
Küreselleşme sürecinde gelişmekte olan ülkelerde yeniden yapılanma uygulamaları yaygınlaşmaktadır. Uluslararası örgütlerin özellikle gelişmekte olan ülkelerde bu idari yeniden yapılanmalarındaki rolü bir gerçekliktir. Uluslararası örgütler finansal yardımlar, mali-teknik destekler çerçevesinde ulusal idari reformlara etki yapma imkanı elde ediyorlar. Bu etki kamu politikası transferi çerçevesinde gerçekleşmektedir. Fakat birtakım idari reformları ulusal iç dinamiklerin koşullandırdığı gerçekliği de ortadadır. Çalışmanın amacı bu iç dinamiklerin ulusal idari reformlara olan etkisini kapsamamakla birlikte, uluslararası örgütlerin bu süreçteki hem mevzuat hem de yapısal değişimlerin gerçekleştirilmesine etkisini ve de politika transferi olgusunu
Yeni Kurumsalcı Kuram çerçevesinde tartışmak ve Kamu Politikası transferi olgusunu Yeni Kurumsalcı yaklaşımlarla izah etme imkânlarını ortaya çıkarmaktır. Bu çalışmada ülkelerin idari yapılarının yeniden yapılandırılması çerçevesindeki reformların küreselleşme sürecinde küreselleşen ekonomi boyutunu tamamlayan siyasi-idari boyut ya da süreç olduğu savunulmaktadır.
Özellikle bütün dünyada yaygınlaşan reform dalgasının sonuçta politika transferi ya da “politika ithali” çerçevesinde değerlendirilmesi gerektiği ve bu transfer sürecine yapısal ve düşünsel
kurumsallaşma sürecinin zemin oluşturduğu savları ileri sürülmektedir. Çalışmada temel savunulan fikir politika “ithal eden” ülkelerin bu eyleminin politika transfer eden tarafın kaynak desteğine ve siyasal meşruiyetine ihtiyacından kaynaklandığı, aynı ihtiyaçları karşılama eyleminde bulunarak uluslararası örgütlerin idari reformları daha kolaylıkla dayatma fırsatı edinmesidir. Çalışmada varılan sonuç sınırlı sayıda gelişmiş ülke bazında oluşturulan politikaların gelişmekte olan ülkelere uygulanmasının yanlış olacağıdır. Yapılması gereken şey, her ülkenin kendi
koşulları ve yapıları göz önüne alınarak, bunlara uygun bir analiz çerçevesi araştırmaya ve oluşturmaya çalışmaktır.
150
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
Diğer bir gelinen sonuç temel kuramsal ve de “kurumsal” sorununun analiz düzeyindeki “Kurumsal İndirgemecilik” olduğu, bunun da kuramın ortaya çıktığı ve analizinin odaklandığı Batı
ülkelerindeki siyasi-idari ve toplumsal yapı özelliklerinden kaynaklanmakta olduğu Yeni Kurumsal Kuramın gelişmekte olan ülkelere politika transferini açıklanmasında yeterli olmadığıdır. Toplumlarda yerleşmiş ve de yaygın olan kurumların meşruiyetini önemseyen, fakat bu
meşruiyetin kaynağını pek sorgulamayan Yeni Kurumsal Kuramın politika transferi analizinde
cevap veremediği diğer soru(n)lara Karşılaştırmalı Tarihsel Kurumsalcılığın cevap bulabileceği
önerilmektedir. Çalışmanın kuramsal çerçevesini Uluslararası Yakınsama, Yayılma, Taklit, Öğrenme Teorileri, Yeni Kurumsalcı kuram oluşturmaktadır.
Anahtar Kelimeler: Reform, Kamu Yönetimi, Uluslararası Örgüt, Kamu Politikası Transferi,
Yeni Kurumsalcı Kuram, Karşılaştırmalı Tarihsel Kurumsalcılık.
Uluslararası Çalışma Örgütü’nün Küresel Kriz Yöneti(si)mi:
“Krizden Çıkış: Küresel İşler Paktı”
Ebru Yeşim Sargıcı, Ankara Ü., SBE Çalışma Eko. ve End. İlişk. ABD
Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO), uzun yıllar, uluslararası çalışma standartlarının düzenlenip evrenselleştirildiği temel arena olmuştur. 1980’lere gelindiğinde uluslararası emek politikaları da diğer sosyal politika gündemleriyle birlikte sermayenin, mal ve hizmetlerin serbest
dolaşımını sağlamaya yönelik uluslararası standartların oluşturulma sürecine taşınmıştır. ILO,
IMF-DB-DTÖ-OECD arasındaki sosyal politika meselelerinin küresel düzeyde şekillendirilmesi
ve ulusal düzeye transfer edilmesinde söz sahibi olmanın işbirlikçi rekabetine başlangıçta dahil olamasa da söz konusu örgütlerle aynı yaklaşım ve dili kullanmıştır. 1994 – 2001 döneminde
yaşanan 6 büyük kriz dalgasının da etkisiyle ILO çatısı altında, küresel kapitalizme sosyal kaygıları zerk etme amacıyla geleneksel araçların yanı sıra bir dizi yeni mekanizma ve “İnsana Yakışır
İş Ajandası” geliştirilmiştir.
Yaşanmakta olan küresel kriz sürecinde ise ilk olarak 10 Haziran 2008 tarihli Uluslararası
Çalışma Konferansı’nda “Adil Bir Küreselleşme İçin Sosyal Adalet Bildirgesi” kabul edilmiştir. Kriz
derinleştikte ILO’nun krize dair söylemi de doğrudanlaşmış ve uluslararası arenaya taşınmıştır.
19 Haziran 2009 tarihli Konferans’ta “Krizden Çıkış: Küresel İşler Paktı” kabul edilmiştir. ILO üyesi
devletlerin hükümet, işçi ve işveren temsilcilerinin oybirliğiyle kabul edilmiş olması, diğer uluslararası örgütlerce desteklenmesi, G8 ve G20 Zirvelerinde kabul görmesi Paktı önemli kılmaktadır. Ayrıca, Paktta vurgulandığı üzere “bir küresel politika belgesi” olmakla Paktın küresel ve
ulusal emek politikalarına yön vermesi muhtemel gözükmektedir.
Bu çalışmada, ILO’nun küresel kriz algısı, Paktın hazırlanma ve kabul edilme süreci bağlamında anlatıldıktan sonra krize karşı bir sosyal politika tepkisi olarak geliştirilen Paktın amaç ve
ilkeleri irdelenerek küresel politika yönetişiminde ILO’nun yeni işlevler üstlenmeye dönük bir
değişim içinde olup olmadığı tartışılacaktır.
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
151
40. OTURUM
SİYASAL TEORİ
Post-Marksizm’de İdeolojinin Söyleme Dönüşümü
Fırat Korkmaz, Yıldız Teknik Ü., Siy. Bil. ve Uluslar. İlişk. B.
Bu çalışmanın amacı, Post-Marksizm’de ideolojinin söyleme dönüşümünü, Essex Okulu’nun
temsilcileri olarak da bilinen Ernesto Laclau ve Chantal Moufe’un görüşleri çerçevesinde incelemektir. Bu inceleme yapılırken ideoloji kavramının tarihsel gelişimi ve bu kavramla ilgili önemli
tartışmalar ele alınmıştır. Aynı zamanda Laclau ve Moufe’un kuramsal olarak eleştirdikleri ve teorik geçmişlerini oluşturan Marksizm’deki ideoloji kavramının dönüşümü de incelenmektedir.
Marksizm’in yapısal bir sorunu olarak gördükleri ekonomizm, indirgemecilik, determinizm
ve özcülük anlayışına bir cevap bulabilmek üzere hareket eden Laclau ve Moufe’un görüşlerini inceleyen bu tezin temel savlarından biri, Marksizm’i indirgemeci ve özcü bir yapıya sahip olduğu için eleştiren Post-Marksizm’in, bizzat kendisinde de böyle yanlar bulunduğudur. Siyasetin kuruculuğuna verilen önem, toplumsal gerçekliğin reddedilmesi, Marksizm’in teleolojik ve
dar metinsel okuma şeklinde değerlendirilmesi, Postmarksizm’in en temel çıkmazlarını oluşturmuştur. Çalışmada, Post-Marksizm’in gelişiminin Marksizm içindeki tartışmalardan ve kuramsal sorunlardan kaynaklanıp kaynaklanmadığı analiz edilirken, Gramsci’nin hegemonya ve
Althusser’in adlandırma yaklaşımının Post-Marksist paradigmaya etkide bulunduğu belirtilmektedir. Fakat aynı zamanda hem Althusser’de hem de Gramsci’de kabul edilen toplumsal gerçekliğin, Post-Marksizm’in söylem kuramında ortadan kalktığı da ifade edilmektedir. Marksizm ile
Post-Marksizm arasında bir kuramsal devamlılık olmadığı vurgulanırken, Post-Marksizm’in, Marksizm eleştirisinin yetersizliği ortaya konmaktadır.
Bu çalışmada Laclau ve Moufe’un, toplumdaki her şeyin söylemsel olarak kurulduğunu iddia edip sosyal bilimlerdeki bütün sabitlikleri ve dayanak noktalarını redderken, sorgulamadıkları tek belirlemenin tarihüstü ve kurucu bir kategori olarak gördükleri söylemin kendisi olduğu belirtilmektedir. Post-Marksizm’in mit, boş gösteren, eşdeğerlikler zinciri ve ötekileştirme gibi kavramsallaştırmalarının siyaset bilimine bir katkı olarak görülebileceği kabul edilirken bu katkının,
düşünürlerin toplumsal gerçeklik alanını reddeden bir çerçeveye sahip olmaları nedeniyle zayıfladığı belirtilmektedir.
152
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
Çağdaş Siyasal Teoride Etik ve Siyaset: Levinas-Schmitt-Badiou
Arş.Gör. Duygu Türk, Ankara Ü., SBF
Etik ve siyaset ilişkisi, siyasal düşüncenin temel problemlerinden biridir. Bu çalışmanın konusu, bu problemli ilişkinin çağdaş siyasal teoride veya siyaset felsefesinde hangi biçimler aldığı sorusundan hareket etmektedir. Etik ve siyaset alanında belli başlı yaklaşımlara paralellik gösteren
çeşitli sınılandırmalara dayanılarak bu ilişkinin aldığı çağdaş biçimleri değerlendirmek mümkündür. Bu çalışmada ise, birbirleriyle sıklıkla ilişkilendirilmeyen üç kuramcının, Emmanuel Levinas,
Carl Schmitt ve Alain Badiou’nun yaklaşımlarına odaklanmak tercih edilecektir.
Kuramsal ve siyasal tüm farklarına karşın bu üç kuramcının, “verili olan” veya “normallik” ile
bu normallikten sapan veya verili düzende bir kırılma yaratan “istisnai” unsur arasındaki ilişkiyi,
kuramlarının merkezi teması seçerek ortaklaştıklarını söylemek mümkündür. Etik ve siyaset ilişkisine odaklanarak ele alındığında, Levinas ve Schmitt’in, kuramlarını inşa ederken iki karşıt uçtan hareket ettikleri, birbirine zıt başlangıç noktalarını temsil ettikleri görülebilir. Levinas etiği,
Schmitt ise siyasal ilişkiyi, diğer tüm ilişki biçimlerinden ve kategorilerden bağımsız bir biçimde
tanımlamayı amaç edinir. Her iki kuramcı da etiğe ya da siyasal olana, tüm diğer alanları önceleyecek biçimde “ilksel” olma ve verili olanda tükenmeme anlamında “aşkın” olma nitelikleri atfeder. Levinas’a göre etik, ontolojiyi de önceleyecek biçimde “ilk felsefe”dir; Schmitt ise siyasal ilişkiyi etik veya başka bir kategori ile ikame edilemeyecek biçimde varoluşun zorunlu, kurucu öğesi addeder. Diğer bir ifadeyle, Levinas etiği ve Schmitt siyaseti, başka alan ya da kategorilere indirgenemeyecek biçimde kavramsallaştırırlar; etiğe ve siyasete özgü olanı tanımlar, bu özgün tanımlarda kazandıkları anlamlarıyla etiği veya siyaseti diğer alanlara öncelerler. Badiou’nun kuramında ise, her iki pozisyondan da farklılaşacak biçimde, etik ve siyaset birbirini önceleyen alanlar
olarak değil, iç içe geçen ve aynı anda türetilen bir ilişki olarak düşünülmektedir. Badiou, etiği ve
siyaseti, verili normalliğin içinde ortaya çıkan “olay”ın açtığı yeni zeminden aynı anda üretilecek,
dolayısıyla “olay”dan bağımsız varlıklarından söz edilemeyecek biçimde kavramsallaştırır.
Bu çalışmada, Levinas ve Schmitt’in sırasıyla etik ve siyaseti önceleyen yaklaşımlarının alternatif yaratmayan bir karşıtlık oluşturduğu; kimi sorular doğurmakla birlikte Badiou’nun kuramının ise alternatif bir zemin sunduğu öne sürülecektir.
Devlet, Hegemonya ve Yalıtım Etkisi:
A. Gramsci ve N. Poulantzas Üzerine Karşılaştırmalı Bir İnceleme
Doç. Dr. Mehmet Yetiş, Ankara Ü., SBF Siy. ve Sosyal Bil. ABD
Tijen Demir, Ankara Ü., SBF Siy. ve Sosyal Bil. ABD
Kapitalist toplumsal formasyonlardaki sınıfsal egemenlik ilişkilerinin yeniden üretiminde
modern devletin yerine getirdiği işlevlerin araştırılmasına yönelik kuramsal çözümleme alanında, Antonio Gramsci ve Nicos Poulantzas’ın kendi sorunsallarına uygun olarak geliştirdikleri açıklama modelleri dikkat çekicidir. Gramsci’nin Hapishane Defterleri’nde ortaya attığı devlet kuramı,
siyasal baskı ve tahakküm işlevlerini üstlenen yönetim aygıtlarının ötesindeki hegemonik süreçler üzerine odaklanır. Yöntemsel düzeyde kurumsalcı perspektifin dışında konumlandırabileceğimiz bu yaklaşım, biri dar diğeri geniş olmak üzere iki ayrı devlet kavramının geliştirilmesine olanak tanır. Dar anlamıyla devlet, zora dayalı siyasal iktidar pratiklerinin gerçekleştiği aygıtlar topla12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
153
mını niteler; geniş devlet kavramı ise, diyalektik bir mantık içerisinde, zor ve rıza uğraklarının eşzamanlı sentezinin yapıldığı daha kapsamlı bir entegral yaklaşımı gündeme getirir.
Gramsci’nin önerdiği “entegral devlet” kavramı, kuramsal modelin sadece üstyapının politik toplum kertesiyle sınırlı olmadığını, kendiliğinden rızanın açığa çıktığı sivil toplum kertesinin
de dikkate alınması gerektiğini ifade eder. Gramsci’nin çarpıcı bir biçimde “zorlama zırhıyla korunan hegemonya” kavramıyla geliştirdiği bu yaklaşım, devletin aynı zamanda bir hegemonya aygıtı olarak anlamlandırılmasına yol açar. Poulantzas, özellikle erken dönem çalışmalarında, “yalıtım etkisi” kavramını işlevselleştirerek devletin hegemonik süreçlerdeki rolünü açıklamaya yönelik bir çözümleme modeli önerir. Gramsci’nin hegemonya kuramının kimi yönlerini eleştirel bir biçimde eklemleyen bu model, devletin, sınıfsal üretim ilişkilerinde özgül bir kategori olarak etkinlik gösterdiğini ve yerine getirdiği bireyselleştirme-atomizasyon işleviyle sınıf bilincinin gelişmesini engellediğini kanıtlamayı hedeler. Poulantzas, kapitalist devletin bu doğrultudaki girişimlerini “yalıtım etkisi” kavramıyla açıklayarak, burjuva toplumunun yeniden üretiminde politika alanının sergilediği hegemonik görünümleri tartışır. Bu bildiri, Gramsci ve Poulantzas’ın, modern devleti çözümlerken hegemonya ve yalıtım etkisi kavramları üzerinden geliştirdikleri kuramsal yaklaşımlarını karşılaştırmalı bir bağlamda sorunsallaştırmayı amaçlamaktadır.
Clastres ve Ranciére Bağlamında
Bir İmkân Olarak Siyaset
Yağmur Dönmez, Ankara Ü., SBF
Araş. Gör. Yusuf Avcı, Bartın Ü., İİBF Siy. Bil. Kamu Yön. B.
Pierre Clastres, siyasal antropolojide ilkel toplumların “devletsiz toplumlar” olduğu tezine,
ilkel toplumların aslında “devlete karşı toplumlar” olduğu tezini ortaya koyarak karşı çıkmıştır.
Buna göre ilkel toplulumlarda “iktidar” tüm toplum tarafından toplumun bölünmesini engellemek amacıyla kullanılır. Bu şekilde Clastres ilkel toplumları devletli toplumların “taslağı” olarak gören evrimci bakışa karşı çıkar yani ilkel topluluklarla devletli toplumları kesin olarak birbirinden
ayırır: İlkel toplumlar yöneten ve yönetilen ayrımının ortaya çıkmasının “engellendiği” toplumlardır. Tam burada siyasal antropoloji toplumun hükmedenler ve hükmedilenler arasındaki bölünme olmaksızın düşünülemeyeceği yolundaki Antik Yunan’dan beri var olan inancı sarsan La Boetie ile tekrar siyaset felsefesiyle buluşur. Devlet talihsiz bir kaza sonucu oluşmuştur ve bundan
önce toplumlarda yöneten ve yönetilen ayrımı yoktur. Bununla birlikte Clastres’ın analizi devletli toplumlar devletsiz toplumlar arasında “özsel” bir farklılık olduğunu söylerek devletli toplumlarda “siyaseti” imkansız hale getirmektedir. Jacques Ranciére ise toplulukları yönetme sanatı olarak
‘polis’ ile eşitliğin bir varsayım olmaktan çıkıp eyleme geçirilmesi olarak ‘siyaseti’i birbirinden ayırt
eder. Ranciére’e göre siyaset, topluluğu yönetme sanatı değildir; beşeri eylemin uyuşmazlığa dayalı bir biçimidir, insan gruplarının toplanmasını ve yönetilmesini belirleyen kuralların bir istisnasıdır. İkincisi, demokrasi, ne bir hükümet etme biçimidir ne de bir toplumsal yaşam tarzı; demokrasi, siyasal özneleri var eden bir özneleşme tarzıdır. Buna göre devletli toplumlar siyasetin topluluğu yönetme sanatı haline geldiği yani “polis” olarak görülebilir. Böyle kavranıldığında “siyaset” devletli toplumlarda yok olmayan bununla birlikte her zaman bir “imkân” olarak var olan bir
özneleşme tarzıdır. Bildiri Clastres ve Ranciére ekseninde devletli toplumlarda bir imkân olarak
“siyaset”i tartışmayı amaçlamaktadır.
Anahtar Kelimeler: Pierre Clastres, Jacques Ranciére, ilkel topluluklar, siyaset, polis
154
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
Sivil İtaatsizlik Eylemi Olarak Vicdani Red:
Arendtçi Bir Tartışma Denemesi
Erdinç Erdem, Sabancı Ü.,
Araş. Gör. Ünsal Doğan Başkır, İzmir Ekonomi Ü., Uluslar. İlişk. ve AB B.
Sivil itaatsizlik ve vicdani red, son dönemde politik literatürde fazlaca tartışılan iki kavram.
Kavramın yaratıcılarından David H. Thoreau’nun tanımıyla “adil olmayan yasalara bilinçli olarak
uymama ya da karşı gelme” anlamına gelen sivil itaatsizlik, bu düşünüre göre kişilerin yasalara
vicdani bağını da sorunsallaştırır. Buna karşılık, sivil itaatsizlik eylemlerini kamusal/politik alanın
tıkanmasını önleyen bir nitelik taşıması nedeniyle önemseyen Hannah Arendt ise vicdani olanın
politik bir nitelik taşıyamayacağında ısrar ederek, vicdani red eylemlerinin sivil itaatsizlik (ve dolayısıyla politika) içinde değerlendirilemeyeceğini ortaya koyar. Arendt’e göre zorunlu askerlik yapmayı reddeden bir vicdani redçi, bu eylemiyle bir savaşı önleyemez; yalnızca bir insana şiddet uygulamayı kişisel olarak kabullenmemiş olur.
Bu çalışmanın argümanı, Türkiye örneği göz önüne alındığında vicdani reddin bir sivil itaatsizlik eylemi olduğu ve tam anlamıyla politik bir anlam taşıdığıdır. Zira zorunlu askerlik görevini
yapanlar yalnızca silah kullanmakla veya savaşa gitmekle yükümlü değildir; bu kişiler aynı zamanda politik/kamusal alana katılmaktan ve oy verme haklarından da mahrum bırakılmışlardır. Dolayısıyla zorunlu askerlik görevini reddetmek, mantıksal olarak politik bir eylemi üstlenmek ve politik hakların askıya alınmasına direnmek olarak sonuçlanmaktadır. Vicdani redçi, kendi benliğini
adaletsizliğin ve haklarını yitirmenin reddi üzerinden politik olarak yeniden kurmakta ve kamusal
bir eylemde bulunmaktadır. Bu çalışmanın amacı, Türkiye’deki deneyimler çerçevesinde, vicdani
red eyleminin Thoreau için olduğu gibi, Arendt için de politik nitelikli bir sivil itaatsizlik eylemi olduğunu ortaya koymaktır. Bu bağlamda, sivil itaatsizlik ve vicdani red konusundaki tartışmalar kısaca özetlenecek ve vicdani red politik bir eylem olarak tesis edilmeye çalışılacaktır.
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
155
41. OTURUM
TARIMDA DÖNÜŞÜM
II
Modern Zamanların Köleleri:
Türkiye’de Mevsimlik Tarım İşçiliği
Deniz Pelek, Boğaziçi Ü., Atatürk İlk. ve İnk. Tar. Ens.
Bu makale tarımda mevsimlik olarak çalışan göçmen işçilerin çalışma koşulları ile sosyoekonomik durumlarını incelemektedir. İşçiler emek piyasasında ücretler, barınma ve çalışma koşulları açısından eşitsizliğe maruz kalmaktadır. Bu bağlamda eşitsizliklerin nasıl inşa edildiği ve
işçilerin sömürüye karşı farklı kırılganlık düzeylerinin neler olduğu çalışmanın temel sorularıdır.
Araştırmanın temel kaynakları 2009 yılında yaptığım Ordu ve Polatlı’da saha çalışmasının verilerine dayanmaktadır. Örneklem olabildiği kadar geniş seçilmiştir. İşçiler, iş aracıları, toprak sahipleri ve konuyla ilgili devlet kurumlarından ve sivil toplum kuruluşlarından temsilciler ile mülakatlar
yapılmıştır.
Saha araştırması bulgularının ışığında bu çalışma, mevsimlik göçmen tarım işçilerinin
Türkiye’de sömürüye en çok maruz kalan en yoksul işçileri olduğunu ve işçilerin sömürüyü yaşlarına, cinsiyetlerine ve etnik kökenlerine göre farklı kırılganlık düzeylerinde deneyimlediklerini öne sürmektedir. Bu doğrultuda, emek piyasasının eşitsiz koşullarına işaret eden temel teorik
kavramlar açıklandıktan sonra; saha çalışmasının bulguları sunulacaktır.
Anahtar Kelimeler: Mevsimlik işçilik, tarım işçiliği, göçmen işçilik, geçici tarım işçiliği
Yeni Tarım Düzeni: Tarımsal Dönüşümün Dinamikleri
Yrd. Doç. Dr. Özgür Bor, Atılım Ü., İİBF İktisat B.
1980’li yıllardan itibaren tarım sektöründe yapısal bir dönüşüm gözlemlenmektedir. Devletin tarım sektörü üzerindeki düzenleyici rolü aşındırıldıkça, küreselleşen sermayenin tarım sistemi üzerindeki egemenliği artmakta ve üretim ilişkileri daha piyasa merkezli bir sistem içerisinde
156
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
yapılandırılmaktadır. Üretim yerel tüketimden daha çok küresel piyasalar için yapılmakta, üretimde standartlaşmaya gidilmekte, merkezileşen ve konsolide olan tarımsal firmalar, üretici ve tüketici üzerinde artan piyasa gücüne kavuşmaktadırlar. Bu süreç içerisinde küçük üreticilerin üretim
üzerindeki egemenlikleri aşındırılmakta, piyasa ile olan bağlantıları güçsüzleştirilmektedir.
Bahsedilen yapısal dönüşüm kendi başına değil ama güç ve kurumlardaki değişim ile biçimlenmektedir. Dönüşüm sürecinde önemli bir kırılma noktası 1994 yılında imzalanmış olana Uruguay Turu Tarım anlaşmasıdır. Bu anlaşma ile egemen güçler tarafından oluşturulan ve yeni kurulmakta olan düzene uygun ilke, kural ve davranış kurallarının kurumsallaşması sağlanmıştır. Özellikle gelişmekte olan ülkelerin yeni uluslar arası düzene uyum sağlamaları ise genellikle IMF ve
DB gibi kurum ve kuruluşlarca yönetilen piyasa odaklı reformlar ile sağlanmış ve bahsedilen süreçte bu ülkelerin tarımsal yapılarına, kurulmakta olan yeni düzene uyumlu kavramsal saldırılar
gerçekleşmiştir. Bu kavramsal saldırılar genel olarak küçük çiftçilerin verimlilik ve etkinlik yetersizliklerini temel almaktadır. Bahsedilen reformlar, özelleştirmeler ve kuralsızlaştırmalar ile piyasaların serbest rekabete açılması sonucunda devletin bıraktığı boşluğu özel kesimin dolduracağı ve
bu sayede ortaya çıkacak rekabet sonucunda hem fiyatların düşeceği hem de üretimin artacağını ve böylelikle gıda güvenliğinin küresel olarak sağlanacağını temel olarak önermektedirler. Ancak dünyada 2007-2008 yılları arasında yaşanan gıda ayaklanmaları, yetersiz beslenenlerin sayısındaki artış ve sürekli artan küresel gıda fiyatları ve az sayıda çok büyük küresel gıda firmalarının
bir ütün olarak sektör üzerindeki egemenliği, gelinen noktada piyasaların serbestleştirilmesinden beklenilenlerin gerçekleşmediğini göstermektedir.
Sözü edilen yapısal dönüşümün niteliğinin anlaşılabilmesi için bu çalışmada, bahsedilen
yeni düzene uygun ilke, norm ve davranış kurallarının oluşum ve gelişim süreçleri ele alınacak,
güç ve kurumlar ile olan ilişkileri değerlendirilecektir. Ayrıca Türkiye’den verilecek sektör örnekleri ile bahsedilen sürecin oluşumu ve işleyişi incelenecektir.
Neoliberal Politikaların Tarım Sektörüne Etkileri:
Muğla Merkez Tütün Üretimi Örneği
Yrd. Doç. Dr. Semra Purkıs, Muğla Ü., İİBF İktisat B.
Bahar İslamoğlu, Muğla Ü., SBE
1980’li yıllar dünyada ve özellikle gelişmekte olan ülkelerde (GOÜ) birçok dönüşümün yaşanmaya başlandığı yıllardır. Bu dönemde birçok alanda olduğu gibi tarım politikalarında da çok
ciddi dönüşümler yaşanmıştır. Bu süreçte Dünya Bankası, Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Dünya
Ticaret Örgütü gibi kurumlar, GOÜ’in ekonomilerinin her sektöründe olduğu gibi tarım sektöründe de serbest piyasa koşullarının geçerli olmasını garantileyen liberal politikaların uygulanmasında etkin olmuşlardır. Bu politikalar çerçevesinde fiyat desteklemesi, sübvansiyonlar, kota ve tarifeler gibi piyasaya müdahale araçlarının kullanılması ortadan kaldırılmış ve gelişmekte olan birçok
ülkede doğrudan gelir desteği, ekim yasağı veya miktar kotası gibi uygulamalar tarım politikalarına egemen olmuştur. GOÜ’den biri olan Türkiye’de de uluslararası kuruluşlar tarafından 2001 yılındaki krizle birlikte ciddi bir yapısal dönüşüm programı hayata geçirilmiştir. Bu programlar temelde özelleştirmelere ve desteklerin aşamalı olarak çekilerek tarımda piyasa koşullarının hakim
kılınmasına dayanmaktadır. Tütün üretimi de bu programdan etkilenen önemli tarımsal ürünlerden biridir.
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
157
2000’li yılların başında Türk Tütüncülüğü ciddi bir yapısal dönüşüm geçirmiştir. Bu yapısal
dönüşüm 2001 krizi ile başlamış ve IMF ile yapılan 17. Stand-by anlaşması sonucu Tütün Yasası
2001’de kabul edilerek, tekel üçe bölünmüş ve özelleştirilmiştir. 2002 yılında çıkarılan bir kanunla tütün, Tütün ve Alkol Piyasası Düzenleme Kurulu’na bırakılmış, üretici tütünlerinin pazarlama
organizasyonu değişmiş, destekleme alımları sona erdirilmiştir. Son on yılda tütün piyasası tamamen serbest piyasa koşularına bırakılarak, tütün üretimi sözleşmeli hale gelmiş ve önemli ölçüde
daralmıştır.
Bu çalışmanın amacı, tarımda yapısal dönüşümün Türkiye tarım sektörünü ve özelde
Muğla’da tütün üretimini nasıl etkilediğini ortaya koymaktır. Bu amaçla, Muğla merkez köylerinde daha önce tütün üretimi ile uğraşmış kişilere ulaşılmış ve derinlemesine mülakat yöntemi ile
bu kişilerin yeni politikalara uyum sürecinde ne tür sorunlar yaşadıkları tespit edilmiştir.
Türkiye’de Ücretsiz Aile İşçiliğini
Belirleyen Faktörler
Yrd .Doç. Dr. Handan Kumaş, Pamukkale Ü., İİBF Çalış. Eko. ve End. İlişk. B.
Yrd.Doç. Dr. Atalay Çağlar, Pamukkale Ü., İİBF Ekonometri B.
İşgücü piyasasında teknoloji, üretim yönteminin değişmesi, sosyo-kültürel dönüşüm, esneklik vb. nedenlerden dolayı yapısal değişimler yaşanmaktadır. İstihdamda ise tarım ve sanayi sektöründen, hizmet sektörüne geçişler görülmektedir. Özellikle gelişmekte olan ve az gelişmiş ülkelerde tarım sektörü, gizli işsizliğin yoğun olduğu, işgücü piyasası göstergelerinin net ve
kesin sınırlarla belirlenemediği ve özgün istihdam politikalarının uygulanması gereken ve çok sayıda sorun içeren bir faaliyet alanıdır. İstihdam edilenler grubundaki ücretsiz aile işçileri ise, istihdam biçimi ve koşulları ile incelendiğinde en dezavantajlı grubu oluşturmaktadır. Ücretsiz aile işçiliğine ilişkin işgücü piyasasındaki statüleri istihdam edilen mi yoksa, mevsimlik duruma göre işgücüne dahil olmayan mıdır? Para ve mal karşılığı çalışmasalar bile emekleri ile yarattıkları katma değer (mal ve hizmetler) GSMH’da yer alırken, emeklerinin karşılığı (almaları gereken ücretler) GSYİH’da hesaplanmakta mıdır? Tarımda istihdamın azaltılması politikaları tartışılırken, kırda
ve kentteki statüleri ne olacaktır? gibi birçok yanıtlanması gereken sorular bulunmaktadır.
Türkiye’de Mart 2011 TÜİK rakamları ile istihdam edilen 23 milyon 286 bin kişinin % 13.1’i ücretsiz aile işçisidir. Ücretsiz aile işçilerinin % 73.1’i kadın işgücüdür. Kırda olmak ücretsiz aile işçisi
olma riskini artırmaktadır: Ücretsiz aile işçilerinin % 83.2’si kırda yaşamaktadır.
Türkiye’de tarım işçilerinin çalışma koşulları ve hukuki durumlarına ilişkin az sayıda da olsa
çalışma bulunmasına rağmen, ücretsiz aile işçilerine özgün veya sadece ücretsiz aile işçiliğinin
belirleyenlerini inceleyen bir araştırma bulunmamaktadır. Bu noktada çalışmanın amacı; ücretsiz
aile işçiliğine ilişkin durum tespitini yapmak, konu ile ilgili araştırma alanına ve olası istihdam politikalarının geliştirilmesine katkı sağlayabilmektir. Araştırmanın yöntemi, kavramsal bölümde literatür taraması ve ücretsiz aile işçiliğini belirleyen faktörlerin tespitinde ise 2009-2010 TÜİK Hanehalkı İşgücü Anketi Ham veri setinden yararlanılarak istatistiksel yöntemlerin uygulanmasıdır.
Çalışmanın kapsamı, ücretsiz aile işçilerinin temel işgücü piyasası göstergeleri ile profil özellikleri
ve söz konusu istihdam biçimlerinde etkili olan faktörlerin tespitinden oluşmaktadır.
158
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
Türk Tarımının Üçüncü Gıda Rejimine
Eklemlenme Süreci
Dr. Sibel Çaşkuşlu, Gazi Ü., İİBF İktisat B.
FAO dünya gıda fiyat endeksi 2003–2011 arasında %109,3 artmıştır. Gıda fiyatlarındaki artışlar; iklimsel felaketler, akaryakıt ve gübre fiyatlarındaki artışlar, biyoyakıt üretimi ve başta Çin
ve Hindistan olmak üzere bazı gelişmekte olan ülkelerin proteinden zengin beslenme biçimlerine geçmeleri ve spekülatif sermaye akımlarının giderek tarım sektörüne yönelmesi gibi nedenlere bağlanmaktadır. Ancak, sayılan nedenlerin her birinin gıda fiyat artışlarında bir miktar payı olmakla birlikte, gıda krizini, ana hatları 2000’lerde giderek belirginleşen “Üçüncü Gıda Rejimi”nin
bir uzantısı olarak değerlendirmek yerinde olacaktır.
Bu tebliğ çalışmasında, küresel tarım ve gıda sektörlerinde yaşanan ve küresel gıda fiyatlarında artışla sonuçlanan dönüşüm; “Şirketleşmiş” ve “Finansallaşmış” Gıda Rejimi olarak adlandırılan Üçüncü Gıda Rejimi ekseninde değerlendirilecektir. Tarladan süpermarketlere uzanan gıda tedarik zincirlerinin her aşamasında küçük üreticiler karşısında monopsoncu ve monopolcü güçlerini kullanan çokuluslu şirketler, tarımda ticaretin serbestleşmesi, tarımın “sınaîleştirilmesi”, küresel sermayenin gerek spekülatif sermaye akımları gerek özel sermaye konsorsiyumları, doğrudan
yatırımlar ve stratejik ortaklıklar yoluyla gıda ve tarım sektörlerinde kâr arayışları Üçüncü Gıda
Rejimi’nin temel unsurlarını oluşturmaktadır.
Türkiye’de 1980’lerden itibaren ithalatın serbestleştirildiği, devletin giderek tarımdan desteğini çektiği ve tarımsal üretim maliyetlerinin hızla arttığı görülmektedir. 1994 yılında hububat, şeker pancarı ve tütün dışındaki ürünlerde destekleme alımları kaldırılmıştır. 2001’de Tarım Reformu Uygulama Projesi’ne geçilmesiyle doğrudan gelir desteği vb. uygulamalarla çiftçilerin tarımsal üretimden caydırıldığı, pek çok üründe üretimden vazgeçildiği görülmektedir. 2011 yılında
büyükbaş hayvan et üretimi terk edilmiştir.
Bu çerçevede, bu tebliğ çalışmasının ana eksenini Üçüncü Gıda Rejimi’nin yol açtığı uluslararası tarımsal işbölümündeki değişimlere paralel olarak, Türk tarımının geçirmekte olduğu köklü
yapısal dönüşüm oluşturacaktır.
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
159
42. OTURUM
KRİZ ÜZERİNE
IV
KAPİTALİZMİN KRİZİ :
TÜRKİYE EKONOMİSİ
Finans Sermayenin Kriz Döngüsü:
Merkez-Çevre “Yakınsaması”
Dr. Nilgün Erdem, Ankara Ü., SBF, Maliye B.
Dr. Ferda Dönmez Atbaşı, Ankara Ü., SBF, Maliye B.
Yaklaşık son 40 yıllık süreçte başta ABD ekonomisi olmak üzere tüm dünyada – Asya’da bazı
istisnaları olmakla birlikte- gözlenen yavaşlamanın, 1980’li ve 1990’lı yıllardan itibaren artan finansallaşma olgusu ile aşılma çabası, öncelikle çevrede daha sonra da merkezde ortaya çıkan finansal krizlerle sonuçlanmıştır. Finansal spekülasyona dayalı birikim, bu piyasalarda hızlı ve olağandışı büyümeye yol açarak çevreye yönelen akımların “sıcak para” akımları şeklinde ortaya çıkmasına ve 1990’lar ile 2000’ler boyunca çevre ekonomilerinin ciddi finansal krizlere sürüklenmesine neden olmuştur. 2007 yılının ikinci yarısında ise dünya kapitalizminin merkezinde ortaya çıkan kriz, küresel bir finansal krize ve giderek ağır bir ekonomik bunalıma dönüşerek bir kez daha
diğer merkez ve çevre ekonomilerine de hızla sirayet etmiştir. 1929 Buhranı’ndan bu yana yaşanan en derin, uzun süreli ve yıkıcı küresel kapitalist kriz olarak değerlendirilen 2007 bunalımı,
dördüncü yılını doldurmuş olmasına rağmen aşıldığı yönünde kesin bir kanıya ulaşılamazken,
yeni krizlere gebe olduğu tartışılmaya başlanmıştır. Finansallaşmanın üretimdeki durgunluk sorununu aşamadığı hatta durgunluğa yol açtığı vurgulanarak, günümüzde kaçınılmaz olarak finansallaşma sürecinin uzamasının söz konusu olduğu belirtilmektedir. Bu sürecin çevrede başlayan yeni krizlerle, bu derin krizin yükünün de büyük ölçüde merkezden çevreye aktarılması ile sonuçlanacağı öne sürülmektedir.
Bu çerçevede finans sermayenin küresel ölçekteki salınımını gözlemek önemini korumaktadır. Finans sermayeyi tahlil etmenin her bir özgül durum için çok boyutlu ve derin bir analizi gerektireceği açıktır. Bu çalışma, finans sermayenin bir yansıması olarak sınır ötesi sermaye hare160
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
ketlerinin hacmini ödemeler bilançosu verilerinin izin verdiği ölçüde hem kısa vadeli spekülatif
(“sıcak”) hem de uzun dönemli (“serin”) boyutunu ayrıştırarak hesaplamayı amaçlamaktadır. Bunun için büyük ölçüde bu akımlara maruz kalan ülkeler gelir seviyelerine ve coğrafi konumlarına
göre merkez ve çevre blokları altında sınılandırılacaktır. Belirtilen ekonomiler için yaşanan krizlerde kritik önemi olan, reel döviz kuru, ticaret hacmi, dış borç büyüklükleri ve işsizlik oranları gibi
iktisadi değişkenlerin kriz öncesi ve sonrası davranışları da incelenerek, bu bloklar için benzerlik ve farklılıklar belirlenmeye çalışılacaktır. Çalışmada, temel olarak IMF’nin ödemeler dengesi ve
uluslararası finans verileri kullanılacaktır. Bu çerçevede sermaye akımlarının günümüzde, çevrede 1990’lı ve 2000’li yıllardaki gibi kriz riski yaratacak, yeni bir döngüye yol açıp açmayacağı değerlendirilmeye çalışılacaktır. Yukarıda belirttiğimiz bulgular bağlamında, finans sermayenin kriz
döngüsünün merkez-çevre için ne çeşit bir bağımlılık ilişkisi ifade ettiği tartışılacaktır.
Hanehalkı İşgücü Anketi’nden Elde Edilen
Türkiye Sınıf Haritası: 2004-2009
Prof. Dr. Ahmet Haşim Köse, Ankara Ü., SBF İktisat B.
Faik Yücel Günaydın, Milli Prodüktivite Merkezi
Hanehalkı İşgücü Anketleri’ni kullanarak Türkiye’de 2004-2009 dönemindeki bireyler ve haneler düzeyinde sınıf haritasının oluşturulması bu çalışmanın temel amacıdır. Bu analizin temel
sonuçlarından biri söz konusu dönem içinde Türkiye’de toplumun emekçileştiği ve bu emekçileşme sürecinin her yıl yoğunlaştığıdır. Bununla birlikte orta sınıların oransal olarak küçüldüğü gözlemlenmiştir. Bu dönemde ülke girişimlerinin sektör ve ölçek açısından yapı değiştirdiği tespit
edilmiştir. Emekçileşme sürecinin devamında emekçilerin sektör olarak hizmet sektörüne ve fiili
meslek olarak da nitelik gerektirmeyen faaliyetlere kaydığı belirlenmiştir.
İşsizliğin yaş profilinin değişerek, giderek her yaşın konusu olmaya başladığı tespit edilmiştir. Bireylerin bir önceki yıl sınıf pozisyonları elde edilerek sınıfsal pozisyonlarında yaşanan değişimler araştırılmıştır. Emekçileşme sürecinin sadece üretim yapıları değişikliği sonucu değil,
emeksüreci dışında yer alan emeklilerin ve ailenin yeninden üretilmesi sürecinde yer alan bireylerin de emeksürecine eklenmesi yollarıyla da gerçekleştiği ortaya konulmuştur. Bu gelişmenin tersi yönde hareket de görülmüştür; işsizlerin bir kısmının iş arama sürecinden umutlarını yitirerek
vazgeçtikleri, böylece umutsuz/dışlanmışlara dâhil oldukları ve böylece ülke işsizlik oranının da
içinde yer almadıkları gösterilmiştir.
İktisadi Krizin Çalışma Süresine Etkileri: Türkiye Örneği
Dr. Seçil A. Kaya-Bahçe, Ankara Ü. SBF
Dr. Emel Memiş, Ankara Ü. SBF
Bu çalışma, 2009 iktisadi krizinin Türkiye’de ücretli ve karşılıksız çalışma süresine etkisini incelemeyi amaçlamaktadır. Çalışmada kullanılan veri, 2006 yılında TÜİK tarafından ulusal ölçekte yapılan ilk ve tek zaman kullanım anketinden elde edilmiştir. Kriz sonrası dönem için başka bir
zaman kullanım anketinin yapılmaması nedeniyle kriz öncesi ve kriz sonrası zaman kullanım biçimlerinin doğrudan kıyaslaması mümkün değildir. Bu nedenle, çalışmada, krizin etkilerini göz12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
161
lemlemek için farklı bir yöntem geliştirilmiştir: Öncelikle çekirdek ailelerde yaşayan evli kadınların
ve erkeklerin karşılaştıkları işsiz kalma riski hesaplanmış, işsiz kalma riskindeki kriz sonrası işsizlik
oranlarındaki artışa benzer bir artışın ücretli ve karşılıksız çalışma süresine etkisi değerlendirilmiştir. Çalışmanın sonuçları, iktisadi krizlerin var olan toplumsal cinsiyete dayalı eşitsizlikleri daha da
derinleştirdiğine dair savı desteklemektedir.
Anahtar Kelimeler: Ücretli emek, karşılıksız emek, toplumsal cinsiyet, iktisadi kriz.
Türkiye İmalat Sanayi’nde Rekabetin Dinamikleri
Dr. Serdal Bahçe, Ankara Ü., SBF
Benan Eres, Ankara Ü., SBF
Kapitalist rekabet dinamik ve kaotik bir süreçtir. Bu nitelikler Marksist ve klasik iktisat geleneği tarafından derinlikli bir şekilde incelenmiştir. Diğer taraftan neoklasik iktisat rekabet sürecini statik ve donuk bir tarzda ele alır. Donuklaştırılan ve dinamizminden mahrum bırakılan sürecin bir durum, hem de hayali bir durum haline gelerek fetişe dönüştürülmesi kaçınılmazdır. Diğer
taraftan özellikle Marksist bakışta sermaye hareketleri ve yatırım aslında rekabetin dinamizmini
ve kaotik yapısını yaratan temel etmenlerdir. Bu anlamda rekabetin ortalama kâr oranı üzerinden
değil, son yatırılan sermayenin yaratacağı kârlılık üzerinden yürüdüğünü öne süren Shaikh’in “eklenti kâr oranı” kavramsallaştırması büyük bir yenilik sağlamaktadır. Bu çalışma sektörler arasında eklenti kâr oranları düzeyinde kalıcı faklılıkların ortaya çıkmadığını tespit ederek Türkiye İmalat Sanayi örneğinde bu dinamizmin köklerine inmeyi amaçlamaktadır. Eklenti kâr oranını bölüşümsel, talep (kapasite kullanım oranı) yönelimli, teknik ve esneklik bileşenlerine ayıran çalışma
tek tek bu bileşenler düzeyinde sektörler arasında kalıcı farklılıkların bulunup bulunmadığı üzerinde durmaktadır. Böylece eklenti kâr oranında kalıcı olmayan farkların ve uzun dönemde eşitlenmenin altında yatan baskın etmenler ortaya çıkarılmıştır. Bu çalışmada Türkiye İmalat sanayi
yıllık verileri kullanılmıştır; zaman boyutu 1980 ile 2001 ararsındadır. Çalışmanın bulgularına göre
bölüşümsel ve teknik bileşenlerde sektörler arasında anlamlı ve kalıcı farklar vardır; oysa talep bileşeni ve esneklik konusunda belirli bir uyumun ardından eşitlenme öngörülmüştür. Bu da aslında eklenti kâr oranındaki eşitlenmenin talep ve esneklik bileşeninden geldiğini kanıtlamaktadır.
Gelir Vergisi Eşitsizlikleri Düzeltiyor mu?:
Türkiye Deneyimi (2003-2009)
Dr. Özlem Albayrak, Ankara Ü., SBF Maliye B.
Gelir Vergisi, artan oranlılığı nedeniyle gelir dağılımı bozukluklarına müdahalede en önemli araçtır. Türkiye’de dolaylı vergilerin toplam vergi gelirlerinin yüzde 70’ini oluşturması her ne kadar gelir vergisinin gelir dağılımını düzeltici potansiyel etkisini sınırlasa da var olan gelir vergisi tarifesinin gelir dağılımına etkisinin analizi önemli bir araştırma alanıdır. Bu çalışma 2003-2009 yılları için, gelir vergisinin gelir dağılımına etkisini incelemektedir. Bu dönemde gelir vergisi tarifesinde yaşanan değişiklikleri ve dolaylı vergilerin aynı dönemde gelir dağılımını bozucu etkisinin
artmasını da göz önünde bulundurduğumuzda, bu amaçla yapılan bir analiz, vergi politikalarının
zaten bozuk olan gelir dağılımını nasıl etkilediğini görmek açısından önemlidir. Söz konusu dö162
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
nemde hem gelir vergisi oranlarında değişikliğe gidilmiş hem de Asgari Geçim İndirimi (AGİ) uygulamasına başlanmıştır. En önemli değişikliklerden biri en yüksek gelir dilimine uygulanan vergi
oranının yüzde 35’e düşürülmesi ve ücretlilere uygulanan 5 puanlık indirimin kaldırılmasıdır. Üst
gelir gruplarının vergi yükünü azaltması beklenen bu değişiklikle AGİ birlikte değerlendirildiğinde toplumun farklı kesimlerinin gelir yüklerinde oluşan değişiklikler ve bunun nihai olarak eşitsizliklere yansıması önemli bir araştırma sorusu olmaktadır.
Bu amaçla TÜIK’in Hanehalkı Bütçe Anketleri kullanılarak hane düzeyinde vergi yükleri hesaplanmıştır. Gelir vergisinin gelir dağılımına etkisi ise S-Gini Progresilik Endeksleri yardımıyla ele
alınmıştır. Analizin sonuçları 2003-2009 arasında doğrudan vergilerin gelir dağılımını düzeltici etkisinin ciddi biçimde azaldığını göstermektedir.
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
163
43. OTURUM
TARİHSEL SÜREÇTE
TÜRKİYE’DE SENDİKAL MÜCADELE
II
1980 Sonrası Türkiye Medya Endüstrisinde Gazetecilerin
Sendikal Örgütlenme Süreci: Sorunlar ve Çözüm Önerileri
Arş. Gör. Selma Toktaş, Ankara Ü., İletişim F. RTS B.
Refah devletinin çökmesi ve ardından kapitalizmin alternatifsiz bir dünya düzeni konumuna
gelmesiyle birlikte devletin küçülmesi, özelleştirme ve pazarın egemenliği gibi unsurlar tüm dünyada ön plana çıkmıştır. 1970’lerde tüm dünyada yaşanan ekonomik krizin ardından yeni iktisat
politikalarının ABD’den başlayarak küresel boyutta yayılmasının sonucunda gündeme gelen bütün bu değişimler emek pazarının yapısını, işin örgütlenme biçimini ve çalışanlar arasındaki ilişkiyi de etkilemiştir.
Kapitalizmin kendini yeniden yapılandırdığı bu süreçte diğer sektörlerin yanı sıra medya
sektöründe de değişiklikler yaşanmıştır. O günlere dek süregelen geleneksel medya sahipliği yerini büyük sermaye gruplarına bırakmıştır. Mülkiyet yapısındaki bu değişimin sonucunda gazetecilik, grup çıkarları ve güç odakları ile bağlantılı, toplumsal sorumluluktan yoksun, uzmanlaşmış ve kişisel pazarlıkların yapıldığı bir meslek haline gelmiştir. Medya sektöründe yaşanan yapısal dönüşüm gazetecilerin sahip oldukları hakları koruma, talep ettikleri hakları elde etme ve sendikal örgütlenme konularında gösterdikleri tavra ilişkin bir tartışmayı da beraberinde getirmiştir.
Dolayısıyla bu çalışmada, gazetecilerin sendikal örgütlenme pratiğini nasıl algıldıkları ve nasıl bir
ideal sendika modeli ortaya koydukları tartışılmaktadır. Bu çalışma, 150 sendikalı, 135 sendikasız olmak üzere ulusal medyada çalışan 285 gazeteciye uygulanan anket çalışması ile farklı statü
ve kurumlardaki 35 gazeteci ile derinlemesine mülakatı kapsayan alan araştırmasının sonuçlarını sunmaktadır. Mevcut yasaların, sektörün genel yapısının ve gazetecilerin örgütlenme korkularının yanı sıra gazetecilerin sınıfsal algıları ve sosyo-ekonomik statülerinin de sendikasızlaşma sürecindeki etkisi bu çalışmanın temel odağıdır.
Anahtar Kelimeler: Sendika, sendikalaşma, sınıf, gazeteci, medya sektörünün yapısal dönüşümü.
164
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
Türkiye Endüstri İlişkileri İdeolojisine
Göre Makbul ve Makbul Olmayan Sendika:
Türk-İş ve Disk Örneği
Yrd. Doç. Dr. Fuat Man, Sakarya Ü., İşletme F., İnsan Kaynakları Yönetim B.
Her iktidarın kendisine itaat edecek özneler veya kurumlar aradığını veya kurmaya çalıştığını söylemek her halde yanlış olmaz. Bundan dolayı da iktidarların tasarrularına bakıldığında bu
amaca yönelik güçlü motivasyonlara rastlamak kaçınılmaz olmaktadır. Althusser’in temelde kapitalist toplumsal formasyonun kendisini nasıl yeniden ürettiğine yönelik sorduğu soruya verdiği cevap olan ideolojik devlet aygıtları bu çerçevede yeniden okunabilir. Bilindiği gibi Althusser’in
bu tezinde saydığı ve iktidarın yeniden üretilmesine hizmet eden kurumlar içinde bir de sendikal
aygıtlar bulunmaktadır. Türkiye’de özellikle belli bir dönem sendikal aygıtlar üzerinden üretilen ve
günümüze kadar etkili olan bir söylem devlet nazarında hangi ‘çalışma ilişkileri’nin meşru hangilerinin ‘sapkın’ olduğunun çerçevesini belirlemiştir. Yani belli bir çalışma ilişkileri yorumunun belirli bir sendikal kurum üzerinden somutlaştırılarak endüstri ilişkileri alanının bir normallik çerçevesi kurulmaya ve kurumsallaştırılmaya çalışılmıştır. Dolayısıyla bu noktada ‘söylem’ de hegemonya
kurmak (yani iktidarın yeniden üretilmesini sağlamak) için ideolojik aygıtlara eklemlenerek okunmalıdır.
Bu bildiride Türkiye’de endüstri ilişkileri alanının ‘devlet söylemi’ ile nasıl bir ‘normallik’ çerçevesine oturtulmaya çalışıldığı ve bu söylemle belirlenen normallik çerçevesinde hangi sendikal örgütlenmenin makbul (yani normal) hangisinin heteredoks (yani anormal veya sapkın) olduğu Türk-İş ve DİSK üzerinden analiz edilecektir. Burada yapılacak olan çözümleme 1980 öncesini kapsayacaktır. 1980 sonrası hem Türkiye’deki politik-ekonomik çerçevenin önemli bir biçimde
kayması hem de küresel anlamda sendikaların içinde düştükleri koşullar bakımından ayrı bir incelemeyi gerektirmektedir.
Uluslararası İşçi Sendikaları Konfederasyonları
Üzerinden Yürüyen Sınıf Mücadelesi İle İlgili Olarak
Sendika Yöneticilerinin Bilgi ve Tutumları
Aysel Çakır Nazım Hikmet, Akademisi Sosyal Bilimler
Gökçen Düzkaya, Nazım Hikmet Akademisi Sosyal Bilimler
Prof. Dr. Erhan Nalçacı, Ankara Ü., Tıp F.
Dünya Sendikalar Federasyonu (WFTU)1945 yılında Paris’te 56 ülkeden 67 milyon işçiyi temsil eden sendikaların bir araya gelmesiyle kurulmuş ve uluslararası alanda yürüyen sınıf mücadelesinde bir doruk noktası oluşturmuştur. Ancak hemen arkasından başlayan soğuk savaş yıllarıyla, emperyalist ülkeler sınıf sendikacılığına yönelik kapsamlı önlemler almış, WFTU’yu etkisizleştirmek için yoğun bir çabaya girişmiştir. Yüzeydeki neden ABD’nin Marshall Planı olmuş,
özellikle İngiliz ve Amerikan sendikalarının başını çektiği ayrışma Uluslararası Hür İşçi Sendikaları Konfederasyonu’nun (ICFTU) kurulması ile sonuçlanmıştır. Anti-komünist mücadelenin başlıca
unsurlarından olan ICFTU, Sovyetler Birliği’nin çözülüşünden sonra neoliberal saldırıya karşı koy12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
165
mamıştır. 2006 yılında kökeni Uluslararası Hıristiyan Sendikalar Konfederasyonu’na dayanan WCL
ile ICTFU birleşmesiyle Uluslararası Sendikalar Konfederasyonu (ITUC) kurulmuştur. 1973 yılında
kurulan Avrupa sendikalar Konfederasyonu (ETUC) ise ITUC’un Avrupa’daki koludur. Türkiye’de
DİSK, KESK, Türk-İş ve Hak-İş hem ITUC hem de ETUC üyesidir.
Öte yandan Sovyetler Birliği’nin çözülmesi ile karanlık bir dönem geçiren WTFU, son yıllarda
Latin Amerika’daki halkçı iktidarların ortaya çıkması, Yunanistan’da PAME’nin ve Portekiz’de sendikaların etkili sınıf mücadelesi yürütmesi ve eski üçüncü dünya ülkelerindeki sendikaların desteği ile yeniden toparlanmıştır. 2006 yılında Havana’da toplanan 15. Kongre sonrası yükselişe geçen WFTU kısa bir süre önce Atina’da 107 ülkeden katılımcılarla 16. Kongresini yapmıştır.
Sunulacak bildiriye konu olan araştırmanın amacı Türkiye’deki konfederasyonların neden
uluslararası sarı sendikal konfederasyonların üyesi olduklarını incelemektir. Araştırmanın hipotezlerinden biri, sendika yöneticilerinin uluslararası sendikal konfederasyonlar üzerinden yürüyen sınıf mücadelesinin tarihi bilgisine sahip olmadıklarıdır. Diğer hipotez ise sendika yöneticilerinin politik tutumlarının radikal bir arayışa izin vermediğidir. Bu hipotezleri sınamak üzere bilgi
ve tutumu ölçen bir anket farklı konfederasyonlardan sendika yöneticilerine uygulanacak ve bulgular kongreye sunularak tartışılacaktır.
Türkiye’de Sendikaların
Yabancı Göçmen İşçilere Yönelik Yaklaşımları
Yrd. Doç. Dr. Özgür Müftüoğlu, Marmara Ü., Çalışma Eko. ve End. İlişk. B.
Küreselleşme süreciyle birlikte artan bölgeler ve ülkeler arası eşitsizlikler, savaşlar ve iç siyasi çelişmeler yüz milyonlarca insanı doğduğu, büyüdüğü topraklardan kopartıp başka ülkelerde
yaşam savaşı vermek zorunda bırakmıştır. En temel insan hakkı olan çalışma ve insanca bir yaşama kavuşma düşüncesiyle yollara düşen bu milyonlar, gitmeyi amaçladıkları ülkeler tarafından
kimi zaman derhal sınır dışı edilmesi gereken “kaçaklar” olarak görülürken kimi zamanda ucuz işgücü olarak kabul edilmektedir. Türkiye, kendisine yeni yaşam alanı arayan göçmenlerin bir kesimi için özellikle Avrupa ülkelerine geçiş yeri olarak kullanılırken, bir kesim göçmen için ise varış ülkesi olarak görülmektedir. Kesin bir istatistik olmamakla birlikte Türkiye’de hala hazırda 2 milyon
dolayında göçmen işçi bulunduğu öngörülmektedir. Bunlar içinde kaçak olarak çalışan göçmen
işçi sayısının 500 bin ile 1 milyon arasında olduğu yönünde tahminlerde bulunulmaktadır. Sağlık,
sosyal güvenlik, eğitim ve barınma gibi en temel haklardan yoksun bulunan kaçak göçmen işçiler
ağırlıklı olarak hasta ve çocuk bakımı, temizlik işleri gibi hizmet alanlarıyla turizm sektöründe çalıştırılmaktadır. Ancak son yıllarda tekstil, inşaat ve madencilik gibi emek yoğun işlerde de yabancı göçmen işçi istihdamının arttığı izlenmektedir.
Göçmen işçiliğin yoğun olduğu birçok ülke gibi Türkiye işgücü piyasasında da göçmen işçi
sayısı küçümsenmeyecek bir orana yükselmiş ve bu konu işgücü piyasalarında yaşanan önemli
sorunlar içerisinde yerini almıştır. İşgücü piyasalarına ilişkin tüm sorunlar gibi göçmen işçiliği de
sendikaların belirli bir tavır belirlemesi ve çözüm üretecek çalışmalar yapması gereken bir konu
haline gelmiştir.
Bu çalışmada başta AB ülkeleri olmak üzere işçi göçüne maruz kalan diğer ülke sendikaları
ve uluslararası sendikal örgütlerin kaçak göçmen işçiliği konusunda izledikleri politikaların da ışığında Türkiye’deki işçi sendikalarının kaçak göçmen işçiliği konusundaki yaklaşımları ve varsa çözüm önerileri değerlendirilmeye çalışılacaktır.
166
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
Türkiye İşçi Sınıfı Tarihinden Bir Kesit:
Demokrat Parti Dönemi İşçi Sınıfı Oluşumunun
Sendikalar ve Sendika Dergileri Üzerinden Değerlendirmesi
Araş. Gör. Ezgi Pınar, ODTÜ, İİBF Siy. Bil. ve Kamu Yön. B.
Türkiye emek tarihinde işçi sınıfı üzerine ait çalışmaların 1960’larda yoğunlaştığı gözlemlenmektedir. 1961 Anayasası ile başlayan dönem Türkiye işçi sınıfının siyasal ve sosyal alanda bir aktör olarak varlığını ispatladığı bir dönem olarak kabul edilmelidir. Ancak bu genel kabul işçi sınıfınının bu tarihten önceki dönemlerininin hafifsenmesi eğilimini de beraberinde getirmektedir.
Cemiyet Kanunundaki değişikliler ve çok partili hayata geçişle birlikte Türkiye işçi sınıfının örgütlenmesi önündeki bir takım engeller kalkmıştır. 1950lerle devam eden süreçte işçi dernekleri ve
sendikalar yaygınlık kazanmıştır. Artan sınıf örgütleri ve 1960larla başlayan sürecei öncelemesi
itibariyle de bu dönem dikkate değerdir. Bu bildirinin amaçlarından biri, sendikaların ve daha genelde işçi sınıfının 1950-1960 dönemindeki deneyimlerinin de Türkiye emek tarihi açısından incelenmeye değer olduğunu göstermektir.
Çalışma içerisinde Demokrat Parti dönemindeki bu değişimin işçi sınıfı oluşumu açısından
nasıl ele alınması gerektiği tartışılacaktır. Bu tartışma yürütülürken sendika dergilerinde yer alan
biçimiyle grev hakkından hareketle sınıf oluşumu değerlendirilecektir. Örgütlenme, sendikalaşma ve kolektif eylemler, özellikle grevler sınıf oluşumunun (ve sınıf bilinci oluşumunun, sunum
içerisinde bu paslaşmaya da yer verilmesi bir zorunluluktur) en göze çarpan unsurlarıdır. Grev
hakkı Demokrat Parti dönemini en tartışmalı ve dikkate değer gündemidir. DP dönemindeki sendikalaşma ve çıkarılan sendika dergileri işçi sınıfı --bilinci --oluşum süreci açısından önemli deneyimler olarak karşımıza çıkmaktadır ve grev hakkı bu dergilerde en çok yer bulan başlıktır. Sınıf
oluşumunun görece sessiz kalmış bir uğrağı olarak Demokrat Parti dönemindeki işçi sınıfı örgütlenmeleri ve onların taleplerine bakmak amacını güden bu bildiri aynı zamanda Türkiye işçi sınıfı
tarihi çalışmalarına bir katkı olarak görülebilir.
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
167
44. OTURUM
İŞ VE İŞSİZLİK DENEYİMLERİ
Türkiye’de Değişen İş ve İşçili Deneyimleri
Yrd. Doç. Dr. Çağatay Topal, ODTÜ Fen-Edb. F. Sosyoloji B.
Bu çalışmada dile getirilen analizler, Doçent Doktor Sibel Kalaycıoğlu koordinatörlüğünde
ODTÜ Sosyoloji Bölümü bünyesinde yürütülen “2000’ler Türkiye’sinde İşyerinin Yapısal Dönüşümü: Farklı Düzey ve Boyutlarda Teknoloji Kullanımı” başlıklı projenin, İstanbul merkezli, bir Anadolu kentinde üretimi sürdüren ve tekstil sektöründe faaliyet gösteren bir şirkette tamamlanan
alan araştırmasına dayanmaktadır. Metin, Türkiye’de son dönemde işyerinde artan teknoloji kullanımının farklı boyutlarından biri olan gözetim biçimlerine odaklanacaktır. Metinde, sınırlı endüstrileşmeye sahip bir şehir iken, uygulanan devlet politikalarına bağlı olarak farklı sektörlerde endüstrileşmenin yaşandığı bir Anadolu kenti özelinde işyerindeki gözetimin izlediği süreçlere bakılacaktır. Bahsi geçen Anadolu kentindeki üretim alanında istihdam edilmiş ve çoğunlukla tarım geçmişi olan işçiler, bir yandan fabrikanın zorluklarından bahsederken öte yandan şehirde bulunmanın kırda bulunmaya oranla daha avantajlı olduğu görüşünü dile getirmektedir. Fabrikanın kimi şartları (fazla mesai, normalden uzun çalışma süresi, düşük maaş gibi) şikâyet konusu iken, fabrikadaki disiplin uygulamaları genel olarak olumlu bir söylem içinde dile getirilmektedir. İşveren işçilerin ilk kez fabrikada çalışmaktan dolayı yaşadıkları zorlukların üretkenliği etkilememesi ya da mümkün olduğunca az etkilemesi için belli stratejiler geliştirmektedir; oluşturulmaya çalışılan işyeri zihniyeti bu stratejileri güçlü bir şekilde yansıtmaktadır. İşçilerin verimliliği artırma yolundaki söylem ve pratiklere tavrı, rıza göstermek şeklindedir. Bununla beraber, işçilere
göre işverenin hızı ve verimliliği artırmak için belli yollar araması ve metotlar geliştirmesi ne kadar olağan ise, kendilerinin de belli “kaytarma” yolları bulmaları o kadar olağandır. Yöneticiler fabrikanın bir sistem çerçevesinde çalışması gerektiğini, kişilere bağlı olamayacağını vurgulamaktadır. Bu çerçevede verilebilecek örnek işçilerin bir makinede uzmanlaştıktan sonra diğer makineleri öğrenmeye ve onlara geçmeye genelde olumlu bakmamalarıdır. İşçiler, öğrenme süreçlerinde çok büyük sıkıntılar yaşamamalarına rağmen iş yükünü artıracağı ve üretkenliklerini azaltacağı gerekçesiyle bu tür kaydırmalara direnmektedir.
Özetle, bu çalışma, işyerindeki gözetim süreçlerinin, teknoloji ve insan unsurları tarafından
beraber şekillendirildiği, yerel dinamiklerce eğilip büküldüğü, eşitsiz konumda yer alan özneler
arasında sürekli devinen bir çatışma çizgisini izlediği ve bu çatışmanın farklı zihniyetlerin uyumsuzluğunda yansıdığı tezini işleyecektir.
168
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
Türkiye’de Değişen İş ve İşçili Deneyimleri
Yrd. Doç. Dr. Fatma Umut Beşpınar, ODTÜ Fen-Edb. F. Sosyoloji B.
Bu çalışma, Türkiye’de 1990’lardan itibaren üretimin merkezden periferiye doğru kaymasına bağlı iş ve işçilik deneyimindeki dönüşümü incelemeyi amaçlamaktadır. Bu kapsamda, çalışma yurtdışına ihracat yapan, merkezi İstanbul’da ve üretim birimi Çorum’da olan ancak son yıllarda üretimi İstanbul’dan Çorum’a hızlı ve yoğun bir şekilde kaydıran bir tekstil fabrikasındaki iş ve
işçilik deneyimlerini ele almaktadır. Bu örnek, Türkiye ve benzeri ekonomik düzeydeki ülkelerde
son yıllarda gözlemlenen ekonomik neo-liberalleşme ve yerel sanayileşme politikalarının artan
etkisine bağlı olarak sık rastlanan bir durumu temsil etmektedir. Sosyoloji Bölümünden üç araştırmacının yürüttüğü “2000ler Türkiye’sinde İşyerinin Yapısal Dönüşümü: Farklı Düzey ve Boyutlarda Teknoloji Kullanımı” başlıklı projeye dayanan bu çalışma, İstanbul ve Çorum’da gerçekleştirilen alan çalışmasına dayanmaktadır. İstanbul’da üretim maaliyetinin yükselmesi ve Anadolu şehirlerinde sanayileşmeye yönelik teşviklerin artması ile üretimin İstanbul’dan tamamen Çorum’a
kayması ve İstanbul’daki fabrikanın küçülerek sadece tasarım ve modellemenin yapıldığı bir birime dönüşmesi hem işin yapısını hem de işçilik deneyimlerini dönüştürmektedir. Çalışmada ayrıca yurtdışı pazara üretim yapılmasından kaynaklı bazı uluslararası çalışma anlaşmalarına uyma
zorunluluğu ile verimliliği arttırma pratikleri arasındaki gerginlik de gözlenmektedir. Merkez ve
periferide iş ve işçilik deneyimleri birbirinden farklılık göstermektedir. İstanbul’da üretim yerine
sadece tasarım ve modellemeye geçilmesiyle iş ve işçilik deneyiminde artan vasıf beklentisine
vurgu yapılmaktadır. Hem işveren hem de işçiler yaptıkları işin kalifiye olduğunun altını çizerken
kendilerini Çorum’da üretimde çalışan işçilerden farklı görmektedirler. Çorum’da daha önce sanayi sektöründe çalışma deneyimi olmayan ya da kısıtlı olarak bu tür bir deneyime sahip olan işçiler
ise hem verimliliği arttırmaya yönelik kontrol mekanizmalarının çok daha yoğun işlediği bir üretim biriminde çalışmanın zorluklarını deneyimlemekte, hem de işveren tarafından sürekli “acemi”,
“verimlik arttırıcı yöntemlere direnen” ve “işten kaytaran” olarak algılanmaktadır. Bu çalışma merkez ile periferide tasarım ve üretim şeklinde farklılaşmanın iş ve işçilik deneyimlerine yansımasını sadece işveren ve işçi arasındaki farklı güç dinamiklerine değil, aynı zamanda işçiler arasındaki
farklı konumlanış, deneyim ve kimliklerin ortaya çıkışını da dikkate alarak ele almaktadır.
Türkiye’de 1980 Sonrasında İşçiliğin Profesyonelleşmesi
Neler Getirdi? Neler Götürdü?
Yrd. Doç. Dr. Helga Rittersberger Tılıç, ODTÜ Fen-Edb. F. Sosyoloji B.
2005-2006 yıllarında gerçekleştirilen bu çalışmada Türkiye’de 1980 öncesi ve sonrası işçiliğin
birbirleriyle hem benzeşen hem de farklılaşan yaşam öyküleri “sözlü tarih” yöntemi kullanılarak
araştırılmıştır. Çalışma, küçük ve büyük sanayi işletmelerinde halen çalışan ve/veya emekli olmuş
olan işçilerin yaşam ve iş öykülerinden yola çıkarak, Türkiye’de işçiliğin değişen niteliklerinin ve
yükselen mesleki bilgi ve eğitimin getirisinin neler olduğunu irdelemektir. Türkiye’de son 15-20
yılda çok şeyin değiştiği işçiler tarafından gözlenmektedir. Özellikle şimdi ve eski dönemi kıyaslayabilecek durumda olanlar için bu değişimler oldukça açık şekilde görülebilmektedir. İşçiler tarafından 1980 sonrasında fiziksel koşullardan iş güvenliğine varacak şekilde geniş bir yelpazede değişim olumlu yönde algılanabilmektedir. 1980 sonrasında fabrikaya girmenin en azından bir meslek lisesi eğitimini şart koştuğu, işin daha profesyonel bilgi gerektirdiği vurgulanmıştır. Bu anlamda 1980 sonrası dönemin işçiliğin algılanması üzerinde değişikliklere yol açtığı özellikle uzun eği12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
169
timliler tarafından gözlenmektedir. Bunun yanı sıra, eskiden daha üretim odaklı olan işçilerin artık daha tüketim odaklı oldukları, sistemin de eskiden daha sosyal boyutlu düşünen ve davranan
bir sistem yerine artık çok daha kar odaklı bir sisteme geçtiği gibi bir algı mevcuttur. Uzun süredir
çalışan işçilerin deneyimlerinden yola çıkarak 1980 sonrası oluşan bazı değişimlerden bazıları ileri teknolojinin kullanılıyor olmasıdır. Özellikle kurumsallaşmış, büyük işletmeler ileri teknoloji ile
çalışmaktadır. Bu teknoloji -bir işçinin ifade ettiği gibi- “artık nerede ise işçiye gereksinim duymamaktadır”. Yine formel işyerleri endüstriyel ilişkileri daha iyi kullanmaya başlamıştır. İşyerlerinde
“insan kaynakları” departmanları kurulmuştur. Yine büyük işletmelerde “işyeri hekimliği” uygulaması mevcuttur. Yemek, servis, çalışanlara özel aktiviteler, çalışanın firmanın parçası olmasını sağlayacak çok çeşitli aktiviteler gerçekleştirilmektedir. Bunlar büyük işletmelerde çalışan ve çalışma
süresi 20 yıldan fazla olan kişilerin dile getirdikleri temel gelişmelerdir. Diğer yandan ileri teknoloji
kullanılması işçiye olan bağımlılığı azaltmaktadır. İthal ikameci politikadan vazgeçilmesi, dünyaya
açık bir pazar sistemine geçilmesi ekonomiyi daha kırılgan yapmakta bu da 1990’lardan bu yana
arka arkaya yaşanan ekonomik krizlere yol açmaktadır. Bu krizler sonucunda işçiler birçok sandikal haklarını da kaybetmişlerdir. Yılda 4 kez verilen ikramiyeler teke indirilmiş, mesai ödemeleri kısılmış, çalışma süreleri uzamış, maaş artışları çok sınırlı tutulmuş veya performansa bağlanmış ve
işten çıkarmalar hız kazanmıştır. Tüm bu olumsuz hususlar da 1980 sonrası dönemde çalışma hayatı içinde yer alanlarca dile getirilmiştir.
Özelleştirme ve İş Süreçleri Üzerindeki Etkileri:
Tunçbilek Linyit Kömürü İşletmeleri Örneği
Doç. Dr. Sibel Kalaycıoğlu, ODTÜ Fen-Edb. F. Sosyoloji B.
Yrd. Doç. Dr. Kezban Çelik, Samsun 19 Mayıs Ü., Sosyoloji B.
Bu çalışma Tunçbilek Linyit Kömür İşletmesinde gerçekleştirilmiş bir saha çalışmasına dayanmaktadır. Amacı 1990 sonrasında başlayan özelleştirme çabalarının ve kurum işçiliğinin yanı
sıra taşeron işçiliğin ortaya çıkışının madencilik iş süreçlerini ve iş kazası risklerini nasıl etkilediğini incelemektir. Madencilik Türkiye sanayileşme stratejileri içinde doğal kaynakların değerlendirilmesi ve kalkınma amaçlı kullanılması amaçlarının önde gelmekte idi. Madencilik büyük çaplı araştırma ve yatırım gerektiren bir sektör ve önemli bir sermaye birikim kaynağı sayılmaktaydı.
Öte yandan 1980 öncesinde özel sektöre ait olabilen bazı maden işletmelerinin 1980 sonrasında
“doğal kaynakların mülkiyetinin devlete ait olması” gerektiği tartışması nedeni ile kamulaştırılmış
ve 1980 -2003 yılına kadar kamu-özel karma bir yapıda gelişmiştir. 2003 sonrası ise birçok kamuya
ait madencilik sektörü işletmesi özelleştirme kapsamına alınmıştır (Kepenek, 2011, s.440). Tunçbilek Linyit Kömürü İşletmeleri de bu gelişmelerden etkilenmiş ve 2004 yılından beri çoğunluk olarak kamu olmakla beraber bazı bölümleri veya bazı yoğun emek gerektiren işler ihale yolu ile özel
şirketlere devredilmiştir. Madencilik işi yüksek deneyim ve bilgi gerektiren ve “ağır” bir iş biçimi
olarak kabul edilmekle beraber, özelleştirme sonunda bu deneyime sahip olmayan, bölgeye göç
ile gelip iş arayan ve düşük ücretle ve sendikasız çalışma antlaşmalarına rıza gösteren yeni işçiler
“taşeron” işçi statüsü ile işe başlamışlardır. Bu yeni işçilik biçimi ile iş süreçlerinin değişmiş, maden işçiliğini özelliği olarak kabul edilen “dayanışma”, “kader arkadaşlığı” gibi geleneksel işçilik anlayışlarında da dönüşüm yaşanmaya başlanmıştır. İşçiler arasındaki bu ikili statü “gerçek işçi”nin
kim olduğu? “Dışarlıklı/ yaban” işçinin madende çalışma yeteneği? Gibi soruları ortaya çıkmıştır.
“Herkes maden işçisi olamaz” anlayışı önemli ölçüde ayrım yaratmaya başlamıştır. Simmel’in kullandığı anlamda “yabancılaşma” veya işyeri dışındaki küçük ve kapalı toplumda bir “ötekileştirme”
süreci başlamış ve bu da işyerindeki iş sürecini etkilemektedir.
170
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
45. OTURUM
İKTİSADİ DÜŞÜNCE:
MARKSİST PERSPEKTİFLER
Marx , Marxizm ve “Yahudilik sorunu”
Doç. Dr. Metin Sarfati, Marmara Ü., İİBF İktisat B.
1844 yılında genç Marx, Paris’te yayınlanan “Annales franco-allemandes “ dergisinde Bauer ‘in bir yazısına cevap niteliğinde”Yahudilik sorunu”nu analiz edeceği bir makale yazar.Yazının ilk bölümü genel olarak Marx’ın siyaset felsefesine,devlet kavramına ilşkin analizlerini içerir.Önce Bauer’in tezinin özetini veren Marx ardından kendi “devlet teorisinin” ipuçlarını sergilemeye başlar.Yaklaşık 30 sahifelik bu sosyolojik-siyasal analizden sonra Marx çok daha kısa olan
ikinci bölümde “yahudilik sorunu”nu ele alır..Bu bölüm esas olarak yahudiler ve onların dininin
irdelenmesine ayrılacaktır.
İlk bakışta birinci bölümle ilgisi olmadığı düşünülse de dikkatli bir okumada organik bir
bağ olduğu anlaşılabilecek bu bölümde Marx 2000 yıllık Yahudilik sorununu analiz etmeyi ama
ondan da önemlisi kesin çözüm getirmeyi hedelemektedir.Devlet –sivil toplum-din-laiklikmülkiyet olgularının kavşağinda yapılmaktadır bu analiz.
“El yazmalarından” hemen önce yazılan bu yazı kuşkusuz hacim olarak da nitelik olarak
da Marx’ın daha sonraki asıl yapıtları ile aynı önemi taşımayacaktır..Bununla birlikte “yahudilik
sorununun “ marxizmin geneli içinde her zaman ayrı ve özel bir ilgi odağı olduğu açıktır Ayrıca hiç kuşku yok ki Marx diğer konularda olduğu gibi bu konuda da kendinden sonraki marxist
düşün ve yazını derinliğine etkilemiştir..
Bu anlamda konunun üç başlıkta analiz edilmesi amaçlanmaktadır;
Önce, Marx’ın bu yazısının metodolojik açıdan marxist bir analizle örtüşüp örtüşmediği
irdelenecektir.
Daha sonra “Yahudilik sorununun” analizinin perspektilerinin ,tarihsel –felsefi süreçlerle
örtüşüp örtüşmediği analiz edilecektir.
Nihayet, Marx’ın yahudilik sorununun çözümüne getirdiği katkı büyüteç altına alınacaktır.
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
171
İnsan Merkezcilik: Ekolojizm’den Marksizm’e
Yöneltilen Temel Bir Eleştiri ve Sınırları
Açalya Temel, Ankara Ü., SBF Siy. Bil. ABD
Ekolojizm, ekolojik sosyalizmden derin ekolojiye uzanan düşünsel yelpazesinde, özellikle de modernite eleştirisi bağlamında Marksizm’e eleştirel yaklaşmıştır. Klasik Marksist literatürün bütünlüklü olarak ekolojik bir görüş sunduğunu ileri süren John Bellamy Foster, Paul
Burkett gibi ekolojik Marksist yazarların dışında Marksizm’e yoğun olarak yönelen eleştiriler,
Marksizm’in “endüstriyalizm”i kapitalizmden farksız olarak bir süper ideoloji olarak içselleştirdiği, iktisadi gelişmenin doğal sınırlarını kabul etmediği, doğanın değer yaratmadaki rolünü görmediği, bunun emek süreci analizinden değer teorisine uzanan yansımaları olduğu, çevresel
sorunların çözümünü ileri sınai gelişme aşamasına ve/veya sosyalist topluma bıraktığı, doğayı
araçsallaştırdığı gibi eleştirilerdir.
Bu bildiride “insan merkezciliğin” (anthropocentrism) bu ve benzeri tüm eleştirilere temel teşkil eden merkezi bir eleştiri olduğunu savunacağız. “İnsan dışı varlıkların aleyhine/onlara rağmen insan çıkarlarına keyfi ve ayrıcalıklı yer verme hatası”, “insan dışı dünyayı insanın aracı haline getirmek” olarak tanımlanabilecek insan merkezciliğin karşısına alternatif olarak “ekomerkezcilik” yerleştirilmektedir. Kimi zaman bir tür ekolojik muhafazakarlığa ve hatta teolojiye varabilen ekomerkezcilik ekososyalist görüş içinde tartışma konusu olmuştur. Örneğin Ted
Benton, bir ekososyalist olarak, insan merkezcilik eleştirisi dikkate alınarak Marksizm’in yeniden
yapılandırılması gerektiğini savunur. Bunun karşısında Reiner Grundmann ise ekomerkezciliğin
olanaklılığını katı bir biçimde sorgulamış, insan merkezcilikten çıkışın idealist olmayan bir savunusunun pek de mümkün olmadığını ileri sürmüştür. Aslında Sovyetler Birliği’nde yaşanmış
olumsuz çevre pratiklerinin kaynağının Marksizm’in kavramsal çerçevesinin içinde aranmasının
bir ürünü olan bu eleştirilerin bize göre riskli yanı doğanın ahlaki bir savunusuna dönüşebilmeleridir. Marksizm ekolojik bir teoriyi derli toplu olarak sunmamasına rağmen, bir ekolojist etiğin
kurulmasının da imkanlarını kendi içinde taşımaktadır.
Bildiride insan merkezcilik ve Marksizm ilişkisini ele alan farklı yaklaşımları ve bu yaklaşımlar bağlamında maddeci bir ekolojik Marksizm’in olanaklılığını inceleyeceğiz.
Değerler ve Değer Yaratma Süreci:
İşletme Tarihi Bağlamında Bir Deneme
Ya da Sosyolojinin Politik İktisat Eleştirisine Eleştiri
Dr. Koray R. Yılmaz, 19 Mayıs Ü., İİBF İktisat B.
Durkheim bağlamında yapılan iki tespit bu çalışmanın yerine işaret etmek açısından
önemli görünmektedir. İlkinde Gören Therborn “topluma ilişkin bilimsel bir söyleme yapılan temel sosyolojik katkının ... esas olarak çeşitli tip ve büyüklükteki insan yığınları arasındaki ideolojik topluluğun – yani değer ve normlar topluluğunun- keşfedilmesi ve incelenmesini içerdiği” ve bu “ideolojik topluluk” kavramının oluşturulmasının “ekonomi politiğin sosyolojik eleştirisini” gerekli kıldığını, bunun oluşturulmasında da Durkheim’ın belirleyici bir rol
oynadığını”(Callinicos, 2004:190) vurgular. Bunu Tiryakiyan’ın Durkheim’dan yaptığı alıntılar-
172
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
da içerilen tespitler tamamlar. “Bencillik ya da öz çıkar, insanları birleştirmekten çok böler, aslında öz çıkar, sınırlanmadığı takdirde toplumun güçlenmesinden çok çözülmesine yol açacak
bir tutkudur”(Tiryakiyan, 1997:217). Dolayısıyla Durkheim’ın politik iktisada eleştirisi –ki bu laissez faire laissez passer politik iktisadıdır – şöyle ifade edilir: “Modern toplum ekonomik olarak ne kadar iyi örgütlenmiş olursa olsun, bu örgütlenmenin bir ruha ihtiyacı vardır; ekonomik birlikteliğin tutkalını oluşturacak olan ahlaki birlikteliği sağlayıcı ve ortak değerler şeklindeki bir ruha ihtiyaç vardır”(Tiryakiyan, 1997:27). Nihai olarak Durkheim, politik ekonomi çizgisini ahlak ve ortak değerleri ihmal ettiği gerekçesiyle eleştirmektedir. Bu sosyolojik eleştiri
açık ki önemlidir. Ancak başka bir önemli eleştiri günümüzde sosyoloji çalışmalarının değerler,
normlar ve kültür gibi hususları ele alırken onları kendi içinde analiz etme eğiliminde olmasıdır. Bu çerçevedeki sosyoloji ve kültür çalışmaları için örneğin kapitalizm kavramı çoktan vazgeçilmiş, Eagleton’dan çağrışımla fazla bütünleştirici ve ekonomistçe bulunmaktadır (Eagleton,
2004:53).
Kapitalizmin yapısal dinamikleriyle değerler ve normların iç içe geçmesini örnekleyecek
önemli bir alan işletme tarihidir. Bu çerçevede bu çalışmada, Türkiye toplumuna ait kimi ortaklaşılmış değerler işletme tarihi bağlamında ele alınacak ve bu değerlerin salt değer-kültürkimlik dünyasının ötesinde kapitalist sermaye birikimi süreci açısından anlamı ve yeri ortaya
konmaya çalışılacaktır. Böylelikle sermaye birikim sürecinin salt “iktisadi” bir süreç olmadığı gibi
kültür-değer alanının da salt kendi içinde bir süreç olmadığı gösterilmeye çalışılacaktır. Diğer
bir deyişle bu çalışmada Marksist eleştirel politik iktisadın olanakları kullanılarak değerlerin,
“değer” yaratma sürecine ya da sermaye ilişkisine nasıl içselleştirildiği ortaya konacaktır. Böylece sosyolojinin politik iktisat eleştirisine, eleştirel politik iktisat çerçevesinden bir işletme tarihi
çalışması ile eleştiri getirilecektir. Arçelik şirketinin tarihinden hareketle ortaya konacak olan bu
süreç, aynı zamanda firmanın dolayısıyla işletme tarihinin yansızlığı yaklaşımına getirilmiş bir
eleştiri ve işletme tarihinde kültürün-değerlerin yerine ve ele alınma biçimine yönelik bir deneme olacaktır.
İktisadi Teoride Denge Kavramının
Toplumsal İmaları
Prof. Dr. İşaya Üşür, Gazi Ü., İİBF İktisat B.
İktisadi teoride “denge”, kendisinden vazgeçilemeyen temel bir kavramdır. Böyle olmakla
birlikte “denge”nin ne olduğu, sanılanın aksine çok da açık değildir. Bir kere, teorilerin kendi içlerinde farklılıklar mevcut olduğu gibi, teoriler arasındaki benzemezlikler çok daha fazladır. Ancak,
bizce, daha önemli ve neredeyse üzerinde durulmayan husus, teorilerdeki “denge” kavramının
toplumlar açısından anlam ve imalarının ne olduğudur. İşte bu tebliğde bu anlam ve imaları tespit ve tahlile teşebbüs ediyoruz.
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
173
46. OTURUM
TOPLUMSAL CİNSİYET:
ERKEKLİK ÜZERİNE
Doğu Karadeniz’de “Nataşa” Tahayyülü Aracılığıyla
Şekillenen Ataerkil Anlatılar
Araş. Gör. Mehmet Bozok, Artvin Çoruh Ü., Fen-Edb. F. Sosyoloji B.
SSCB’nin yıkılışının ardından 1989’da Gürcistan sınırının açılması, eski Sovyet ülkelerindeki yoksul insanların ticaret yapmak için Türkiye’ye gelmeye başlamasına yol açtı. Doğu
Karadeniz’deki yerleşimlerde önceleri çoğunlukla “bavul ticareti” olarak anılan ve kayıt dışı ticaret şeklinde başlayan bu süreçte kısa süre sonra, “kendi bedeninden başka satacak bir şeyi olmayan” eski SSCB yurttaşı olan yoksul kadınlar tarafından gerçekleştirilen fuhuş ortaya çıkmaya başladı. Eski Sovyet ülkelerinden fuhuş yapmak amacıyla gelen kadın seks işçileri, Doğu Karadeniz’de
“Nataşa” olarak adlandırıldı. Ağırlıklı olarak 1990’lı yılların başlarından, polisiye önlemlerle azalmaya başladığı 2004-2005’e değin devam eden bu süreçte “Nataşa’lar”, bir yandan şiddete varan ağır
ve yaygın bir sömürüye maruz kalırken, diğer yandan da fuhuşun tüketicileri olan erkekler tarafından dile getirilen ataerkil anlatıların fantezi üreten nesneleri oldular.
Bu anlatılarda temelde iki yön bulunmaktadır. Geçmişte komünist olan ülkelerden gelen
seks işçisi kadınlar, g enel bir adlandırmayla “Nataşa” sözcüğüne sıkıştırılıp kimliksizleştirilirken,
aynı zamanda hem yoksul, hem yabancı, hem de kadın oldukları için kolaylıkla ötekileştirildiler.
Öte yandan sözkonusu seks işçileriyle yaşanan deneyimler, bugün hala “gururla” anlatılarak, erkek
kimliğinin geçmişi yeniden yazan tahayyüller aracılığıyla yeniden inşasına “hizmet” ediyor. Ancak
burada meselenin farklı yanlarında konumlanan kadınların, evdekilerin ve “Nataşaların”, yaşadıkları ezilmişlik ve ikincilleştirilme hiç dile gelmiyor, göz ardı ediliyor. Gerçekle kurgusalın iç içe geçtiği bu anlatılar, Doğu Karadeniz’de erkekliğin ve dolayısıyla da ataerkilliğin nasıl kurgulandığına
ilişkin ipuçları vermektedir.
Bu sunum, Doğu Karadeniz’de Nataşa anlatıları dolayımıyla dile getirilen ataerkil tahayyülleri Trabzon’un Merkez ilçesi ile Artvin’in Hopa ilçesinde gerçekleştirilmiş olan karşılaştırmalı bir
alan araştırmasında toplanan verilerden yararlanarak tartışmayı hedelemektedir.
174
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
Kurgusal Erkeklik (masculinity) :
Reklamlarda Temsil Edilen Erkeklik Biçimleri
Doç. Dr. Şahinde Yavuz, Karadeniz Teknik Ü., İletişim F.
Erkek ya da kadın olmak yani toplumsal cinsiyet (gender) biyolojik bir farklılık kadar toplumsal bir oluşumdur. Erkek ve kadın olmaya ilişkin genel kabuller toplumlara ve toplum içinde yer
alan farklı alt kültürlere göre değişiklik gösterir. Toplumsal cinsiyet çalışmaları günümüze değin
kadın çalışmaları başlığı altında daha çok kadınlarla ilgili çalışmalar üretildiği bir alan olarak var
oldu. Oysa toplumsal cinsiyet çalışmalarının bütünlüğü açısından kadınlar kadar erkeklik üzerine
çalışmak, erkekliğin nasıl algılandığı ve yaşantılandığı, egemen erkeklik tanımının neler olduğu
ve farklı erkeklik biçimlerinin var olup olmadığı konularının irdelenmesi gerekir.
Kitle iletişim araçları, paylaşılan baskın ideolojik söylemlerin pekiştirildiği ve çoğu zaman da
söylemin bizzat yaratıldığı araçlardır. Gerçekliğin üretilmesi ve yaratılması kadar, değişiminde de
kitle iletişim araçlarının rolü büyüktür. Kitle iletişim araçlarıyla yayılan reklam da sadece şirketler ve müşterileri arasında iletişim kurma aracı değil, aynı zamanda sosyal bir aktör ve kültürel bir
üründür. Bu nedenle reklamlarla, izleyicilere pek çok toplumsal ve kültürel değer iletilir. Reklamlar örneğinde düşündüğümüzde Türkiye’de son yirmi yıldır reklam tüketim ve erkekler arasındaki ilişkinin değiştiğini görürüz. Sosyal, ekonomik ve politik pek çok değişim: evlilik yaşının yükselmesi, boşanmaların artışı, kadınların kamusal hayatta rollerindeki artış ve öğrenciliğin yaygınlaşması gibi faktörler pazarlamada erkeklerin de tıpkı kadınlar gibi önemli bir pazarlama segmenti
olmasını beraberinde getirdi.
Bu çalışmada 1993 yayınlanan Esquire dergisinin ilk sayılarından 2003 yılına kadar olan
sayılarındaki reklamlarda temsil edilen erkeklik biçimleri incelenecektir. Araştırmanın amacı,
Türkiye’de yayınlanan ilk erkek magazin dergisi olan Esquire Dergisi’nin reklamlar aracılığı ile “erkeklik” tanımını nasıl kurduğu; beden ve bedenin çekiciliğine ilişkin erkek standartlarının neler olduğu, 10 yılda bu standartlarda bir değişim yaşanıp yaşanmadığı, reklamlarda evrensel erkek vücudu ya da ideal erkek tiplemesi var olup olmadığı, eğer böyle bir tipleme var ise bu tiplemenin
kültürel değişmelere duyarlı olup olmadığı, sorularına yanıt aranacaktır. Böylece toplumsal cinsiyet alanından yapılmış az sayıda erkeklik araştırmasına katkıda bulunulması hedelenmektedir.
Köy Enstitüleri’nin Mezunlarının
Babalık Deneyimlerine Katkısı
Şenil Ünlü-Çetin, ODTÜ Eğitim F. İlköğretim B.
Y. Doç. Fatma Umut Beşpınar, ODTÜ Fen-Edb. F. Sosyoloji B.
Emekli Öğ. Y azar Harun Ünlü
Köy Enstitüleri, 17 Nisan 1940 yılında kabul edilen 3803 sayılı Köy Enstitüleri Yasası ile resmen kurulmuştur. Amacı köylerde okul yetersizliğinden okuyamayan başarılı köy çocuklarının
eğitilerek yeniden köylere öğretmen, sağlık görevlileri, teknisyenler gibi meslek elemanları yetiştirmek olan bu eğitim kurumları tarıma elverişli yerlerde Milli Eğitime bağlı yatılı okullar olarak
açılmışlardır (Kartal,2008). Türk eğitim sisteminde önemli bir yere sahip olan ve devrim niteliği taşıyan Köy Enstitüleri kısa bir dönem temel amaçlarına yönelik işleyişini sürdürebilmiş ve 1954 yı-
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
175
lında da resmen kapatılmışlardır. Kuruluş hedeleri doğrultusunda ancak beş yıl (1942-1946) gibi
kısa bir süre eğitim veren bu kurumlarda 16 bin köy çocuğu öğretmen ve sağlık memuru olarak yetiştirilerek yeniden köylerine kazandırılmışlardır. Köy Enstitüleri öğrencilerini küçük yaşlarda kendi sistemlerine katmış, onları ataerkil düzenin aynı zamanda da feodal yapının etkisinde
olan aile yaşamlarından kopararak daha demokratik, daha özgür ve daha özgün bir yapının parçaları haline getirmiştir. Tüm bunlar göz önüne alındığında, Köy Enstitülerinin mezunlarının aile
yaşamına özellikle de babalık davranışlarına katkılarının incelenmesi gerektiği düşünülmektedir.
Bu nedenle çalışmanın amacı Köy Enstitülerinin mezunlarının babalık davranışlarını kendi aile yaşamları, aldıkları eğitim göz önünde bulundurularak incelemektir.
Çalışma kapsamında, Köy Enstitüsü mezunu olan Mahmut Makal, Nedim Şahhüseyinoğlu,
Ali Dündar, Aydın İpek ve Mustafa Aydoğan ile birer saatlik görüşmeler yapılmıştır. Katılımcılara, Eğit-Der Ankara şube başkanı Harun Ünlü yardımı ile ulaşılmıştır. Tüm görüşmeler yine EğitDer Ankara Şube binasında gerçekleştirilmiştir. Görüşmeler süresince katılımcıların aile yaşantıları, babaları ile ilişkileri, Köy Enstitülerine giriş şekilleri, aldıkları eğitim, kendi babalık deneyimleri,
aile bakış açıları, çocukları ile ilişkileri hakkında bilgi toplanmıştır. Elde edilen bilgiler nitel araştırma yöntemleri kullanılarak incelenmiştir.
Katılımcılar anne ve babalarını daha çok feodal düzenin etkisinde ve otoriter bulurken, kendilerini daha demokratik, özgürlükçü ve sıcak ebeveynler olarak tanımlamışlardır. Babaları ile kıyaslandığında katılımcıların sahip oldukları çocuk sayısında önemli bir düşüş görülmektedir. Tüm
katılımcılar cinsiyet ayrımı yapmaksızın çocuklarının eğitimine büyük önem vermişlerdir; bütün
katılımcıların çocukları en az üniversite mezunudur. Tüm katılımcılar çocuklarının mesleki tercihlerine ve evlilik kararlarına müdahale etmediklerini özellikle vurgulamışlardır. Tüm katılımcılar çocuk sahibi olmanın ekonomik değerinden çok psikolojik değerine vurgu yapmışlardır.
Babalık davranışlarının değişimine yönelik yapılan çalışmalar babalık kavramıyla ilgili toplumsal bakış açılarının hızlı değişimler gösterebilmesine rağmen, babalık davranışlarının uygulanmasında aynı hızın görülmediğini ve uygulamada babaların davranışlarının değişmesi için çok
uzun bir süre gerektiğini iddia etmektedirler (LaRossa,1988). Bu durum göz önüne alındığında,
çalışmanın iki kuşak arasında ortaya çıkardığı önemli ve büyük değişimlerin katılımcıların Köy
Enstitülerinde aldıkları eğitimden ve tecrübe ettikleri demokratik, özgürlükçü atmosferden kaynaklandığı kolaylıkla iddia edilebilir. Kısa bir sürede ekonomik ve toplumsal yapıda önemli ve
olumlu değişimlere yol açan Köy Enstitülerinin aynı olumlu, önemli ve hızlı değişimi aile hayatı
üzerinde de yaratmış olduğu bu çalışmanın en önemli göstergelerinden biridir.
176
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
47. OTURUM
KÜRT SORUNUNA
SOSYOLOJİK YAKLAŞIMLAR
Toplumsal Bir Problem ve Sosyoloji’nin Çıkmazı:
Kürt Sorunu Karşısında Türk Sosyolojisi
Arş. Gör. Ahmet Gökçen, Muş Alparslan Ü., fen. Edb. F. Sosyoloji B.
Arş. Gör. Adem Palabıyık, Muş Alparslan Ü., fen. Edb. F. Sosyoloji B.
Bir bilim olarak sosyolojinin toplumu tanıması-anlaması ya da anlaması-analiz etmesi açısından birden fazla yaklaşım öne sürülmüşken bazen de bu tür bir sosyolojinin bazı sorunlara çözüm üretemediği de görülmüştür. Bu yaklaşım Türk Sosyolojisinde de gözlemlenebilir. Bir gerçek
olarak ileri sürülebilinir ki, Türkiye’de sosyoloji zor zamanlar geçiriyor; sosyolojinin tanımlandığı kavramlar, Türkiye’nin batısında ve Türkiye’nin doğusunda istemeden de olsa farklı anlaşılabildiği ve profesyonel ve akademik sosyolojinin gerçeklikte olduğundan ve olabileceğinden daha
fazla bilimsel davrandığı söylenebilir. Toplum kobay değildir, benzer durumlar aynı analiz yöntemleriyle izah edilemez ya da Türkiye’nin herhangi bir yerindeki toplumsal bir sorunun çözümü için yine benzer yöntemleri kullanılamaz. Bugün ETA ve IRA gibi örgütlerin analiz edilmesiyle PKK’nın analiz edilmesi oldukça farklı bir yaklaşım ister. Doğu ve G. Doğu’yu görmeyen bir
Türk Sosyologu’nun yaptığı analizin ne kadar reel olabileceği tartışma konusu olabilir. Sosyolojik
anlamda Türkiye’nin sorunları yer ve zamana göre değişmektedir. Bugün Türkiye’nin Doğu ve G.
Doğu’sunda yaşanan ve gittikte ayrıştırıcı bir unsura dönen kangrenleşmiş bir radikal Kürt sorunu
karşısında Türk Sosyolojisi ne yapabilmektedir?
İşte bu bildiride bir sosyal bilim olarak “salt sosyolojinin” yeterli olup olmadığı üzerinde durulacak, Althusser’in ileri sürdüğü devletin ideolojik aygıtları gibi benzeri bir yaklaşım ile yerelleşen
bir sosyolojinin neler yapabileceği, modern sosyoloji bir yandan geçerliliğini korurken yerele yakın bir sosyolojinin kendi entelektüellerini ortaya çıkarıp çıkaramayacağı tartışılacaktır. Toplumu
analiz etme açısından sosyolojik muhayyilenin yetersiz kaldığı yerlerde hangi araçsallıkların (din,
siyaset, ideoloji, vb.) bu eksiklikleri tamamlayabileceği ve bu bağlamda Kürt Sorunu adına Sosyoloji anlamında neler yapılabileceği üzerinde durulacaktır.
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
177
Yeni Çocukluğun Kurucuları Kürt Çocukların Siyaseti
ve Siyaset Alanı Olarak Toplumsal Gösteriler
Arş. Gör. Sedat Yağcıoğlu, Hacettepe Ü., Sos. Hizmet B.
Herhangi bir dönemde, herhangi bir toplumda çocuklar ile ilgili üretilen her şey çocukluk
kategorisinin inşa ediliş biçimleri üzerinden temellenmektedir. Bu nedenle de, tarihsel ve toplumsal kurgusu içinde çocukluğu ortaya koymak, farklı çocuklukları anlamak için elzemdir. Matbaanın icadı, sanayi devrimi ile bilimde ve sanatta aydınlanma süreçlerinin sonucunda ortaya çıkan modern çocukluk paradigması; sınıfsal, cinsiyetçi ve ırk ayrımcı bir çocukluk kategorisini temel almaktadır. Modern çocukluk paradigması üzerinden biçimlendirilen Çocuk Hakları yaklaşımı ise; bu nedenle bütün çocukları içerlemekten uzaktır ve çocukluğu kategorilere bölerek “makbul çocuk” olmayanları dışlamaktadır.
Türkiye’de cumhuriyetin ideologları çocukluk kurgusunun yaratılmasında temel rol almış,
modern çocukluk paradigması temelinde “paternalist ideal Türk çocuğu” yaratma çabası; çocukluğun ulusal değerler çerçevesinde kurgulanmasına neden olmuş ve devleti çocukların sahibi konumuna getirmiştir. Ulus-devlet ideali yolunda, çocuklar eğitim başta olm hayatlarının her alanında devlet babaları tarafından kontrol edilen nesnelere dönüştürülmüştür.
Son beş yılı yoğun olmak üzere, 2000’li yıllardan sonra Türkiye’nin toplumsal sahnesinde görünür olmaya başlayan Kürt çocuklar; kendilerine biçilen bu baskıcı çocukluk kategorisini reddederek, siyaset yapan yeni bir çocukluk modeli oluşturmaya başlamışlardır. Savaş, baskılar, ayrımcı
uygulamalar günlük yaşamlarının parçası olan Kürt çocuklar; bütün bu ortamın etkisiyle politikleşerek siyaset yapmaya başlamış ve siyaset alanı olarak da toplumsal gösterileri seçmişlerdir.
Mevcut sunumda, Diyarbakır’da yaşayan 23 Kürt çocukla yapılan derinlemesine görüşmeler sonucunda; çocukların savaş, Kürt kimliğinin inşası ve toplumsal gösteriler hakkındaki görüşlerinden örnekler sunularak; Kürt çocukların yaptıkları siyaset aracılığıyla ürettikleri yeni çocukluğun detaylı bir betimlemesi yapılacaktır.
1980 Sonrasında Cumhuriyet Halk Partisinin
Doğu ve Güneydoğu’da Taban Kaybetmesinin Nedenlerinin
Sosyolojik Analizi
Araş. Gör. Devrim Ertürk, Mardin Artuklu Ü., Fen-Edb. F. Sosyoloji B.
Cumhuriyet Halk Partisi ortaya çıkışı itibariyle devletin kurucu partisi olma özelliğine sahip
olan bir partidir. Cumhuriyetin devrimlerini gerçekleştiren, modernleşmenin aktörü olan bir parti olarak siyaset sahnesinde yer almış ve demokrasi sürecinde bu yerini kesintilerle de olsa korumaya çalışmıştır. Tüm bu uzun tarihsel süreç içersinde Cumhuriyet Halk Partisi yıpranmış, zaman
zaman ülke gündeminden farklı görünen politikalar gütmüştür. Bu farklı politikalar nedeniyle de
devletçi, elitist, dar bölgelere hapsolmuş, savunmacı, militer görüşlere sahip bir parti olarak görülmüştür.
Bu çerçevede geleneksel yapının Türkiye’nin diğer bölgelerine göre daha etkili olduğu Doğu
ve Güneydoğu Anadolu Bölgeleri’nde neredeyse tamamen etkisiz kalması seçim sonuçlarında
ortaya çıkmıştır. Bölgede sadece geleneksel yapının değil, muhafazakar ve etnik eğilimlerin de
178
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
egemen olmaya başlaması CHP’nin belirtilen bölgelerde varlık gösterememesinin ana nedenleri
olarak okunabilir. Özellikle etnik temelli siyaset yapan yeni bir partinin bölge seçmenlerini temsil
etmeye başlaması ile birlikte CHP’nin bölgede varlığı iyice azalmıştır.
Bildiride siyasetin ortaya çıkan koşullarla birlikte göstermiş olduğu değişimlere bağlı olarak,
Cumhuriyet Halk Partisi’nin bu değişimden nasıl etkilendiğinin ve Doğu ve Güneydoğu’da varlık
gösterememe nedenlerinin tartışılması planlanmaktadır.
Kürt Gençlik Hareketinin Yükselişini Anlamak
Araş. Gör. Ercan Geçgin, Ankara Ü., Sosyoloji B.
Kürt Sorunu, Türkiye’nin temel ve belirleyici meselelerinden biri olmayı sürdürmektedir. Bir
tarafta devletin Kürt hareketi üzerindeki baskısı, diğer tarafta Kürt hareketinin silahlı mücadele
ve çeşitli siyasal davranışlardaki kararlılığı, bu sorunu kronikleştirmeye doğru itmiştir. Uzun yıllar Türkiye’de egemen düşünsel yapının Kürt siyasal hareketinin toplumsal temelini görmezlikten
gelmesi, sosyal bilimcilerin de konuya ilgisini yüzeyselleştirmiş ve toplumsal derinlikli araştırma
ve analizler yapmasını önleyerek bunu sonraki kuşaklara havale etmesine nende olmuştur. Oysa
sorunun nedenlerini belirlemek kadar sürecin aktörlerini anlamak da önemli sayılmalıdır. Bu doğrultudaki mütevazı bir katkı olarak, Kürt siyasal hareketinin gençlik boyutu araştırılmaya değer
görülmüştür.
Kürt Siyasal Hareketinin legal alandaki dinamiğinin en önemli aktörlerinin kadınlar ve gençler olduğu bilinmektedir. Bu gerçeklik ışığında söz konusu bu çalışmada Kürt gençliği veya kendi tarileri ile “Yurtsever Gençlik” ampirik veriler ışığında yakından incelenmek istenmiştir. Nitel ve
nicel tekniklerin birlikte kullanıldığı araştırmada “yöntemsel çoğulculuğa” dayalı bilgiler Hakkâri
merkez, Hakkâri Yüksekova, Diyarbakır, Ankara ve İstanbul’dan toplam 180 kişi ile anket uygulamasından, gençlik içerisinde politik/pratik açıdan deneyimli kişilerle yapılan derinlemesine
görüşmelerden ve gözlemlerden elde edilmiştir. Anket ve görüşmelerde Kürt Gençliğinin politik katılımında etkili olan faktörlerin neler olduğu; Kürt Sorununa bakışları ve çözüm önerileri;
sosyalleşme, siyasallaşma, örgütlenme biçimleri; kültürel, sosyal ve simgesel sermaye düzeyleri,
Türkiye’nin diğer sol gruplara bakış açıları, toplumsal bütünleşme imkânları ile ötekileştirme politikaları üzerinden bir betimlenme yapılmıştır. Kürt hareketinin sadece bugüne özgü bir sorunun
olmaması, tarihsel ve toplumsal derinliğe sahip bir arka planının varlığı ile uluslararası bağlama
dayalı bir sorundan yola çıkıp büyüyerek bugüne gelmesi “etnik siyasal toplum” olarak kavramsallaştırılan bir ideal tipi gündeme taşımıştır. Yurtsever Kürt gençliği ise bu siyasal toplum içerisinde
en dinamik unsur olarak ön plana çıkmaktadır.
Araştırma sonuncunda, Yurtsever Gençliğin batı illerine göre bölgede daha fazla radikal eğilime sahip olduğu, sosyalleşme süreçlerinin siyasallaşma ile birlikte yürüdüğü ve bundan dolayı devletin gücüne paralel bir “ikili iktidarın” hakim kılındığı, siyasal pratiğin motivasyon gücünün ağırlıklı olarak silahlı mücadeledeki başarıya göre algılandığı ortaya çıkmıştır. Her ne kadar sivil toplum alanında devlet baskısı sürmüş olsa da gençliğin kadro esasına göre ve sürekli yer değiştirme/hareket ve tarihsel tecrübe uyarınca kendini devamlı yenileyebilmesi, bir siyasal toplum
gerçekliğinin kararlılığına işaret eden bir olgu olarak tespit edilmiştir.
Anahtar kelimeler: Kürt Sorunu, Kürt Gençliği/Yurtsever Gençlik, Siyasal Katılım, Gençlik Sosyolojisi, Etnik Siyasal Toplum
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
179
48. OTURUM
Prof. Dr. Server Tanilli Anısına
ANAYASA VE BİREYSEL BAŞVURU HAKKI
Anayasa Mahkemesine
Bireysel Başvuru Hakkı ve Kapsamı, Amacı
Dr. Halil Güner, Çanakkale Adliye Sarayı Ağır Ceza Mahkemesi Yargıcı
12 Eylül 2010 tarihinde halkoyuna sunulan ve benimsenen Anayasa değişikliğiyle Anayasa Mahkemesine bireysel başvuru hakkı düzenlenmişti. 07.05.2010 gün 5982 sayılı Anayasada değişiklik yapılmasına dair kanunla Anayasanın 148. maddesine eklemeler yapılmış, bireysel başvuruda bulunma hakkı düzenlenmiş, başvurunun çerçevesi belirlenerek içeriğin yasayla düzenleneceği belirtilmişti. Anayasa değişikliği halkın kabulüyle yürürlüğe girmiş, içerik
ve uygulama biçimi de 30.03.2011 gün 6216 sayılı Anayasa Mahkemesinin Kuruluşu ve Yargılama Usulleri hakkındaki yasayla düzenlenmiştir. Anayasanın 148. maddesinde belirli bir sınırlama getirilmişken uygulamaya ilişkin 6216 sayılı yasayla da ayrı sınırlamalar getirilmiştir. Bireysel başvuru hakkı, insan haklarını genişletmek ve ihlalleri azaltma iddiasıyla getirilmişse de bunun gerçekleşmesi amacının yanında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine başvurulmasının ve
tazminat ödenmesinin önlenmek istendiğini, daha çok bu ikincinin hedelendiğini düşündürmektedir. Uluslararası sözleşme gereği taraf olunan bir ulusüstü başvurunun durumu bu değişiklikle birlikte ele alınmıştır. Bu yazıda bireysel başvuru hakkının yeni niteliği, içerik ve uygulanabilirliği değerlendirilip birkaç ülke örneği ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine başvurunun
özellikleriyle birlikte ortaya konmaya çalışılmıştır. Uluslararası sözleşmelerin kabul usulleri ile
uygulamasının ve uygulamanın engellenmesi yöntemleri irdelenmiştir. Uluslararası sözleşme
yasayla engellenemez, özellikle Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin değiştirilmesi ve engellenmesi olanaksızdır. Venedik Komisyonunun değişiklik hakkındaki görüş ve raporunda, Anayasa Mahkemesinin süper mahkeme haline getirilmemesi ve düzenlemelerin açık, ayrıntılı ve
özgürlükleri sağlayıcı nitelikte olması tavsiye edilmiştir. Ancak, yasada Anayasa Mahkemesi süper mahkeme durumuna getirilmiştir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine başvuru sayısı dikkate alındığında, Türk Anayasa Mahkemesine bireysel başvurunun uygulanabilirliği irdelenmiş,
Anayasa Mahkemesinin yeni yapısı ile üye sayısı ve nitelikleri, bireysel başvuru konusunda beklentileri karşılayamayacağı, çözümün kolay olmadığı düşüncesiyle bir süre sonra Avrupa İnsan
Hakları Mahkemesine başvuruların tekrar artacağı umulmaktadır.
180
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
Anayasa Mahkemesine bireysel başvuru konusu hakların çok dar tutulması, sadece Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesiyle sınırlanması özgürlüklerin korunmasının ilk amaç olmadığı düşünülmektedir. Zira sosyal ve ekonomik hakların, kadın ve çocukların korunmasına ilişkin sözleşmelerin başvuru konusunun dışına çıkarılması, idari dava konusu olamayan işlemlerin çokluğu ve diğer istisnalar özgürlüklerin korunmasının amaçlanmadığını ortaya koymaktadır.
Anayasanın Ekonomi-Politiği
Dr. İlker Kılıç, Çankaya Ü., Hukuk F.
Anayasalar devletlerin temel kurumlarını, insanların temel hak ve özgürlüklerini belirten
metinler olmakla birlikte temel ekonomik tercihleri de barındırırlar ve mevcut ekonomik paradigmalar içerisinde anlam kazanırlar. Böyle bir yaklaşım, anayasayı ekonomik düzenin hukuki
çerçevesini oluşturan kurallar ve kurumlar bütünü olarak tanımlayan “ekonomik anayasa” anlayışının ötesinde anayasanın politik ve ideolojik boyutunu ortaya koymaya teşvik eder. Kapitalizm, ekonomik sömürüye zarar gelmeden insan hak ve özgürlüklerini genişletmenin olanaklarına her zaman sahip değildir. Anayasalar çoğu durumda bu ikisi arasındaki gerilimi gizleyen
bir ideolojik örtü işlevi görürler. Anayasanın kapitalist bir devlet için rolünü ayırt edebilmek
için kapitalizmi bir üretim sistemi ama aynı zamanda bir yönetim sistemi olarak da değerlendirmek gerekir. Anayasaların temel bir işlevi de bu yönetim sisteminin temel kurumsallaşmasını
ifade etmektir. Anayasaların tanımı gereği öncelikle belirtmekte olduğu yasama, yürütme, yargı erkleri ve bu erklerin birbiriyle ilişkileri de bu kurumsallaşmanın verili durumunu yansıttığı
gibi kaynakların dağıtılıp gelirlerin bölüşülmesinden bağımsız bir incelemeye tabi tutulamaz.
Sermayenin kendisini zaman ve mekan sınırlarından kurtarması ile uluslararası ilişkilerin yoğunlaşması yasama, yürütme, yargı içerisinde yürütmeyi ön plana çıkardı. Uluslararası kapitalist ilişkilerin etkili ve güvenli biçimde devamı, hızlı karar alabilen hızla uyum sağlayabilen
yürütmenin yasama ve yargı engellerinden kurtarılmasıyla mümkün olabilirdi. Küreselleşmeyle birlikte devlet içi iktidar, küresel ekonomik ilişkilere en yakın kurumlarda yoğunlaştı: Devlet
başkanlıkları, başbakanlık, hazine vb. 12 Eylül Anayasası gibi bu anayasada 12 Eylül 2010 tarihinde yapılan referandumla yürürlüğe giren değişiklikler de aynı eğilimi yansıtıyor. Her ikisi de,
“ekonomik ilişkilerin iradelerini açığa vurmaktan” öteye gidemiyor. Anayasalar, politik hukukun
bir kategorisi olmakla toplumsal sınıların mevcut güç ilişkilerini yansıtırlar, tahakkümü ama
bunun yanında tavizi de kurumsallaştırırlar. Bu nedenle emekçi sınıların müdahalesinin olmadığı yeni bir anayasa sürecinin de kapitalizmin gerekleri ile demokrasinin gerekleri arasında her
hangi bir tereddüde düşülmeden yaşanacağı açıktır. Kapitalizmin kendisini demokrasi, hukuk
devleti, insan hak ve özgürlükleri ile sınırlamasını beklemek arkaik liberal saplantıdır.
Anayasa ve uluslararası Sözleşmeler: Anayasa yaratır mı?
Ali Rıza Aydın, Eski Anayasa Mahkemesi Raportörü
Günümüzde, uluslararası sözleşmelerin iç hukuka etkisi küçümsenemeyecek ve ihmal edilemeyecek boyutlara ulaşmıştır. Kimi alanlarda, iç hukuk kendisini uluslararası hukuka teslim etmiştir. Anayasa, bu hiyerarşi tartışmasına kendisini katmıyor gibi gözükse de ek12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
181
lemlendiği uluslararası egemen iradenin ve neoliberal hukuk felsefesinin dışında kalmamıştır. Anayasa’nın, “Milletlerarası andlaşmaları uygun bulma” başlıklı 90. maddesinin son fıkrasına 2004 yılında 5170 sayılı Yasa’nın 7. maddesiyle eklenen, “Usulüne göre yürürlüğe konulmuş
temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası andlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası andlaşma hükümleri”nin
esas alınacağına ilişkin tümceyle, temel hak ve özgürlükler konusunda ulusal yasalarla uluslararası sözleşmeler arasında, uluslararası sözleşmeler lehine bir seçme yapılmasının yolu açılmıştır.
Bu değişiklik, bir yandan soyut anayasa kurallarının somutlaştırılması yolunda en tipik örneklerden birini oluşturmuş, diğer yandan da soyut kuralların yaşama geçirilmeden hiçbir anlamının olmayacağını göstermiştir. 90. maddeye yapılan ekleme, bir buyruk olmakla birlikte, kişilere ve kurumlara göre uygulama farklılıkları ortaya çıkmış, hatta kimi alanlarda hiç uygulanmama yolu tercih edilmiştir. Bulanıklık ve kaos bugün de sürmektedir. Uluslararası sözleşmelerin
esas alınmasına ilişkin kuralın uygulamaya yansıması, anayasanın hangi dili ve anlatımı taşıdığının değil, nasıl kullanıldığının önemini göstermesi bakımından tipik örnektir. Ulusal alandaki
birçok sorunun çözümünün uluslararası alana bırakılmasının kimin yararına olacağı ayrı bir tartışma konusu olmakla birlikte, özellikle temel hak ve özgürlüklerle ilgili uygulama farklılığının
ya da uygulamada ihmalin, kuralı getiren siyasal iktidar tarafından tercih ediliyor olması da ayrıca anlamlıdır. Anayasa ve uluslararası sözleşmeler örneği, “yeni anayasa” hedefinin dayatıldığı
dönemde, yeni ve farklı da olsa, soyut anayasa önerilerinin bir anlam ifade etmeyeceğinin, anayasanın yaratmayacağının, olanı saptamayla yetineceğinin açık ve tipik gösterimlerinden biridir. Birey ve toplum yararına mükemmel sözcüklerle donatılmış bir anayasanın, yaşama geçmedikçe bir anlam ifade etmeyeceği de açıktır.
Anayasa bir üstyapı kurumu olarak, yalnızca saptadığından, diğer anlatımla yaşananı kurallaştırdığından, ondan yeni kurallarla yaratıcılık yapması beklenemez. 50. yılına geldiğimiz
1961 Anayasası gibi kimi örnekler, ancak “katalizör” rolünü üstlenirler ki, bu rol bile gücünü
anayasanın soyut anlatımından almaz, toplumsal gerçekçilikten alır. 1961 Anayasası’nın, “özgürlükçü, eşitlikçi anayasa” damgasını taşımasına, onun içinden çıkan anayasal denetim kurumu olan Anayasa Mahkemesi’ne ivme kazandırılmasına, anayasa yargısının temelinin atılmasına ve anayasanın hak ve özgürlükler lehine yorumlamasına önemli katkılardan biri, yine kuruluşunun 50. yılın kutladığımız TİP tarafından üstlenilen görev ve sorumlulukla yapılabilmiş; ancak, bu itici rolün ve toplumsal hareketin kırılması gecikmemiştir. Kırılma, 1961 Anayasası’nın
budanmasıyla kalmamış; TİP’nin, demokratik hukuk devletinin önemli kurumlarından biri olduğu ileri sürülen Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılmasına kadar uzanmıştır. Bu süreç, 1961
Anayasası’nın ne kadar ya da nereye kadar özgürlükçü olduğunun göstergelerinden biri olduğu kadar, kurulu düzenin kurallarındaki geçici iyileştirmelerle kalıcı sonuç alınamayacağının da
göstergelerinden biridir. 12 Mart sonrası 1971 Anayasa değişiklikleri, 12 Eylül sonrası 1982 Anayasası, bu Anayasa’da bugüne kadar yapılan değişiklilikler ve son olarak 12 Eylül 2010 değişikliği anayasanın yaratmayacağının, üretim tarzına bağlı olarak yalnızca saptayacağının somutlaşmasıdır. Toplumsal gerçekçiliğin yok kabul edilerek, çoğunluk gücüne bağlanan “yeni anayasa” çalışmaları da “her üretim tarzının kendi hukuksal ilişkilerini, yönetim biçimini yaratması”
gerçeği karşısında, tartışmasız bu kapsamda görülmelidir. Türkiye’nin anayasal geçmişi, “yeni
anayasa” yolculuğunun ekonomi politiğinin ipuçlarını vermektedir. Bu, karşı çıkılacak bir yolculuktur. Ancak, dünyaya anayasayla bakılamayacak olsa bile, bu tarihi dersten farklı bir anayasa
için sınıfsal bakışın ipuçlarının yakalanması gerektiği; kurulu düzene karşı, bu düzenin kuralları içinde savaşım verilmesinden kaynaklanan sorunlar göz önüne alındığında da, sınıfsal bakışın ipuçlarının yakalamasıyla yetinilmemesi gerektiği açıktır. Farklı bir anayasa için sınıfsal bakış, farklı bir yaşam için sınıfsal bakıştan geçer.
182
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
49. OTURUM
YURTTAŞLIK
Türkiye’de Dijital Gözetim: TC.Kimlik Numarasından
E-Kimlik Kartlarına Yurttaşın Sayısal Bedenlenişi
Alkım Özaygen, Ankara Ü., SBE.
Arş. Gör.Gülden Gürsoy, Ankara Ü., İletişim F. Gazetecilik B.
Prof. Dr. Mutlu Binark, Başkent Ü., İletişim F.
Arş. Gör.Selma Arslantaş, Ankara Ü., İletişim F.
Şafak Dikmen, Ankara Ü., İletişim F.
Gözetim olgusu, küreselleşme süreci ve yeni iletişim teknolojilerinin de etkisiyle yeni iktidar
ve toplumsal denetim pratikleri arasında merkezi bir yer edinmiştir. Bu merkezi yer edinişte kredi
kartları, cep telefonları ve internet gibi yeni teknolojiler, itaatkâr bedenler yaratarak gözetimi kolaylaştırıcı araçlar haline gelmiştir. Buradan hareketle, bu çalışmada Türkiye’de dijital gözetim olgusunun giderek yaygınlaşması, panoptikon, superpanoptikon ve dijital panoptikon kavramları (J. Bentham, M. Foucault, M. Poster, D. Lyon, G.T. Marx) izleğinde tartışılacaktır. Daha sonra yeni
teknolojiler aracılığıyla veri depolama, veri eşleştirme gibi çeşitli dijital gözetim uygulamalarını
meşrulaştırmak için kullanılan çeşitli söylemsel pratikler (“gereklilik”, “verimlilik”, “zaman ve maliyetten tasarruf” vb.), TC. kimlik numarası ve TC.kimlik numarası ile işleyen çeşitli e-devlet uygulamaları üzerinden açıklanacaktır. Türkiye’de yurttaşın sayısal olarak bedenlenişinin kısa tarihçesi (şecere kayıtlarından, MERNİS projesi olarak gerçekleşen TC. Kimlik numarası uygulamasına değin) aktarıldıktan sonra, 2012 yılında Türkiye geneline yaygınlaştırılacak TÜBİTAK-UEKAE tarafından geliştirilen e-kimlik kartı uygulaması ile dijital gözetimin evrileceği yeni boyut ve verigözetiminin (dataveillance) yeni hali açıklanacaktır.
Çalışmanın bulguları, T.C. Kimlik numarasının kullanılması ile e-devlet uygulamaları başta olmak üzere İnternet ortamında diğer farklı amaçlarla (ticari, STK. destekleri vb. nedenlerle) çeşitli
uygulamalarda yurttaşın sayısal bedenlenişinin haritasında (İnternette sayısal bedenleniş topografyası) temellenmektedir. Çalışmanın son kısmında ise yurttaşın sayısal bedenlenişinin, yurttaşlık
kültürü üzerinde doğuracağı etkiler (örneğin, özel yaşamın gizliliği ve kişisel verilerin korunması
gereği) açıklanacak ve yurttaşın “veri bütünlüğü”nün temel bir insan hakkı olduğunun altı çizilerek, Türkiye’de yurttaşların bu konuda nasıl bilinçlendirileceklerine ilişkin çözüm önerileri sunulacaktır.
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
183
Yurttaşlığın Krizini Yeniden Düşünmek:
Liberal Milliyetçilik ve Anayasal Yurttaşlık Kuramı
Tolga Karabulut, Ankara Ü., SBF Siy. Bil. B.
20. yüzyılın son çeyreğinden itibaren, siyasal ve sosyal kuram alanlarında yurttaşlık tartışmalarının yeniden canlandığı ve hız kazandığı bir döneme tanıklık etmekteyiz. Özellikle küresel kapitalizm, uluslararası insan hakları söylemi ve giderek artan uluslararası göç gibi gelişmelerin yurttaşlık kuramları ve pratikleri üzerindeki dönüştürücü etkilerinin incelenmesi en güncel konulardan biri haline gelmiştir. Genel olarak yurttaşlığın krizi olarak adlandırılan bu süreç, yurttaşlık, demokrasi ve ulus-devlet gibi kavramlar arasındaki ilişkilerin sorunsallaştırılması ve yeniden düzenlenmesine dair bir ihtiyacı da beraberinde getirmiştir. Bu ihtiyaca cevap verme arayışını sahiplenen ve son dönemde öne çıkan iki kuramdan bahsetmek mümkündür: liberal milliyetçilik ve anayasal yurttaşlık kuramları. Liberal milliyetçilik kuramı, küreselleşme süreçlerinin yurttaşlığın değerini giderek azalttığını ve buna bağlı olarak da toplumların demokratik kendini-belirleme ilkesinin
aşındığını savunmaktadır.
Bu nedenle, yurttaşlık pratiğinin yeniden canlandırılması gerektiğini dile getiren liberal milliyetçiler, bunun yolu olarak da yurttaşlık ve milliyet arasında güçlü bir bağ kurulmasını öngörmektedirler. Yurttaşların politik katılımını sağlayacak toplumsal bağların güçlendirilmesi, bu yaklaşıma göre ancak ortak bir kültür ve ulus fikri ile mümkündür. Demokrasinin işlerliği için güçlü
toplumsal kimlik mekanizmaları gerekmektedir. Bu anlamda demokrasi ve ulus arasında da kopmaz bir ilişki vardır. Anayasal yurttaşlık kuramı ise, demokrasi ve ulus arasında kurulan sabit ilişkiyi sorunsallaştırarak, toplumsal bağların ulusal bir kültür temelinde değil, farklı kültürel grupların
eşit ve özgür bir şekilde bir arada varolmasını mümkün kılacak demokratik bir anayasanın ilkelerine bağlılık temelinde güçlendirilmesini savunmaktadır.
Bu yaklaşıma göre, çağdaş demokrasilerin asıl amacı, toplumsal ve siyasal düzlemde, içsel
dışlamaların sona erdirilmesi olmalıdır. Bunun için de, liberal milliyetçi düşüncenin savunduğu,
ortak ulusal kültüre bağlılık etrafında örgütlenen yurttaşlardan oluşan politik düzen anlayışının
değişmesi gerekmektedir. Anayasal yurttaşlık kuramı, bu anlayışın karşısına, yurttaşların siyasal
bağlılığının demokratik bir anayasada biçimlenen normlar, ilkeler ve kurumlarla tanımlandığı bir
toplumsal düzen anlayışını koymaktadır. Bu çalışma, yurttaşlık idealini ve pratiğini, demokratik
bir siyaset tasavvuruyla birlikte düşünmek yeniden nasıl mümkün olabilir sorusunu merkeze alarak, bu iki kuramın karşılaştırılmalı bir incelemesini yapmak ve günümüzde yaşanan yurttaşlığın
krizine yönelik çözüm yollarının araştırılmasını amaçlamaktadır.
Türkiye’de 2000’li Yıllarda Neoliberalizm, Kadın Projeleri ve
Yurttaşlığın Dönüşümü: Diyarbakır, Şanlıurfa, Batman Örneklemi
L. Zeynep Beşpınar Karaoğlu, Marmara Ü., Fen-Edb F. Sosyoloji B.
Günümüzde, dünyanın pek çok bölgesinde olduğu gibi Türkiye’de de projeler ve projeciliğin giderek artan biçimde, toplumsal ve siyasal öznelerin azımsanmayacak bir kısmı için önem
kazandığı görülmektedir. Projeler aracılığı ile belli hedeleri gerçekleştirmeye yönelmek, 90’lardan 2000’lere uzanan sürece özgü bir yaklaşım olarak kabul edilemez. 1970’ler ve öncesinde de
kalkınma ve gelişme kavramlarına eklemlenen pilot uygulamalar hayata geçirilmiştir. Türkiye söz
184
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
konusu olduğunda, Güney Doğu Anadolu Projesi (GAP), devletin, “bölgesel kalkınma projesi” aracılığıyla toplumsal sorunlara çözüm üretme çabasının en belirgin örneklerinden biri olarak hatırlanabilir. 1970’li yılların ekonomik yapıda belirli dönüşümleri gerçekleştirmeyi hedeleyen, geniş toplumsal ölçekli, topluluklar düzeyinde refahı artırmaya yönelen projecilik anlayışından, günümüzün bireye yönelik projecilik anlayışına ilerleyen yolun, “refah devleti”nden (ya da en azından hedefinden) neo-liberal ekonomiye geçişle ilintilendirilmesi kaçınılmazdır. Kolektif yarara
vurgu yapan refah devleti hedefi yerini neo-liberal devlete bıraktığı oranda, projelerin aldıkları desteğin kaynağı, içerik ve yöntemleri yanında, hedeleri de önemli değişiklikler göstermiştir.
Bu araştırmanın ana soruları; “1990’lar Türkiye’sinde hayata geçirilen projecilik yaklaşımıyla ‘kadın
yurttaşlığı’nın nasıl kurulduğu, bu kurgunun, 1970’lerde geçerli olan kurgudan hangi açılardan,
nasıl faklılaştığı ve günümüzde değişik projelerde hayat bulan yaklaşımın, kadının güçlenmesine
(empowerment) katkı sağlayıp sağlamadığı” biçiminde tanımlanmıştır.
Belirtilen sorular, 2010 Şubat – 2011 Mart aralığında, Şanlıurfa, Diyarbakır ve Batman’da yürütülen nitel araştırma üzerinden yanıtlanmaya çalışılmıştır. Alan çalışmasında, proje yararlanıcısı kadınlar başta olmak üzere, proje yürütücüleri ve yerel yöneticilerle derinlemesine görüşmeler
gerçekleştirilmiş, toplam 84 kadınla görüşülmüştür.
Çalışmada, “proje”nin refah devleti hedefinden, neo-liberal politikalara geçiş sürecinde değişen tanım, amaç ve işlevi “devlet” ve “yurttaş” kavramları ile ilişkili olarak ele alınmıştır. İlk adım
olarak, “devlet” ve “yurttaş” tanımlarının içerikleri ile görev ve sorumluluklarının değişimi ele alınarak, yurttaş olarak kadının yeri irdelenmiştir.
Küreselleşme ve Spor: Vatandaşlık Maçın Neresinde?
Nalan Soyarık-Şentürk, Başkent Ü., İİBF
Küreselleşme süreci, beraberinde vatandaşlık açısından değişimleri getirmektedir. Artan
göç hareketleri ve kimlik siyaseti vatandaşlığın giderek ulusal kimlikten ziyade hukuksal bağ ile
tanımlanmaya başlanmasını, ya da tartışılmasını sağladı. Bu bağlamda, sporcuların vatandaşlık
statülerinde yaşanan değişiklikler son otuz yıl içerisinde artış gösterdi. Bu çalışmada, 1980 sonrasında Türkiye’de sporcuların vatandaşlığa kabul süreci ele alınacaktır. Özellikle futbol alanında
son yıllarda artan bir hareketlilik gözlemlenebilir. Sporcuların vatandaşlığa kabulü sürecinde iki
farklı eğilimin ortaya çıkabildiği gözlemlenebilmektedir. Bu süreç bir yandan vatandaşlığın ulusal
kimlikten kopmasına örnek olarak gösterilebilirken, diğer yandan da milliyetçiliği besleyip güçlendirebildiği tartışılmaktadır.
Bu çalışma, 1980’ler, 1990’lar ve 2000’lerden örnek vakaları ele alarak bu iki farklı eğilimin
sporcuların, ve özellikle futbolcuların, vatandaşlığa kabul sürecinde Türkiye’de nasıl işlediğini incelemeyi amaçlamaktadır. Çalışma, sporcuların vatandaşlığa kabul sürecinde ulusal kimliğin oynadığı role, ve bu roldeki değişikliklere işaret etmeyi amaçlamaktadır.
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
185
50. OTURUM
ESNEK ÇALIŞMA
Yerel Hizmetlerde Esnek Çalışma:
Belediyeler, Taşeron Şirketler, İşçiler
Dr. Hülya Kendir-Özdinç ,Akdeniz Ü., İİBF Kamu Yön. B.
Kapitalizmin 1970’lerin başındaki krizinin aşılması için inşa edilen neoliberal dönüşüm,
Keynesyen dönemde büyük ölçüde devlet eliyle yürütülen hizmet alanlarının çeşitli yöntemlerle özelleştirilmesi ve piyasalaştırılmasını, bu alanlarda esnek çalışma koşullarının yaratılmasını ve taşeronlaşmanın giderek “asıl çalışma biçimlerinin” yerini alacak derecede artmasını sağladı. Türkiye’de 1980’lerden günümüze neoliberal politikaların sözü geçen sonuçlarının net bir biçimde görülebildiği alanlardan biri de belediyelerin yetkili olduğu yerel hizmet alanları oldu. Neoliberal dönem öncesinde de, belediyelerin yerel yönetimler ve kamu ihalelerine ilişkin yasal düzenlemelere dayanarak “emanet usulü ile iş gördürmesi” mümkün oluyordu, ancak bu sınırlı ve istisnai bir uygulamaydı.
Yerel alanda yaşanan özelleştirme/piyasalaşma süreci ve bunu hızlandıran yeni yasal düzenlemelerle birlikte, belediyeler -birer piyasa aktörü olarak kendi şirketlerini kurmalarının yanı
sıra- temizlik, çöp toplama, park ve bahçe düzenleme, zabıta hizmetleri gibi neredeyse bütün hizmet alanlarında taşeron şirketlerle anlaşarak hizmet vermeye başladı. Hizmet sunulan yurttaş açısından, belediye hizmetlerinin bu şekilde piyasalaşmasının getirdiği değişim pek çok çalışmaya
konu oldu. Belediye hizmetlerinde taşeronlaşma, bu alanlarda çalışan işçiler açısından ise, öncelikle kadrolu, sözleşmeli, geçici sözleşmeli ve taşeron işçisi gibi bölünmelerin ve buna bağlı farklı düzenlemelerin yolunu açtı. Zamanla sayısı kadrolu işçilerin çok üstüne çıkan taşeron şirketlere
bağlı işçiler “aynı işi” daha ucuza, daha uzun çalışma saatleri içinde, sosyal güvenceden ve sendikal örgütlenmenin getirdiği haklardan yoksun bir biçimde yerine getirmektedir.
Bu bildiride, taşeron işçilerinin çalışma koşullarına odaklanılarak, belediye hizmetlerindeki
taşeronlaşma sürecinin tarihsel ve yasal-yönetsel temelleri ile değişimi incelenmeye çalışılacaktır.
186
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
Çöpün Metalaştırılması, Geri Dönüşümde
Proleterler ve Örgütlenme Deneyimlerine Bir Bakış
Çiğdem Demircan, Akdeniz Ü., İİBF Kamu Yön. B.
Kutlu Dane, İstanbul Medeniyet Ü., SBF Maliye B.
Yalnızca Türkiye’ye ya da genel anlamda az gelişmiş ülkelere has olmayan, gelişmiş ülkelerde de temel problem alanları arasında tanımlanan bu enformel çöp toplama süreci, gelişmiş ülkelerde de “çevre yönetimi” ya da “çöp yönetimi”nin konusu olarak ve kalkınma projeleri kapsamında ele alınmış, “öteki olan işçiler/toplayıcılar ve hatta kimi zaman girişimciler!” ön kabulüyle
toplumsal kabul edilebilirlik ve maliyetten kısabilirlik analizleri çerçevesinde değerlendirilmiştir.
Geri dönüşüm işçilerine dair bir diğer araştırma alanı da sağlıksız çalışma koşulları olagelmiştir.
Ancak bir taraftan da mülkleştirmenin temel dayanağı olarak doğa üzerinde egemenlik kurulması gerekliliği üzerinden biçimlenen ve kapitalist sürdürülebilirliğin gerekliliği olarak ortaya konulan “çevre! koruma” tedbirleri gereğince katı atığın geri dönüştürülmesi sürecinin artan önemi ve
bu süreçte üstlenilen rollere dair araştırmaların yeterli olmadığı görülmektedir.
Genel anlamda vasıfsız, örgütsüz ve üretim sürecinin dışında tarif edilen ve fakat bizzat kapitalizmin bir ürünü olan işsizlik olgusu sonucunda bu tür bir çalışma yöntemi seçen geri dönüşüm
işçilerinin, metalaştırılmış doğanın ve emeğin yeniden metalaştırılması sürecindeki rolünün ve
örgütlenme süreçlerinin incelenmesi anlamlıdır. Bu inceleme alanına, ÇEVKO gibi yetkilendirme
kuruluşları ve bu vakıf tarafından yetki ve yerel yönetimler kanalıyla işletme hakkı tanınmış dağıtıcı kurumların rant yoluyla sermaye birikimine katkı mekanizmalarının incelenmesi de önemlidir.
Yukarıda belirtilen kaygılar ve ön kabuller çerçevesinde, genel anlamda çöp ve özelde geri
dönüşüm işçileri açısından daha önce irdelenmemiş sorunların ele alınması anlamlıdır. Bu nedenle bu bildiride, geri dönüşüm işçilerinin “güvencesiz” olarak nitelenip nitelenmeyeceği, geri dönüşüm sürecindeki (ekonomik) rolleri ve örgütlenme süreçleri incelenmeye çalışılacaktır.
Taşeronlaşma Kıskacında Bir Kent:
Antalya İnşaat Sektörü Örneği
Deniz Parlak, Akdeniz Ü., İİBF Kamu Yön. B.
1974 kriziyle derinleşen ekonomik, sosyal ve siyasal bunalım sürecine bulunan çözüm; serbest piyasa anlayışının benimsendiği, sosyal harcamaların kısıldığı, devletin sahip olduğu rollerin küçültülerek salt düzenleyici/denetleyici bir konuma yerleştiği neo-liberal bir dönüşümdür.
Bu dönemde emek piyasasının ayrımlaşması neoliberal politikalar neticesinde gerçekleşmiş ve
çekirdek-çevre işgücü olarak bölümlenen işgücü piyasası ikili bir görünüm sergilemeye başlamıştır. Güvencesiz çalışmanın bir diğer adı olarak ifade edilebilecek olan taşeronluk, gelişen inşaat
sektöründe hızla yaygınlık kazanmıştır.
Türkiye’de 1950’lerdeki kırdan kente göçle beraber hızla gelişen inşaat sektörü, yapılaşmaya
paralel olarak bu tarihten itibaren sürekli ivme kazanmaktadır. Sermayedarın daha çok kâr elde
etme isteğini perçinleyen bu alan için maliyetlerin kısılması emek üzerinden gerçekleştirilmiştir.
Neo-liberal politikalarla birlikte üretim sürecine dâhil olan yeni kavramların en acı biçimleri inşaat
sektöründe somutlaşmıştır. “Nitelikli emek” talebi diğer işkollarına oranla daha az olan, dolayısıyla taşeronlaşmanın açık bir biçimde hissedildiği bu sektörün gelişiminin, ucuz işgücü ve güven12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
187
cesiz emeğe bağlı olarak yükseldiğini söylemek mümkündür. İstanbul’un ardından inşaat sektörünün hızla geliştiği Antalya, bu anlamda ikinci büyük kent olmasıyla dikkat çekici bir örnektir. İnşaat sektörünün ayrımlaşan yapısı kentin ekonomi politiğini değiştirmektedir.
Bu bağlamda yapılan çalışmada; öncelikle Fordist üretimden Post-Fordist üretim yapılanmasına geçişin tarihsel izleği çıkarılacak, ardından taşeronluk sisteminin emek piyasası üzerindeki etkileri irdelenecek ve son olarak da Antalya inşaat sektörü örneğinde taşeronlaşmanın kentin ekonomi politiğine etkileri tartışılacaktır.
188
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
51. OTURUM
İKTİSADİ DÜŞÜNCE
VE KRİZ I
Varoluşçunun İktisadı, İktisadın Varoluşu:
“Yeraltı İnsanı” Homo Economicus’a Karşı
Dr. Ceyhun Gürkan, Ankara Ü., SBF Maliye B.
Araş. Gör. Mustafa Öziş, Gazi Ü., İİBF İktisat B.
“Kolay elde edilmiş bir mutluluk mu, yoksa insanı yücelten acı mı daha iyi? Evet, hangisi daha
iyi?” diye soruyordu Fiyodor Dostoyevski 1864 tarihinde yazdığı Yeraltından Notlar’ında. Dostoyevski önceden reçetesi yazılmış ve kaba bir akılcılığa temellendirilmiş toplumsal-iktisadi düzene karşı “acıyı” insanın “doğal” bir derin şüphesi olarak yüceltirken, J.S. Mill’den başlatılıp W.S.
Jevons’un iktisadında bir “ideal tip”e dönüştürülmüş Homo Economicus ile hesaplaşmak için
O’nun karşısına “Yeraltı İnsanı”nı çıkarıyordu. Neoklasik iktisadın katı çekirdeğinde yer alan Homo
Economicus’un eleştirisinin henüz tamamlanmış bir eleştiri olduğu söylenemez. Yerleşik iktisat ve
onun eleştirisini geliştirdiğini iddia eden neoklasik varyantları Homo Economicus’u saf metodolojik kaygılarla belirli bir modern özne eleştirisine indirgedi. Oysa neoklasik iktisat yalnızca kuramsal bir çerçeve içinde değil, aynı zamanda insani ve toplumsal pratik gerçekliğin tam da kalbinde Homo Economicus ile sadece bireyi değil, bir toplumu da inşa ediyor. Bu nedenle Homo Economicus eleştirisi ‘modern toplum’ eleştirisine yönelmeksizin eksik kalır. Neoklasik iktisat ve onun
tüm varyantları bu nedenle bütüncül bir eleştiriden uzağa düşer, çünkü “kurduğu” ve yücelttiği
piyasa toplumunda bireyin “özgür iradesi” metaların dünyasında haz ve elemin bir seçimine ve
aritmetiğine indirgenir. Ayrıca, bugün matematiksel iktisat çalışma alanı altında gelişen neoklasik
iktisadın kaba rasyonalizmi ve toplum kurgusu öncülleriyle birlikte düşünüldüğünde iktisadi ve
sosyolojik (ve siyasal olarak da dersek ileri gitmiş olmayacağımızı düşünüyoruz) planda bir despotik sistemi de beraberinde getirdiğini gözlemliyoruz. Dostoyevski romanında buna karşı bir dizi
eleştiriyi okuyucuya seslendirir: “İki kere iki dört, bana sorarsanız, bir küstahlıktır. İki kere iki dört,
ellerini böğrüne dayayarak yolumuzu kesen, sağa-sola tükürük atan bir külhanbeyinin ta kendisidir. İki kere iki dördün yetkinliğine inanırım ama en çok övülmeye değer bir şey varsa, o da iki kere
ikinin beş etmesidir”. Dostoyevski’nin “kurgusu” Yeraltından Notlar’ı Homo Economicus’a dair bireysel düzlemde gerçekliğin bir betimlemesini değil, aynı zamanda insana dair bu yanlış soyutlamanın doğurgası modern toplumsal düzenin bütüncül bir eleştirisini gerçekleştirmek için bir temel sunar. “Yeraltı İnsanı” bu bakımdan Dostoyevski için hatalı bir metodolojik soyutlama değil,
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
189
‘modern toplum’da yaşayan bir eleştirel gerçekliktir: “Bu notlar da, bunların yazarı da besbelli hayal ürünüdür. Bununla birlikte, toplumumuzun durumunu, yapısını göz önüne alacak olursak, bu
notların yazarı gibi kişilerin aramızda bulunmasının yalnızca mümkün değil, aynı zamanda zorunlu olduğunu kabul ederiz”.
“Görünmez El” vs. “Hünerli El”:
Sir James Steuart İskoç Aydınlanması’nda
‘Aykırı’ bir Figür mü?
Dr. Ahmet Arif Eren, Gazi Ü., İİBF İktisat B.
18. Yüzyıl düşünürleri toplumsal ilişkilerin iktisadi boyutu ile ilgilenmişlerdir. Fransa’da A. R.
J. Turgot ve F. Quesnay İskoçya’da A. Ferguson, D. Hume, A. Smith, J. Steuart, W. Robertson, J. Millar gibi düşünürler yaşadıkları ortamın iktisadi işleyişini çalışma konusu olarak ele almışlardır.
A. Smith ve J. Steuart benzer konuları ele alan, aynı okulun mensubu olan önemli düşünürlerdir. Bu iki düşünür de feodal bağımlılık ilişkilerinin yerini alan ‘karmaşık’ mübadele ilişkilerini
tahlil ederler. Her iki düşünür de konuyu tarihsel boyutu ile ele alır. Smith’in; “Ulusların Zenginliği”
ve Steuart’ın; “Ekonomi Politiğin İlkeleri”, iktisadi sistemin nasıl işlediğini açıklamaya çalışan, dönemin önemli kitaplarıdır. Smith, Newtoncu doğa bilimlerinden de esinlenerek, iktisadi sistemin
işleyişini “görünmez el” metaforu ile açıklar. Steuart ise sistemin işleyişi için “devletadamı”nın “hünerli el”ine ihtiyaç olduğunu savunur. Bu çalışmada İskoç aydınlanması bağlamında Smith’in “görünmez el”i ile Steuart’ın “hünerli el”inin birbirlerine alternatif yaklaşımlar olarak ele alınıp alınamayacağı hususu tartışılacaktır.
Sosyal Bilimlerde ‘Güven’e
Neden İhtiyaç Duyuyorlar?
Araş. Gör. Z. Nurdan Atalay-Güneş, Mardin Artuklu Ü., Sosyoloji B.
Bu bildiri, son otuz yılda ama özelikle 1990larla birlikte sosyal bilimlerin farklı disiplinlerinde ‘güven’ kavramının sıklıkla kullanıldığını saptamasından yola çıkarak, bu kullanımın nasıl farklılaştığını ve neleri içeriye alırken, neleri dışarıda bıraktığı tartışarak, ‘güven’ kavramına eleştirel bir
perspektif geliştirmeyi amaçlamaktadır. Buna ek olarak ‘güven’ kavramının literatürde yapıldığının aksine dünyada yaşanan siyasi ve ekonomik krizlerle ilişkisini de kurmaya çalışacaktır. Bu ilişkiyi kurarken, Ben Fine’nin (2011) sosyal sermaye literatürüne getirdiği eleştirilerden yola çıkarak
güven kavramının hangi tür iktidar, çatışma ve bağlamda ön plana çıktığı bir örnek olay üzerinden, 2010 bahar aylarında Mardin Organize Sanayinde yapılan mülakatlardan ve bu konuda yazılan doktora tezinden hareketle tartışılacaktır.
190
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
Finansal Krizden Varoluş Krizine
Krizi Kapitalizmin Aşılmaz Ufku Olarak Okumak
Ali Yalçın Göymen, Yıldız Teknik Ü., İİBF Siy. Bil. ve Uluslar. İlişk. B.
Bu çalışma, Sartre’nin Marksizm’in insanlığın aşılmaz ufku olduğu yönündeki ifadesinden
esinlenilerek dile getirilen, krizin kapitalizmin aşılmaz ufku olduğu tezini savunmaktadır. Söz konusu iddia iki ayrı düzlemde ele alınmıştır. Bunlardan ilki, krizlerin yayılma ilkesi olarak adlandırabileceğimiz, zaman içindeki ve mekandaki yayılma iken ikincisi bu yayılmanın bilinç düzeyine taşındığı ideolojik süreçlerdir.
Krizin zaman içindeki yayılması terimi ile kapitalizmin yol açmış olduğu krizler arasındaki iç
bağlantıları – birbirlerinin oluşumundaki dolaylı ya da doğrudan etkiyi ortaya koyan – sürekliliği
ifade ediyorum. Mekânsal dağılma ise David Harvey’in dile getirdiği gibi sektörel ve coğrafi dağılmadır ve kapitalist şimdiyi ifade etmektedir. Her iki yayılma biçiminin kesiştiği akan ise bu krizlerin tüm veçheleri ile deneyimlendiği gündelik yaşam alanıdır.
Gündelik yaşam aynı zamanda bireylerin bilinçli ya da bilinçsiz bir biçimde ideolojilerin etkisi altına girdikleri, özneleştikleri ortam olarak karşımıza çıkar. Bu açıdan bakıldığında, Karl Jaspers
ve Martin Heidegger’in felsefeleri; burjuva ideolojisinin temel kategorisi olan “insan”ın yerine, bireyin kapitalist toplum içinde rasyonel özünü yitirişini ve kaygı dolu bir varolma karakterine bürünüşünü dile getirmek için “varoluş (Existenz)” kategorisini ortaya çıkarmışlardır. Bu felsefeleri, her
ne kadar iktisadi ya da siyasi açıdan bir kapitalizm eleştirisi içermekten uzak olsalar da, burjuvazinin kendisi hakkında oluşturmuş olduğu, insanlık tarihindeki ilerlemenin taşıyıcısı olma biçiminde dile getirebileceğimiz mitin bu sınıfın kendisi içinden sarsılması olarak okumak mümkündür.
Varoluş felsefesinin bu aşaması, her daim yeni krizler üretmeye yazgılı olan kapitalizmin insanlığa
dayatmakta olduğu tıkanmışlığın semptomları olarak değerlendirilmelidir.
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
191
52. OTURUM
KADIN EMEĞİ
I
Hane içi Güç İlişkilerinde
Kadın İşçilerin Gücü yada Güçsüzlüğü Olarak Ücretleri
Y. Doç. Dr. Betül Urhan, Kocaeli Ü., Çalışma Eko.
Sidar Çınar, Marmara Ü., Çalışma Eko.
Kadınların ücretli çalışmaya başlamalarının ekonomik ve sosyal olarak güçlenmeleri ile sonuçlandığı varsayılır. Çoğu zaman kadınların ekonomik olarak güçlenmelerinin aile içindeki iktidar ilişkilerine zarar verme endişesi veya böyle bir potansiyeli taşıması kadınların güçlenmelerine karşı direnişin önemli noktalarından birini oluşturur. Ancak ekonomik kriz koşulları bu direnişi boşa çıkarır. Ayrıca ekonomik kriz koşullarının olağan üstü dönemlerden çok artık olağan hale
gelmesi ile erkeğe ödenen “aile ücreti” fikrinin sorgulandığı bir sosyo ekonomik zeminde erkekler ve kadınlar arasında süregelen ataerkil denge ve pazarlığın farklı formlarda yeniden üretildiğine tanık oluyoruz. Özellikle ailenin ihtiyaçlarını karşılamada kadının ücretinin baskın olması halinde, ataerkil pazarlığı yeniden müzakere etmek için gerekli gücü sağlamış olan kadınlar bu yeniden üretimin dikkat çeken aktörleri olurlar.
Kadınların ücretlerinden sağladıkları güç aile içi iktidar ilişkilerinde çatışmanın ve bu çatışmanın sağlayacağı dönüşümün de temelidir. Bu açıdan bakıldığında ücret karşılığı çalışan kadınların kendi gelirleri üzerindeki denetimleri, bu geliri tanımlamaları ve güce dönüştürüp dönüştürmedikleri olgusu sorgulanmaya değer bir konudur. Bu nedenle İstanbul’da kadın işçilerle gerçekleştirilen derinlemesine mülakatlarla, kadınların gelirleri hangi konularda onlara bir güçlenme sağlar, kadınlar için gelir elde etmek aile içinde bir güçlenme potansiyeli yaratıyorsa, erkeğin bu güçlenme karşısında alacağı-aldığı tutumu kadınlar nasıl algılar, erkeğin gösterdiği ataerkil savunmacı tutum kadın açısından boyun eğmenin bir aracına mı dönüşür? Sorularına cevaplar aranmıştır.
Bildiri boyunca kadınların ücretlerinin aile içi güç ilişkileri üzerinde yarattığı etkiler; yeniden
sorgulanan aile reisi kavramı, aile içi şiddet, yeniden tanımlanan ataerkil pazarlıkla yan yana var
olan ataerkil değer yargılarında muhafazakarlaşma ekseninde yürütülmüştür.
192
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
Farklı ve Cinsiyetlendirilmiş İş Ahlakı:
Bursa’daki Sanayileşme Döneminde
Bulgaristan Göçmeni Kadın İşçiler (1968-1978)
Araş. Gör. Yalçın Özkan, Boğaziçi Ü., Atatürk İlk. ve İnk. Tar. Ens.
Bu bildiri 1970’li yıllarda Bursa’daki sanayileşme dönemi sırasında yeni açılan fabrikaların
içerisindeki Bulgaristan göçmeni kadınların varlığının bu fabrikalar içerisindeki cinsiyet durumunu ve çalışma koşullarını nasıl sarstığını ve değiştirdiğini inceleyecektir.
Bu dönem içerisinde Bursa’daki sanayi üretimi, yeni kurulan sektörler ve fabrikalarca arttırılıp, geliştirilmekteydi. Bu büyüme kayda değer bir emek talebi yarattı. Her ne kadar, bu talebin çok büyük bir kısmı erkek işgücü tarafından karşılandıysa da, üretime yeni başlayan tekstil ve konfeksiyon fabrikaları kadın işçiler için istihdam imkanları yaratmaktaydılar. Bu imkanlara rağmen, büyüyen şehrin kadın nüfusunun iktisadi faaliyeti, katı kültürel değerler ve kadınların
fabrika üretimine ilişkin deneyimsizlikleri nedenleriyle, son derece düşük kalmaktaydı. Yerli kadınlar arasındaki bu düşük katılıma rağmen, siyasi sebeplerle şehre göç eden göçmen kadınlar,
Bulgaristan’daki geçmişlerinin bir sonucu olarak, çalışmaya ilişkin görece serbest cinsiyet normlarına sahiptiler. Devlet sosyalizminin kurulmasından sonra, Bulgaristan’daki yeni yönetim çalışmayı merkeze alan cinsiyet politikaları izledi. Bu politikalar toplum içerisinde kadının iş gücünü katılımının olağan ve normal olarak karşılanmasını sağladı. Bu farklı deneyim göçmen kadınları, yeni
bir iş ahlakı yaratmaya itti. Bu iş ahlakı sanayi fabrikalarının istediği belirli bir iş disiplin ile uyumlu olmakla birlikte, aynı zamanda bu kadınları ailelerinin temel kazanç sahiplerinden biri de yapmaktaydı. Böylece yerli kadınların sadece çok küçük bir kısmı sanayi içerisindeki iş gücüne katılmaktayken, göçmen kadınlar yeni açılan fabrikalarca olabildiğince yoğun bir biçimde istihdam
edildiler. İşe alım süreci ve iş gücünün yapısının ötesinde, bu yoğunluk büyük fabrikaların üretim
bantları içerisinde önemli bir tarihsel duruma yol açmaktaydı. Göçmen kadınların kültürel farklılıkları, işe ilişkin farklı yaklaşım ve algılamaları ile farklı cinsiyet değerleri üretim bantlarını farklı iş
ahlakları ve cinsiyet normları arasındaki bir müzakare alanına dönüştürmekteydi. Buna bağlı olarak, farklı iş ahlaklarına sahip işçilere odaklanarak bu çalışma, göçmenler ve yerliler ile özneler ve
kurumlar arasındaki ikili ve çok katmalı ilişkilere bu müzakare sürecini anlamak için yoğunlaşmayı amaçlamaktadır. Göçmenler ve yerliler arasındaki farklı cinsiyet normları ve iş ahlaklarının karşılaşması sonunda, bu farklılıklar karşılıklı olarak uyumlu hale gelmekteydi. Bu çalışma ise bu süreci, dönem içerisinde genişleyen iki fabrikanın üretim sürecine odaklanarak incelemeyi planlamaktadır.
Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı Kadını:
Savaş Ekonomisi ve Seferberlik Karşısında Emekçi Kadınların
Direnişleri ve Yaşam Mücadeleleri
Elif Mahir-Metinsoy, Boğaziçi Ü., Atatürk İlk. ve İnk. Tar. Ens.
Birinci Dünya Savaşı birçok tarihçi tarafından topyekûn savaşların ilki olarak kabul görmektedir. Bu savaş erkekleri olduğu kadar kadınları da seferberliğin önemli bir parçası yaptı. Seferberlik emekçi ve yoksul toplum kesimlerini derinden sarsarken savaşın olumsuz etkilerini en çok hissedenler yoksul kadınlar oldu. Askere alımlar sonucu kırsal ve kentsel kesimlerdeki düşük gelir12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
193
li ve emekçi ailelere mensup pek çok kadın eşlerinin, erkek kardeşlerinin veya oğullarının ekonomik desteğinden mahrum kaldı. Seferberlik ekonomide de işgücü açığı yarattığından, kadın emeği çok daha fazla sömürülmeye başlandı.
Hem savaş ekonomisinin olumsuz etkileri, hem de Müslüman-Türk burjuvazi oluşturma
amacını güden “Millî İktisat” siyaseti, yoksul ve ücretli kesimler ve dolayısıyla kadınlar üzerindeki baskıyı artırdı. Osmanlı hükümetinin politikaları ve savaş ekonomisi, savaşa destek olmak için
kadınları tarlada ve fabrikalarda daha çok çalışmaya sevkediyordu. Ağırlaşan olağanüstü vergiler
ve seferberlik yükümlülükleri ise özellikle kadınlar üzerinde büyük bir yük oluşturdu. Hayat pahalılığı, karaborsa, kıtlıklar ve ücretlerin düşmesi zaten en düşük ücretlerle ve zor koşullarda çalışan
kadınların durumunu daha da kötüleştirdi. Kadınlar çalışma yaşamına kontrolsüz olarak girdi; bu
durum kadın emeğinin ve cinselliğinin sömürüsünü de yaygın hale getirdi. Kuşkusuz, erken Cumhuriyet döneminde kadın haklarındaki gelişmelerin bir bağlamı olarak savaş dönemi deneyimlerini “özgürleştirici” olarak gören liberal-modernist tarih anlatısının savunduğu gelişmelerin aksine, fakir kadınlar bu dönemde önemli sorunlar, sıkıntılar ve acılarla karşılaştı.
Fakat yoksul kadınların bu ağır koşullar içindeki yaşam deneyimlerinin tek boyutu yaşadıkları acılar değildi. Kadınlar içinde bulundukları koşulları iyileştirmek için çeşitli yollarla etkili bir
yaşam mücadelesi verdiler. Bu çalışmada gösterileceği üzere, çoğu okuma yazma bilmeyen ve
birçok haktan yoksun fakir kadınlar savaş koşullarının yarattığı ağır faturaya kimi zaman kanunî
ve formel kimi zaman ise kanun dışı ve enformel yöntemlerle direndiler. Dilekçelere, telgralara,
mahkeme ve polis kayıtlarına, dönemin bürokratlarının ve siyasetçilerinin resmî yazışmalarına
yansıyan bu mücadele, genellikle askere alımlara, tarımda ve diğer seferberlik işlerinde zorunlu
çalıştırılmaya, ağır vergilere, kötü çalışma koşullarına, düzgün işlemeyen bürokrasiye ve zorlayıcı
ekonomik koşullara karşı kendini gösterdi.
Bu bildiride kadın emeğinin ve yoksul kadınların yaşam mücadelesinin savaş gibi kitlelerin
toplumsal ve ekonomik krizlerden derin bir şekilde etkilendikleri bir dönemde taşıdığı önem, Osmanlı Müslüman-Türk kadınlarından yola çıkılarak tartışılacaktır. Tarihsel araştırmalara neredeyse
hiç yansımayan yoksul kadınların yaşadığı zorlu savaş deneyiminin toplumsal, ekonomik ve siyasal sonuçları ortaya konulmaya çalışılacaktır. Günümüz açısından bu çalışmanın bulguları, daha
çok siyasî ve yasal haklara odaklı, orta sınıların formel ve kültürel eylemleriyle sınırlı kadın siyasetinin kapsamının sosyal ve ekonomik temelde genişletilmesini ve emekçi kadınların gündelik yaşamının kadın hakları mücadelesinin bir parçası haline getirilmesini örnermektedir. Öte yandan,
kadın tarihi araştırmaları ve Türk feminizmi açısından bu çalışma, döneme dair tarih yazımında ve
feminist söylemde, öncelikli olarak orta sınıf ve elit kadınların dernek ve yayıncılık faaliyetlerine
odaklanmak yerine, alt-sınıf kadınların çok az bilinen deneyimlerinin, sorunlarının ve mücadelerinin gündeme getirilmesini amaçlamaktadır.
Türkiye’nin Krizlerinin Emek Piyasasında
Cinsel İşbölümüne Etkileri
Dr. Özge İzdeş
Türkiye üzerine yapılan çalışmalar, kadın ve erkek işlerinin net bir şekle ayrıldığı diğer bir deyişle emek piyasasında cinsiyet açısından katmanlı bir yapı olduğunu ortaya koymaktadır. Fiyat
rekabeti ve ucuz emeğe dayalı bir sanayileşme modelini benimseyen birçok az gelişmiş ülkede
olduğu gibi Türkiye’de de kadınlar daha çok vasıf gerektirmeyen, düşük ücretli, emek-yoğun ve
194
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
küçük ölçekli ihracat sektörlerinde çalışmaktadır. Emek piyasasının katmanlı yapısı, ücret eşitsizliği ile olan ilişkisi dolayısıyla da önemlidir. Katmanlı emek piyasasının ücretler üzerindeki doğrudan etkisi benzer eğitim ve vasıf seviyesini gerektiren kadın ve erkek yoğunluklu iş kollarındaki
ücret farkı ile ölçülmektedir. Ampirik çalışmaların neredeyse değişmeyen ortak bulgusu kadınların yoğunlaştığı mesleklerde ve sektörlerde ücretlerin daha düşük olduğudur. Kadınların daha
ziyade emek-yoğun, ihracata yönelik ve düşük nitelikli işlerde yoğunlaşması uluslararası sermayenin ‘emeğin evkadınılaştırılması’ olarak kavramlaştırılmaktadır. Emek piyasasındaki bu yönelim
sendikaların gücünü kırmak ve işgücünü esnekleştirme çabası olarak görülmektedir ki, bu süreç
sonunda erkek emeğinin de aynı koşulları kabullenmek zorunda kalmasını beraberinde getirmektedir (Mies, 1998).
Kriz dönemlerinde kapitalizm ve ataerki arasındaki güçlü ilişki, yaşanan sıkışmanın yükünün
paylaşılmasında önemli bir rol oynamaktadır. Kriz dönemlerinde artan maliyet baskısını, emek
maliyetini kısarak aşmaya çalışan işverenler kuşkusuz mevcut sosyal hiyerarşilerin sağladığı olanaklardan faydalanırlar. Bu anlamda cinsler arası eşitsizlik maliyetleri düşürme olanağı sunar. Bu
çalışmada Türkiye’de yaşanan ekonomik krizlerin sonucunda emek piyasasında cinsiyet işbölümünün nasıl etkilendiği, emek piyasasının cinsiyet katmanlı yapısının daha belirginleşip belirginleşmediği ele alınacaktır. Kadınların ve erkeklerin çalıştıkları sektörlerin ve pozisyonların birbirinden ayrışmasının artması daha sonra aşağıda eşitlenme eğilimi olan bir ücret ve eşitsizlik ilişkisini
besleyecektir.
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
195
53. OTURUM
TÜRKİYE’DE YEREL YÖNETİM
Aşağıdan Bakışla Devlet:
Vali(lik)ler
Arş. Gör. Cemil Yıldızcan, Galatasaray Ü., Siy. Bil. B.
Devlet ve siyasal iktidar üzerine Türkiye’deki sosyal bilim literatüründe hakim paradigmanın
en genel hatlarıyla bir devlet-toplum ikiliğine yaslandığı söylenebilir. Yakın dönemli çalışmaların
bu paradigmanın anakronik ve indirgemeci bulgularını sorgulanır hale getirdiğinden bahsedilebilecek olsa da aşağıdan bakışla bir devlet kurgusunun literatürde kendisine güçlü bir yer açtığını
söylemek halen oldukça güç. Bunun doğrudan yansıması, devleti daha çok “merkez”de öbekleşmiş kurumlar bütünü olarak kavrayan çalışmaların yaygınlığında ya da bir zihniyet sorunsalı içerisinde onu tarihdışılaştıran ve insansızlaştıran eğilimlerde görülebilir. Aslında, bu ikilikten beslenen yaklaşımlar, ister devletçi ister devlet karşıtı olsun devlet-merkezci bir bakış içerisinde değerlendirilmelidir.
Devlet merkezli yaklaşımların temel yanılsaması, devleti kurumsal bir topluluk olarak iktidar
uygulayan gerçek bir özne gibi ele almasıdır. Bu yaklaşım, gündelik hayatta devlet otoritesinin
temsili ve icrasında hem toplumu pasif bir alıcılar kümesine indirgediği hem de devlet sisteminin
özgül kısımlarına yerleşmiş politikacı ve devlet görevlilerinin failliklerini göremediği için eksiklidir.
Bu tebliğ, devlete ilişkin hipotetik argümanların sınanması için toplum ile devlet arasındaki ilişkinin bir dolayımı olarak valilik kurumunu ele alıyor. Siyasal iktidar açısından merkez-yerel arasındaki gerilimin bir iç sınırı olduğu gibi, siyasal iktidarın gayrişahsîleşmiş karakteri ile kişiselleşmiş
yeniden üretimi açısından da bir iç politik sınır oluşturan valilik kurumuna yaklaşımlar üzerinden,
devlet üzerine olan literatürün eleştirel bir incelemesi amaçlanıyor.
Bu tebliğ, sosyal bilim literatüründe vali ve valilik kurumunun nasıl ele alındığını incelerken
aynı zamanda farklı bir devlet etnografisinin unsuru olabilecek yeni sorular formüle etmeyi ya da
bazı temel kavramların yeniden sorgulanmasını amaçlıyor.
196
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
Türkiye’de Yerel Devlet ve Dönüşümü
Yrd. Doç. Dr. Ulaş Bayraktar, Mersin Ü., İİBF Kamu Yön. B.
Sınıf temelli yaklaşımlar, yerel yönetimleri köken ve işleyiş bakımından burjuvazi ile yakından akraba olarak değerlendirir. Bu açıdan bakıldığında yerel yönetimler sermayenin ihtiyaç ve
çıkarlarına hizmet eden devletin yerel ayağıdır. Önerilen tebliğ çerçevesinde Türk yerel yönetim sisteminin gelişimi bu perspektif içinde ele alınacak ve Türkiye’deki tecrübenin bu şablonla
uyuşma ve çelişme özellik ve dönemleri ele alınacaktır. Osmanlı Dönemi ile başlayacak tartışma,
Cumhuriyet’in kuruluş ve tek parti dönemlerinin ardından çok partili sistem ve yeni belediyecilik
dönemine odaklanacak, son olarak da 1980 sonrası dönem mercek altına alınacaktır. Bu dönemlendirme üzerinde kurgulanacak tartışma, Türkiye’deki yerel yönetim tecrübesinin kapitalizm ile
yakından ilgili olduğu halde, bu ilişkinin farklı dönemlerde değişik biçimler aldığı hipotezini test
edecektir.
Bölgesel Gelişmede Kamunun Rolü:
Muş İli Örneği
Dr. Mezher Yüksel, Ankara Kalkınma Ajansı
Bölge içi ve bölgelerarası gelişmişlik farklarının azaltılması, dengeli ve sürdürülebilir bölgesel gelişmenin sağlanması hedefi, Türkiye’nin yarım yüzyılı aşan planlı kalkınma çabalarına yön
veren önemli hedelerden biri olagelmiştir. Başta ulusal kalkınma planları olmak üzere bir çok temel stratejik belgede ifadesini bulan bu hedef aynı zamanda bölgesel kalkınma ajanslarının kuruluş amaçları arasında da yer almıştır. Bununla birlikte, bölge içi ve bölgelerarası gelişmişlik farkı
bir sorun olarak önemini korumaya devam etmektedir.
Bu çalışma, Devlet Planlama Teşkilatı tarafından yapılan çalışmalarda en düşük gelişmişlik
düzeyine sahip Muş ili örneğinde bölgesel gelişme meselesini tartışmaya çalışacaktır. Meselenin kapitalizm ve eşitsiz gelişme boyutu, nüfusun çoğunluğunun Kürt olmasından kaynaklı etnopolitik boyutu, egemen sosyo-ekonomik ve kültürel yapıdan kaynaklanan boyutu olmakla birlikte, buradaki tartışma esas olarak bölgede takip edilegelen kamu iktisadi politikalarının rolü temelinde yürütülecektir. Bu amaçla planlı kalkınmaya geçildiği tarihten günümüze gelinceye kadar geçen dönemde hazırlanan beş yıllık kalkınma planlarında tahsis edilen kamu yatırımlarının
sektörel dağılımı ve tarihsel seyri incelenerek kamunun rolü tartışılacaktır. Diğer bir ifade ile genel olarak kamu yatırımlarının sektörel dağılımı daha özelde ise bu süreçte ortaya çıkan sektörel
önceliklerden hareketle bölgesel gelişme meselesi incelenecektir. Son olarak, kalkınmada öncelikli bölgeler ve Türkiye geneli için tahsis edilen kamu yatırımlarının sektörel dağılımı ile bir karşılaştırma yapılarak benzerlik ve farklılıklar ortaya konulmaya çalışılacaktır.
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
197
54. OTURUM
YENİ ASYA KAPLANI:
ÇİN
‘Başkan Wen Gençlerden Çok Çalışmalarını İstedi’:
Çin’de Neoliberal Dönüşüm ve Emek
Sırma Altun, ODTÜ İİBF Siy. Bil. ve Kamu Yön. B.
1978’de Deng Xiaoping’in işbaşına gelmesi, Çin’de uzun yıllar devam edecek olan reform ve
dışa açılma sürecinin başlangıcını oluşturur. Hanehalkı Sorumluluk Sistemi ile komünlerin tarımsal üretim birimi olmaktan çıkması, Kasaba ve Köy İşletmeleri’nin kurulması ile taşeronlaşmanın
yaygınlaşması, Özel Üretim Bölgeleri ile yabancı sermayenin ülkeye girmesi ve düşük ücretli, güvencesiz çalışma biçimlerinin uygulamaya konulması 1980’lerde Çin’de hayata geçirilen reformların öne çıkanlarıdır. Dünya ekonomisine eklemlenme sürecinde Çin’in ‘göreli üstünlüğünü’ oluşturan ucuz işgücünün ortaya çıkması büyük ölçüde uygulamaya konulan bu reformlarla mümkün
olmuştur. 1980’lerin sonunda patlak veren öğrenci ve işçi hareketlerinin Tiananmen Meydanı’nda
devletin zor aygıtları tarafından en sert şekilde bastırılması, Çin’de neoliberalizmin devlet eliyle tesisi sürecinde kritik bir dönüm noktası olmuştur. Bu noktadan sonra reformlar radikalleşerek devam etmiştir. 1990’larda büyük ölçekli özelleştirmeler yapılmış ve devletin sahibi olduğu işletmelerde verimliliği arttırmak adına yeni bir çalışma disiplini uygulamaya konmuştur. 2001’de
Dünya Ticaret Örgütü üyeliği, Çin’de faaliyet gösteren yabancı işletmeler için kar oranlarını korumak adına yeni bir güvence oluştururken, bu işletmelerde çalışan göçmen işçiler için günde on
iki saatin üzerinde çalışma süresi, insanlık dışı çalışma koşulları ve bu koşullara karşı direnişin sıkı
bir şekilde baskı altında tutulmasını beraberinde getirmektedir. Kentli nüfusun sahip olduğu barınma, eğitim ve sağlık hizmetleri gibi haklardan yoksun olan ve sayıları 200 milyonu bulan göçmen işçi nüfusu, ‘Çin usülü kapitalizm’ modelinin en büyük problemlerinden biridir.
1980’lerden bu yana Çin’de yaşanan ve literatürde genel olarak ‘devlet sosyalizminden piyasa ekonomisine geçiş süreci’ olarak adlandırılan süreç, aslında bir neoliberal dönüşüm sürecidir.
Bu çalışmanın amacı, Çin’deki neoliberal dönüşümün ve bunun emek üzerindeki etkilerinin incelenmesidir.
Keywords: reform ve dışa açılma, neoliberal dönüşüm süreci, emek
198
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
Çin’in Doğrudan Dış Yatırımları:
Tarihsel ve Güncel Eğilimler
Dr. Kerem Gökten, Ordu Ü.. Ünye İİBF İktisat B.
Son on beş yıllık zaman diliminde dünya gündemini işgal eden önemli konulardan biri hiç
kuşku yok ki Çin’in yükselişidir. 1990’ların başında Tiananmen Olayları ve sosyalist sistemin genel krizi dolayımıyla gündeme gelen ülke, 1990’ların ikinci yarısıyla birlikte, geçirdiği iktisadi dönüşüm ve gösterdiği iktisadi performans ile birlikte anılır olmuştur. Çin, altına imza attığı yüksek
oranlı büyüme performansı, küresel ekonominin atölyesi konumuna gelmesine bağlı olarak gerçekleştirdiği ihracat, ev sahipliği yaptığı doğrudan yabancı yatırımlar ile dünya ekonomi-politik
coğrafyasını anlamaya çalışanların mesailerini her geçen gün daha fazla meşgul etmekte; bunun
doğal sonucu olarak her geçen gün büyüyen, kelimenin tam anlamıyla devasa bir literatür üretilmektedir. Ancak, aynı üretkenliğe Çin menşeli şirketlerin yurtdışına yaptığı doğrudan yatırımlar
konusunda rastlanılmamaktadır. Bunda Çin’in sermaye ihracının görece yeni bir gelişme oluşu ve
yurtdışına yapılan doğrudan yatırım tutarının ülkenin çektiği doğrudan yabancı sermayeye kıyasla oldukça düşük bir tutarda olması etkili olmuştur. Her ne nedenle olursa olsun, bu alandaki çalışma eksikliği, ülkenin otuz yılı aşkın bir süredir hayata geçirdiği “reform ve dışa açıklık” izlencesinin en yeni/güncel bileşeninin analize yeterince katılmaması sonucunu doğurmaktadır.
Bu çalışmada Çin Komünist Partisi rejiminin yurtdışına yapılan doğrudan yatırımlar konusunda izlediği politika (yaşadığı ideolojik dönüşüm) dört dönem altında incelenecek, yatırımların
coğrafi ve sektörel dağılımı, yatırım biçimleri, söz konusu yatırımların artışını güdüleyen unsurlar
ve devletin bu alanda üstlendiği rol üzerinde durulacaktır. Bunlara ek olarak, Çin’in finansal olmayan sermaye yatırımlarının artmasında, 2008-2009 küresel mali krizinin iyiden iyiye belirginleştirdiği bir kısıtı (mali enstrümanların getirilerinde gözlemlenen düşüş) aşma kaygısının etkili olup
olmadığı tartışmaya açılacaktır.
Orta Asya Türk Cumhuriyetleri’nde Ortak Su Yönetimi
Arş.Gör. Emre Güneşer Bozdağ, Gazi Ü., İİBF İktisat B.
Giderek daha fazla ortaya çıkan su sorununu çözümlemek aynı zamanda, Türk Cumhuriyetlerinin asgari koşullarda politika uyum sürecini gerektirmektedir. Özellikle son dönemde
Kırgızistan’da yaşanan Kırgız-Özbek çatışması, bu cumhuriyetlerin ekonomik olarak bütünleşme
çabalarına ağır bir darbe indirmiştir. Bu çatışmanın arkasında yatan siyasi ve ekonomik sorunların çözümünde başlangıç olarak suyun iki ülke ve iki halk arasında –Kırgız ve Özbek- ortak ve adaletli yönetimi, diğer nesillere de bu kaynakların yetirilmesi önemli bir rol oynayacaktır. Suyun etkin kullanımından kasıt, iki toplum refahının sağlanabilmesidir. Aynı miktar su ile çok fazla miktarda tarımsal ürün elde etme şeklinde bir verimlilik anlayışı bu cumhuriyetlerde, Sovyetler Birliği döneminden günümüze izlenen bir politika olarak zaten varola gelmiştir. Bunun sonucunda,
hem ekolojik bir yıkım meydana gelmiştir, hem de günümüzdeki etnik çatışmalara neden olan
bazı iktisadi yapıda çarpıklıklar oluşmuştur. Çalışmada özellikle kırsal kesimlerde meydana gelen,
hem mikro hem de makro anlamda su yönetimiyle ilişkili sorunlara dikkat çekmek istenmektedir. Türk Cumhuriyetleri’nde yeniden toplumsal barışı sağlama adına ve Birliğe gidebilme yönünde ilk adım olarak suyun ortak yönetimi çabası, kamu mallarının idaresi anlamında da önemli bir
adım olacaktır. Anahtar kelimeler: su yönetimi, su ekonomisi, etnik çatışma.
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
199
55. OTURUM
AKP’NİN KÜRT SİYASETİ
Kürtçe Üzerinden Türkçe Tartışmalar-Akp Döneminde
Kürt Sorununun Önemli Bir Boyutu Olarak Kürt Dili
Doç. Dr. Kemal İnal, Gazi Ü. İletişim F.
Türkiye’de Kürt Sorunu’nun en önemli boyutlarından biri artık Kürtçedir. Kürtçe denilince de
ilk akla gelen anadilinde (Kürtçe) eğitim talebidir. Ancak Kürtçe konusu sadece anadilinde eğitim talebiyle sınırlı kalmamıştır. 2002’de iktidarı ele geçiren AKP hükümetleri ile birlikte daha fazla dillendirilen bu talep, AB normları çerçevesinde gerçekleştirilen bazı reformların da baskısıyla
kendini birçok alanda göstermeye başlamıştır. Kürtçe özel dil kurslarının açılması, sakıncalı harflerin (Q, W, X) kullanılması konusunda diretilmesi, çocuğuna Kürtçe isim koymak, çokdilli belediyecilik, Meclis’te Kürtçe hitap, TRT Şeş’in kurulması, Kürt Dili ve Edebiyatı bölümlerinin açılması,
adı değiştirilmiş yerleşim yerlerinin eski isimleriyle anılmaya başlanması, Kürtçe politik propaganda, Kürtçe Bilboardlar gibi birçok olgu, son on yılda Türkiye’de egemen siyaset, dil ve eğitim algısını ciddi şekilde reform talebi bağlamında zorlamaya başlamıştır. Dil, Kürt Sorunu içinde kendine
merkezi bir yer edinirken siyasetin önemli bileşenlerinden biri haline gelmiş; akademik (eğitim)
boyutuyla ciddi bir tartışmayı başlatmış ve bilhassa Kürtçe üzerinden olmak kaydıyla çokdilli bir
toplumsal hayat ve eğitimle ilgili birçok rapor yazılmış ve akademik çalışma yapılmıştır.
Bu bildiride Türkiye’de resmi dil anlayışına kısaca değinildikten sonra AKP döneminde Türkçe üzerinden yapılan Kürtçe tartışmalarda siyasal taraların birbirlerinden hangi noktalarda ayrıştığı, taleplerin hangi noktalarda uzlaşmaz tartışmalara yol açtığı belirtilecektir. Bir yanda konuyu
‘demokrasi’ veya hak talebi ile ilişkilendiren Kürt çevreleri, öte yanda Kürtçe ile ilgili konuları (anadilinde eğitim başta olmak üzere, yukarıda belirtilen diğer hususları) ‘bölücülük’ kavramıyla kodlayan egemen siyaset anlayışı arasındaki tartışmalarda ileri sürülen tezler, dünyadaki çeşitli gelişmeler (küreselleşme, çokkültürlülük, çokdillilik/çiftdillilik vd.) bağlamında değerlendirilecek ve
Türkiye için konuya dair bazı önerilerde bulunulacaktır.
Anahtar sözcükler: Kürt Sorunu, Kürtçe, anadilinde eğitim, çokdillilik
200
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
AKP’nin Kürt Açmazı:
Ne Yardan Ne Serden
Erkan Karabay, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Ü., Sosyoloji B.
Türkiye, 12 Haziran 2011’de yapılan genel seçimlerden sonra Kürt sorunu ve ülkenin doğugüneydoğusunda cereyan eden şiddet döngüsünün nasıl ortadan kaldırılabileceği üzerine yapılan tartışmalara odaklanmış durumdadır. Bölgede yaşanan ve artık rutin hale gelen çatışma, operasyon, ölüm haberleri süredursun; kamuoyunda sorunun çözümü için beklentilerin ayyuka çıktığını gözlemlemek mümkündür. Bu noktada en son ortaya çıkan ve uzun süreden beri aslında
zımnen kabul edilen devletle PKK ve Öcalan görüşmeleri son dönem tartışmalarına yeni bir boyut kazandırmaktadır. Genel seçimlerden üçüncü kez tek başına iktidar olarak çıkan Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AKP) Kürt sorununun çözümü konusunda on yıllık bakiyesi ele alındığında ortaya çıkan tablo, toplumun bir kesimi açısından çözüme en yakın olunan dönem olarak okunmaktadır. Bir diğer kesim ise, AKP’nin Kürt sorununa dair vizyonunu ve ürettiği politikaları süreklilik ve
tutarlılık arz etmeyen bir doğrultu üzerinden değerlendirmekte, bu temelde karamsar bir bakış
sergilemektedir.
Çalışmada, AKP’nin Kürt meselesine bakışı ve bu eksende ortaya çıkan gelişmeler analiz
edilmektedir. Türkiye’nin demokratikleşmesi anlamında ‘Aşil topuğu’ olarak tanımlanan Kürt sorununda gelinen düzey, sorunun artık barışçıl yollarla çözümünü alabildiğine dayatmakta, aksi
takdirde daha fazla derinleşme riskini de kendi içinde barındırmaktadır. Ortadoğu’nun yeniden
şekillendiği bir dönemden geçerken ve Türkiye bu şekillenmede lider ülke rolüne soyunuyorken
Kürt meselesi daha bir önem kazanmakta ve atılacak her adımı önemli hale getirmektedir.
“Kürt Açılımı”, “Demokratik Açılım” ve en son “Milli Birlik ve Kardeşlik Projesi” olarak tanımlanan sürecin Kürt sorununa getirdiği yeni boyutu incelemek amaçlı bu çalışmada, AKP’nin Kürt sorununa dair yaklaşımları, söz konusu yaklaşımların hayata geçirildiği politik düzlemler, Kürt politik
hareketinin geliştirdiği karşı releksler ve en nihayetinde içinde bulunduğumuz dönemin Kürtler
tarafından nasıl değerlendirildiği önem kazanmaktadır. Bu bağlamda Van ilinde yapılan gözlem
ve görüşmeler ön açıcı mahiyet içermektedir. Van, açılım politikalarının toplum bileşenleri açısından nasıl algılandığı, hangi beklentilerin oluştuğu, süreç içinde nasıl bir evrim geçirdiği, mevcut
durumda ne tür değerlendirmeler yapıldığı bağlamında saha çalışması için tespit edilmiştir. Bu
kentin bölge şehirleri arasında etnik, siyasal, kültürel, ekonomik örüntüler üzerinden kozmopolit yapısı dikkate alındığında, AKP’nin Kürt meselesinde ürettiği politika ve söylemlerin analizi için
gerçekçi sonuçlar ortaya koymaya elverişli nitelik arz eder. Yine Kürt politik hareketi ile AKP’nin rekabeti, çatışma süreçleri, köy yakma-boşaltma uygulamaları, göç ve sonrasında yaşanan süreçler
konularında en fazla muzdarip olmuş illerden biri olarak, açılım politikalarının sosyolojik analizi
için uygun bir saha durumundadır.
İslami-Muhafazakar Milliyetçiliğin Millet Tasarımı:
AKP Döneminde Kürt Politikası
Yrd. Doç. Dr. Cenk Saraçoğlu, ODTÜ Kuzey Kıbrıs Siy. Bil. Uluslar İlişk. B.
Bu makale AKP (Adalet ve Kalkınma Partisi)’nin Kürt sorununa yönelik temel politikasının ve
stratejilerinin ayrıksı yönlerini bu partinin Türkiye sağının ideolojik haritası içerisindeki yerini tar12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
201
tışarak ortaya çıkarmaya ve açıklamaya çalışacak. AKP’nin Türkiye sağı içerisindeki özgül konumu
büyük ölçüde iktidara geldiğinden beri taşıyıcılığını yaptığı toplumsal hegemonya projesinin gerekleri ve sınırları tarafından belirlenmiştir. Partinin benimsediği Kürt politikası da hem bu hegemonya projesinin temel özelliklerini hem de bu projeyle uyumlu ideolojik konumlanışın izlerini
büyük ölçüde taşımaktadır. Buna göre AKP Türkiye sağının geleneksel beslenme kanalları olan İslami muhafazakarlık ve milliyetçiliğin temel öğelerini içerisinde barındırmakla birlikte benimsediği milliyetçiliğin sembolik/söylemsel unsurları üzerinde İslamcı-muhafazakarlığın belirleyiciliği
bu partiyi Türkiye’nin ideolojik haritasında belirli bir konuma yerleştirir. Bu ideolojik konumlanış
partinin nasıl olup da bir yandan öncesindeki sağ partilerden farklı olarak Kürtlerin varlığını tanımaya yönelik eğilimler içerisine girerken diğer yandan “tek devlet, tek millet ve tek bayrak” şiarında kendisini en uç şekilde gösteren bir milliyetçi söylemi benimseyebildiğini açıklar. Makale bu
tanıma politikalarının ve milliyetçiliğin bir arada bulunmasının partinin kısa vadeli siyasi hesaplarından doğan bir sapma veya çelişki değil onun ideolojik konumlanışının ve ülke çapında tesis etmeye çalıştığı hegemonya projesinin uyumlu bir parçası olduğunu savunmaktadır.
202
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
56. OTURUM
Halit Çelenk’in Anısına
KURULUŞUNUN 50. YILINDA
TİP’in TÜRKİYE SİYASAL HAYATINDAKİ
YERİ
Can Açıkgöz
Araştırmacı Yazar Metin Çulhaoğlu
Prof. Dr. Gencay Şaylan, Lefke Ü. Kamu Yön. B.
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
203
57. OTURUM
TÜRKİYE’DE DEVLET SERMAYE
İLİŞKİSİNDE DENETİM BİÇİMLERİ:
KURUMLAR
Ev Emeği’ne Duyarlı Bütçeleme
Arş. Gör. Özgün Akduran, İstanbul Ü., SBF Kamu Yön. B.
Ev emeği’ni dar ve geniş anlamda iki şekilde ele alabiliriz. Dar anlamda ev emeği kişilerin ev
içindeki dinlenme, tv izleme gibi boş zaman aktiviteleri dışında kendi ve diğer hane üyelerinin refahı için yerine getirdikleri, bakım, beslenme, temizlik gibi aktivitelerdir. Bu aktiviteler ev içindeki cinsiyetçi işbölümü nedeni ile büyük ölçüde kadınlar tarafından yerine getirilmekte, herhangi
özel bir vasıf gerektirmediği düşünülmekte ve değersizleştirilmekle birlikte, maddi karşılığı da olmayan işlerdir. Geniş anlamda ev emeği ise, toplumsal refah ve kapitalist üretim ilişkileri açısından bir karşılığı olan emek biçimidir. Bu emek sayesinde hem türün üremesi sağlanmakta, yani
yeni nesil ücretli emek ortaya çıkmakta, hem de hali hazırda çalışan sınıf her gün yeniden üretilmektedir.
Bütçe’yi ise bir ekonominin veya kurumun belirli bir zaman süresince yapmayı planladığı
harcamalar ve toplamayı umduğu gelirleri gösteren cetvel olarak tanımlamak mümkünse de,
bütçeler toplumcu bir bakışla bundan daha fazlasını ifade ederler. Bütçeler öncelikle, ait oldukları
sosyal mekânın özneleri arasında cereyan eden, hem geçmiş dönemlerin mücadele, pazarlık, uzlaşma ve çatışmalarının izlenebileceği hem de bu ilişkilerin ileriki dönemlerdeki seyrine dair fikir
veren politik metinlerdir.
Bu çalışma ile farklı ihtiyaç ve çıkarlara sahip bir toplum kesimi olarak kadınların, planlanmasından, uygulanmasına bütçe süreçlerinden nasıl etkilendikleri gösterilmiş ve eşitlik perspektifi
ile hazırlanan bütçelerin ev içi cinsiyetçi işbölümünü dönüştürücü potansiyellerine dikkat çekilmiştir.
204
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
Emeğin Denetimine Bir Örnek:
“Adalet ve Hıyaneti Önlemek” için
Kamuda Performans Kriterleri
Prof. Dr. Nurcan Özkaplan, İstanbul Ü., Kadın Sorunları Araş.ve Uyg. Merk.
Y. Doç. Dr. Nuray Ergüneş, İstanbul Ü., SBF Maliye B.
Performans kriterleri insan kaynakları yönetiminin en önemli unsuru olarak uzun bir süredir
gündemimizi işgal ediyor. İnsan kaynakları yönetimi, şirketlerin verimliliği ve etkinliği artırmak,
böylelikle artan küresel rekabete karşı donanımlı olmak üzere vazgeçilmez bir yönetim sistemi
olarak, özel ve kamu şirketlerinin yapısal unsuru haline gelmiştir. Amaç, şirket çalışanlarının organizasyon hedelerine ne ölçüde katkı sağladığının bulunması olarak ortaya konuluyor. Daha açık
ifadeler de var, örneğin:
“Performans değerlemede değerlendirilen şey; insanların kendisi değil, insanların performansıdır. Performans değerlemenin iki amacı vardır: İlki, çalışanlar arasında adaleti sağlamak,
ikincisi ise hıyaneti önlemek. Performans değerleme ile kimin terfi ettirileceği, kimin işten ayrılması gerektiği, kimin hedelerine ulaşıp ulaş(a)madığı, kimin yüksek başarı gösterdiği, işe atamada işin gerektirdiği özelliklere sahip elemanın şirkette mevcut olup olmadığını görerek şirket
içinde adaleti sağlayıp kuruma zarar verecek ihaneti önlemiş oluruz. Bir diğer ifadeyle, şirket değerlendirme neticesinde elemanı ya kullanacak, ya terfi ettirecek, ya da işten atacak. Bu anlamda ‘Performans Değerleme’ şirketin kendini analiz etmesi, kendisine bir chek-up yaptırmasıdır”(
http://melihtorlak.com/tag).
Türkiye”de piyasayı ve rekabeti temel alan yönetim sistemine ilişkin düzenlemeler artık
kamu sektöründe de hakim pozisyona ulaştı. Aslında tüm yönetim/organizasyon sistemlerinin
özü kontrole, denetime dayanıyor, ancak dolaysız kontrolün yanı sıra daha ince, daha teknik kontrol mekanizmalarının varlığı da ön plana çıkıyor. Performans kriterleri çalışanların hangi “yetkinlik” göstergesiyle ne kadar gelir elde edebileceğini ve böylelikle kariyer yolunda sınırsız ceza/ödül
ile karşı karşıya geleceğini gösterir, böylelikle çalışanlar açısından da “nesnel, bilimsel ve adaletli”
bir performans değerlendirme sisteminin geçerli olduğu yanılgısı ideolojik olarak üstünlük sağlayabilir.
Öte yandan, araştırmaların bize gösterdiğine göre, emeğin denetiminin yanı sıra, direnme,
uzlaşma ve onay gibi çalışanların sergiledikleri farklı stratejiler, emek süreci denetimini çeşitliliğini ve kompleks yapısını yansıtmaktadır. Bu çalışmada, sağlık ve eğitim sektöründeki kamu kuruluşlarında henüz çok taze uygulanmaya başlanan ve özellikle sağlık emekçileri tarafından şiddetle protesto edilen performans kriterlerini analiz edeceğiz. Eski /yeni iş değerlendirme ve terfi sistemlerinin karşılaştırılması, emeğin denetimi açısından ele alınacaktır. Doktor ve öğretmenlerle
yapılacak mülakatlarla, bu denetime karşı geliştirilen direnme/onay/uzlaşma gibi dinamiklerin
keşfi mümkün olacaktır. Ayrıca, doktor ve öğretmen gibi “profesyonel” mesleklerin nasıl dönüşmekte olduğunu toplumsal cinsiyet perspektifiyle analiz etmemize olanak tanıyacaktır.
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
205
Türkiye’de Kapitalist İlişkilerin Gelişimde
Devlet Sermaye İlişkisine Bir Örnek:
Borçlanma Mekanizmasında Galata Bankacılığı
(1838-1945)
Dr. Başak Ergüder, İstanbul Ü., İktisat F. Maliye B.
19. yy’da sermaye birikimin mekânsal değişimi finans ve ticaret sermayesinin dolaşım aksının gereklilikleri ve ihtiyaçları ile 1945 sonrası sanayileşme döneminden ayrılmakta, ancak 1945
sonrası sermayenin uluslararasılaşma eğilimine önemli bir arka plan oluşturur. 20. yy’da ise sanayi kapitalistleri, sanayi sermayesinin finansmanını sağlayan ticaret sermayesinin yerini almıştır. Bu dönem aynı zamanda devlet mekanizmasında sanayi-kapitalistlerinin bir sınıf olarak politik gücünün arttığı ve kapitalist formasyonun kredi mekanizması ile geliştiği, böylece para ve sanayi sermayesinin uluslararasılaşma eğiliminin arttığı bir dönemdir. Türkiye’de kapitalist ilişkilerin
gelişimini tarihsel olarak dönemlendirdiğimizde, ilişkilerin oluşumu ve yerleşik hale gelmesi bakımından iki entegrasyon döneminden bahsedebiliriz. Kapitalist ilişkilerin oluşmaya başladığı
1838-1923 yılları kapitalizme ilk entegrasyon dönemidir. İkinci dönem ise Cumhuriyetin kuruluşu
ile kapitalist ilişkilerin kurumsallaşmaya başladığı İkinci Entegrasyon dönemi olan 1923-1945 yılları arasındaki dönemdir.
Galata’da bankacılığın tarihsel gelişimi, kapitalist ilişkilerin gelişimi açısından iki özelliği içinde barındırır: İlk olarak para sermayenin borçlanma mekanizması içinde gelişimi, Osmanlı’da
dış borçlanma sürecinde borç alınan yabancı bankalar ve bu bankalara aracılık yapan yerli kurum ve bankerleri içeren ve Osmanlı’da kapitalist ilişkilerin gelişiminin gerçekleştiği bir mekanizmanın oluşmasıdır. İkinci olarak, 19. yy’da uluslararası finans merkezleri arasında dolaşım hızı
artan Avrupa sermayesinin Osmanlı borçlanma ilişkisi üzerindeki etkisinin Galata Borsası tarafından değerlenen devlet kâğıtlar ile düzenlenmesi, bu süreçte Galata’daki yerel para ve ticaretkapitalistlerinin Dünya kapitalizmine açılmasıdır. Çalışmada Galata bankacılığının yarattığı deneyimler, Türkiye’nin kapitalistleşme sürecinde borçlanma mekanizması ile oluşan entegrasyon biçimleri açısından değerlendirilecektir.
206
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
58. OTURUM
SOSYAL POLİTİKA VE NEOLİBERAL
DÖNÜŞÜM
Türkiye’de Sağlık Sektörünün Yeniden Yapılandırılması:
Neo-Liberal Politikaların Etkileri
Özge Uluskaradağ, ODTÜ, Avrupa Çalışmaları Merk.
Neo- liberal küreselleşme, hayatı sosyal, politik, kültürel ve ekonomik yönden, yani bütünüyle etkilemektedir. Kapitalist üretim ilişkilerinin ‘yeniden formüle edildiği’ bu yapılanmada, mevcut
üretim şekillerinin kapitalizmin lehine işleyecek biçimde varlığını sürdürmesi için tek şey amaçlanmaktadır: Her şeyin olduğu gibi kalması için her şeyi değiştirmek. Böylece, neo- liberal yeniden yapılandırma ve kemer sıkma politikaları, bu yeni üretim ilişkilerinin lehine Üçüncü Dünya ülkelerinde, Uluslararası Finansal Kurumların ya da bölgesel birliklerin (Örneğin Avrupa Birliği) önderliğinde, harekete geçirilmektedir. İşte böylelikle, bir sosyal politika alanı olarak sağlık politikası da neo-liberal yeniden yapılandırma politikaları dahilinde politika alanı olarak gelişmekte olan
ülkelerde, sermaye lehine, dönüşüme uğratılmaktadır. Yeni üretim ilişkileri çerçevesinde başlıca
aktörler, Avrupa Birliği ve Uluslar arası Finans Kurumlarıdır.
1980’lerle birlikte, 2. Dünya Savaşı sonrasında salık verilen İthal ikameci sanayileşme ve içe
kapalı büyüme modelinin yerini, ekonomik serbestleşme, özelleştirme, kuralsızlaştırma ve İhracata yönelik büyüme almıştır. Bunların sağlık politikalarına genel olarak, sağlık hizmetlerinin özelleştirilmesi, finansman ve hizmeti sunan kurumların birbirinden ayrılması, güvencesiz iş statüsünün ve performansa dayalı ücretlendirme sistemlerinin yaygınlaştırılması ve hizmet alıcıları tarafından katkı payı ödenmesi şeklinde yansıdığı görülmektedir. Sağlık, hem nitelikli ve niteliksiz iş gücünün aynı ortamda istihdam eden bir alan olarak ekonomiye olan katkısı bakımından,
hem de bireylerin dolayısıyla iş gücünün sağlıklı bir yaşam sürmesine olanak sağlaması açısından
hassas bir alandır. Dolayısıyla bu alandaki yeni ortaya atılan politikaların belirlenme süreci bir insan hakkı olarak sağlık hizmetlerine erişim açısından büyük önem taşımaktadır. Bu çerçeve göz
önüne alındığında bu sunumdaki temel amacım Türkiye’deki son yıllarda “Sağlıkta Dönüşüm” adı
altında sunulan sağlık politikalarını hem hizmet sunan hem de hizmet sunulan açısından Neoliberal politikalar bağlamında tartışmaya sunmaktır.
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
207
Ülke Özgünlüklerini Büyük Resmin İçinden Okumak:
2000’ler Türkiye’sinde Sosyal Politika ve İstihdam Politikaları
Dönüşümleri Üzerine Karsılaştırmalı Bir Değerlendirme
Araş. Gör. Sümercan Bozkurt, ODTÜ İİBF Siy. Bil. ve Kamu Yön. B.
Sosyal politika ve istihdam politikaları alanları altında birleştirilen emeklilik, emek piyasası politikaları, yoksulluğu azaltma programları, sosyal hizmetler gibi alt politika alanları dünya çapında önemli dönüşümler geçirmektedir. Dünyanın faklı coğrafyalarında, ilgili dönüştürücü reformlar farklı şekillerde uygulanmakta, bu itibarla ‘maliyetli’ emeklilik sistemleri, ‘cömert’ refah
transferleri, emek piyasası katılıkları ve emek yanlısı bölüşüm politikaları farklı biçimlerde hedeflenmektedir. Söz konusu reformların etkileri, meydana çıkardıkları ihtilalar ve siyasal olarak yönetilme biçimleri de önemli farklılıklar göstermektedir. Bu çalışma Türkiye’de 2000’lerde ivmelenen sosyal politika ve istihdam politikaları dönüşümlerinin özgünlüklerini, işaret ettikleri ihtilalar
ve siyasal olarak yönetilme biçimlerine odaklanarak karşılaştırmalı bir biçimde incelemeyi amaçlamaktadır. Bu kapsamda büyüme, istikrar ve sosyal ve istihdam politikaları arasında kurulan ilişki ve söz konusu ilişkinin maddi temelleri ve sürdürülebilirliği bildirinin üzerine inşa edildiği genel tartışma konusu olacak; Türkiye’deki sosyal politika ve istihdam politikaları dönüşümleri büyük resmin bir parçası olarak ve Avrupa’nın periferisinde yer alan ülkelerde söz konusu olan dönüşümlerle karsılaştırmalı bir bicimde ele alınacaktır. Türkiye bağlamında yürütülecek bu tartışmanın ulusal politika dönüşümlerinin ulus-aşırı süreçler bağlamında ele alınmasına ve iki düzey
arasındaki etkileşimin niteliğine dair genel çıkarımlar içermesi hedelenmektedir.
Neoliberal Küreselleşme ve Sosyal Politikada Dönüşüm
Doç. Dr. Yavuz Yaşar, Denver Ü., Ekonomi B.
Yrd. Doç. Dr. Gülbiye Yenimahalleli - Yaşar, Ankara Ü. Sağlık Bilimleri F.
Çeyrek yüzyılı aşan bir süreden bu yana dünya kapitalist sistemi neoliberalizm adı verilen bir
yaklaşımla yeniden düzenlenmektedir. Neoliberalizm kısaca devlet müdahalesinin ekonomik işleyişi bozduğu gerekçesiyle ekonomik yaşamın serbestleştirilmesi/piyasaya açılması tezine dayalıdır. Temelde aşırı birikim krizi yaşayan sermayenin sorunlarına çözüm amacıyla ortaya atılan bu
tez, sermayenin uluslararası alandaki akışı önünde duran her tür engeli ortadan kaldırmaya odaklı küreselleşme söylemi ile kol kola yürümektedir. Sosyal politikalar, neoliberal küreselleşme sürecinde izlenen ulusal ve uluslararası ekonomik politikalardan etkilenerek önemli dönüşümler geçirmektedirler. Dönüşümün hangi yönde ve ne derece olduğunu belirlemek, piyasa yönelimli politikaların yarattığı tahribatı ortaya koymak açısından önemlidir. Bu tahribat, sermayenin uluslararası alandaki rekabetçi konumunu pekiştirmek ve uluslararası sermayeyi çekmek adına gerçekleştirilmektedir. Bu durum, uluslararası ticarette sıkça kullanılan bir rekabet yönteminden esinlenerek, ‘sosyal politikada tenzilat’ (social dumping) olarak da adlandırılmaktadır. Çalışma, sosyal politikada tenzilat tezinin Türkiye için geçerli olup olmadığını tartışmayı amaçlamaktadır. Bu amaçla 1980’den bu yana sosyal politika alanında (ücretler, konut, eğitim, sağlık, sosyal güvence, sosyal yardım, vb.) gözlenen değişim ve dönüşümler sosyal harcamalar da dikkate alınarak eleştirel
bir gözle değerlendirilecektir.
208
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
59. OTURUM
İKTİSADİ DÜŞÜNCE
VE KRİZ II
Krizler Karşısında Ana Akım Makro İktisat Teorileri:
1970’lerden Günümüze Bir Değerlendirme
Prof. Dr. Erhan Yıldırım, Çukurova Ü., İİBF İktisat B.
Araş. Gör. Selim Çakmaklı, Çukurova Ü., İİBF İktisat B.
Kapitalist sistem 20. Yüzyıl içerisinde iki uzun dönemli yapısal kriz yaşamıştır. Her iki kriz döneminde de başat olan iktisat teorileri, krizi öngörememeleri veya süre giden krizi doyurucu bir
biçimde açıklayamamaları nedeni ile sorgulanmışlardır. Bu teorilere yöneltilen eleştirilerin giderek bütünleşmeleri ile yeni teoriler ortaya çıkmıştır. Söz konusu yeni teoriler etrafında geniş bir
mutabakat sağlanmış ve bu teoriler ana akım halini almıştır. Ana akım makro iktisat teorileri kapitalist sistemi özü itibariyle dengeye yönelimli, istikrarlı ve krizlerden uzak bir sistem olarak modellemektedir. Özellikle Yeni Klasik İktisat yaklaşımıyla birlikte bu modeller üzerinden, kapitalist
ekonominin rasyonel iktisadi eyleyicilerin optimal kararları sonucu sürekli dengede olduğu ileri
sürülmüştür.
Fakat, tam da sistemin toplumun geniş kesimi için yararlı ve uygulanan iktisat politikaları yoluyla da her zaman istikrarlı olarak varlığını sürdürebileceği konusunda uzlaşmanın gerçekleştirildiği dönemleri krizler takip etmiştir; Neo-Klasik Sentez etrafında oluşan uzlaşmayı 1970 yılında
yaşan kriz ve 1990’ların sonunda Yeni Keynesyen Makro İktisat (Yeni Neo-Klasik Sentez) etrafında
oluşan uzlaşıyı günümüz krizi takip etmiştir. Teorilere, olayların açıklanması amacıyla geliştirilen,
neden-sonuç ilişkisini ortaya koymaya yarayan, genel ve soyut kurgular olarak bakarsak, her teorinin temel görevi açıklama ve öngörüde bulunmaktır. Bu bağlamda ana akım makro iktisat teorileri 1970 ve günümüz krizlerini öngörme ve açıklama konusunda yetersiz kalmışlardır.
Bu çalışmanın temel amacı, 1970’lerden günümüze ana akım makro iktisat teorilerinin temel argümanlarını ve ortaya çıkış sürecini inceleyerek, bu yetersizliğin nedenlerini belirlemeye
çalışmaktır.
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
209
Son Dünya Krizi Bağlaminda Kalkinma Yazinina Yeniden Bakmak:
Bağimlilik ve Kapitalist Sistemin Eğilimleri
Yrd. Doç. Dr. Bülent Hoca, Okan Ü., Uluslar. Ticaret B.
Kalkınma yazınında, 1970’lerdeki neo-marksist teorinin etkinliğinden ve bu teori eksenli tartışmalardan sonra, 1980’lerde bir çıkmazın yaşandığı kabul edilmektedir. Bu dönemde geçmiş
kalkınma yazını post-yapısalcı ve post-modernist eleştiriye tabi tutulmuştur (Parpart ve Veltmeyer, 2011, s.9). Bu eleştiri neo-Marksist teori gibi genel ve büyük teorilerin geçersiz olduğu fikrini yaygınlaştırmıştır (Kambhampati, 2004, s.81). Ancak 2000’lerde emperyalizm gibi genel açıklamalara yeniden ihtiyaç duyulmaya başlanmış ve tüm dünyayı sistemik biçimde etkisi altına alan
son kriz büyük ve genel teorilere ve bu arada marksist teoriye olan ilgiyi artırmıştır. Krizin eksenindeki mali sermaye tahakkümünün kalkınma üzerindeki etkileri ise henüz yeterince anlaşılmış
değildir. Bu çalışmada, kalkınma yazınındaki son büyük teorilerden biri olan neo-marksist teori
ve onun ağırlıkla yapısalcı “üretim tarzları” yaklaşımı eleştirilerinin (özellikel Laclau 1971) eksikleri
ve yanlışları bu bağlamda tekrar ele alınacaktır. Laclau (1971)’in neo-marksizmin kapitalizmi yanlış anladığı eleştirisi yerinde olmakla birlikte, açıklığa kavuşturmaya çalıştığı kavramları daha da
muğlaşlaştırmakta hatta tahrif etmektedir. Ayrıca neo-marksizmin kapitalizmin başından beri tekelci ve emperyalist olduğu tezi konusunda büyük ölçüde sessiz kalmakta ve bir açıklama getirmemektedir. Oysa teori bu yönden de yanlış kavramsallaştırmalar önermiştir. Bu bağlamda son
krizde yıkıcı etkileri açıkça görülen finansallaşma, sermaye ihracı ve tekelleşmenin anlaşılması oldukça önemlidir ve bu çalışmada bunlar birer sistemik eğilim olarak tartışılacak ve bunlarla bağlantılı olarak mali sermaye kavramı açıklanacaktır.
Böylece, son krizle birlikte yakıcı hale gelen kalkınma problemlerinin subjektivizme ve idealizme düşmeden, objektif, sistemik ve bilimsel bir bağlamda ele alınmalarına katkıda bulunulacağı umulmaktadır.
İktisat Okulları Bağlamında Küresel Kriz
Prof. Dr. Emin Ertürk, Uludağ Ü. İİBF İktisat B.
Arş. Gör. Bahar Baysal, Uludağ Ü., İİBF İktisat B.
Arş. Gör. Görkem Bahtiyar, Uludağ Ü., İİBF İktisat B.
Arş. Gör. Hasan Bakır, Uludağ Ü., İİBF İktisat B.
2007 Ağustosunda Amerika’da başlayan ve hızla gelişmekte olan ekonomileri de etkisi altına alarak global bir boyut kazanan mortgage krizi iktisat okulları arasındaki tartışmayı yeniden
alevlendirmiştir. Krizin ortaya çıkışını finansal sektörün ekonomide artan ağırlığı ve reel sektörden kopması ile açıklayan Avusturya Okulu’nun temel tezi, “ kriz ortaya çıktı ve bedeli ödenecektir” şeklindedir. Zira uygulanacak politikaların belirsizliği arttırarak, iyileşme süresini uzatacağını
iddia etmektedir. Ancak uygulamada Keynes ve devletin maliye politikalarının hala rağbet gördüğü yadsınamaz bir gerçek. Bu bağlamda, çalışmada 2007-2009 krizini başlatan politika ve uygulamalar hem Avusturya Okulu hem de Yeni Keynesyen yaklaşım açısından değerlendirilecek ve
krize karşı geliştirilen politikaların etkinliği tartışılacaktır.
Anahtar Kelimeler: Avusturya Okulu, Yeni Kesnesyen Okul, Finansal Kriz
210
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
60. OTURUM
KADIN EMEĞİ
II
Gelir ve Harcamaların Hane İçindeki Dağılımı Açısından
Yoksulluk Cinsiyete Göre Farklılaşmakta mıdır?:
Mardin Örneği
Araş. Gör. Çisel Ekiz Gökmen
Doç. Dr. Ummuhan Gökovalı, Muğla Ü., İİBF İktisat B.
Sadece gelişmekte olan ülkelerde değil, gelişmiş ülkelerde de görülen yoksulluk, kadın erkek herkesin yaşadığı ciddi bir problemdir. Ancak son yıllarda yapılan araştırmalar, yoksulluğun
gittikçe artan oranda kadınlar tarafından yaşandığını ve erkeklerle kıyaslandığında kadınların
yoksullukla karşılaşma risklerinin daha yüksek olduğunu vurgulayan “yoksulluğun kadınlaşması” olgusunun yaygınlaştığını göstermektedir. Yoksulluğun kadınlaşması kavramı, gelire ve hanehalkı reisliğine çok fazla önem vermekte, cinsiyet ilişkilerini ve hanehalkı içerisindeki gelir ve harcamaların dağılımının kadınlar üzerindeki etkisini ihmal etmektedir. Oysa kadınların birey olarak
yoksullukları ait oldukları hanehalklarının yoksulluklarından daha belirgin ve yoğundur (Ecevit,
2003). Çünkü gelirin ve harcamaların hanehalkı içerisindeki eşitsiz dağılımı aynı hane içindeki erkek ve kadınların yoksulluk deneyimlerinin birbirinden farklı olmasına neden olabilmektedir. Bu
anlamda kadınların hane içindeki konumlarını dikkate almayan hanehalkı temelli yaklaşımlar, kadınların yaşadığı gerçek yoksulluğu göstermekte yetersizdir.
Türkiye’de yoksulluğun kadınlaşması üzerine yapılan çalışmalarda genellikle, hanehalkı reisi kadın olan haneler ele alınmış hanehalkı içersindeki gelirin ve harcamaların dağılımı ihmal
edilmiştir. Bu çalışmanın amacı yoksulluğu hanehalkı temelli değil, birey temelli olarak inceleyerek yoksulluğun kadınlaşmasının geçerli olup olmadığını, hanehalkı içerisindeki gelir ve harcamaların dağılımı açısından ortaya koymaktır. Bu amaçla Kürt, Türk, Arap ve Süryanilerin yaşadığı
Mardin’de farklı gelir gruplarına mensup 204 evli çifte bu çalışma için özel olarak geliştirilen anket
(farklı odalarda) uygulanmıştır. Böylelikle gelir ve harcamaların hanehalkı içindeki dağılımı sadece kadın ve erkeklerin yoksulluğu algılayışlarına göre değerlendirilmekle kalmamış, aynı zamanda farklı etnik, kültür ve gelir grubundaki hanehalklarında eşler arasında gelirin ve harcamaların
dağılımının farklılaşıp farklılaşmadığı da uygun istatistikî yöntemlerle araştırılmıştır.
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
211
Bir Sendikal Direniş İki Soru:
Neden Direnişçi Bir Kadın Oldum?
Direnişçi Kadın Olmak Ne Demek?
Gebze Bericap Örneği
Ayten Davutoğlu, Kocaeli Ü., Sosyal Politika
Endüstri ilişkileri ve sosyal politika alanında kadın ve sendika konusu genellikle kadınların
sendikalara üyeliği, katılımı ve temsilleri bakımından ele alınmaktadır. Kadınları sendikal direnişin
aktif özneleri olarak yer almaya götüren süreçte etkili olan işyeri başta olmak üzere sosyolojik dinamikler ile “direnişçi kadın olma” deneyim ve anlamlandırmalarına dair araştırmalarda ise ciddi
bir eksiklik söz konusudur.
Oysa kadın işçilerin nasıl, neden ve ne zaman sendikal direnişe geçtiklerini anlamaya yönelik ampirik araştırmalar; kadınların sendikaya üyeliği, aktif katılımları ve tutumları ile öznel anlamlandırmalarını da kapsayan çalışmalar olarak kadın ve sendika ilişkisinin karmaşık ve çok boyutlu
bileşenlerini anlamak bakımından çok önemlidir.
Kadın işçileri sendikal direnişe götüren süreci araştırmayı amaçlayan çalışmaların başlangıç noktası direnişi hazırlayan koşullar olmaları sebebiyle işyeri ve işyerindeki dinamikler olmalıdır. Bu koşullara müdahalede bulunmak üzere bir güç unsuru olarak işlev gören sendikanın varlığı, kolektif nitelikte kadın işçilerin de desteğini içerecek biçimde bir işçi direnişinin ortaya çıkmasında çok önemli bir rol oynamaktadır.
Bu çalışma iki amaca yönelik olarak hazırlanmıştır. Bunlardan ilki sendikal direniş kararı almış ve bu kararı eyleme dönüştürmüş kadınların gözüyle direnişe götüren işyeri dinamiklerinin
nasıl deneyimlendiğinin ortaya konulmasıdır. İkincisi ise süreç boyunca “sendikalı direnişçi kadın”
olmanın nasıl anlamlandırıldığının niteliksel bir araştırma ile ortaya konulmasıdır. Bu amaç doğrultusunda Gebze’de kurulu Bericap fabrikasında çalışan ve sendikal hakları için direniş sürdüren
14 kadın işçi ile yarı yapılandırılmış derinlemesine bir görüşme gerçekleştirilmiştir. Çalışmanın verileri sendikal varlığa paralel olarak direniş kararı alınmasında etkili olan işyeri koşulları ve “direnişçi kadın olma” ya dair kadın işçilerin anlamlandırmaları olmak üzere iki boyut çerçevesinde analiz
edilmiştir.
Toplumsal Cinsiyete Dayalı Ayrımcılığın
Van Emek Piyasasındaki Görünümü
Araş. Gör. Rana Gürbüz, Van Yüzüncü Yıl Ü., İİBF İktisat B.
Araş. Gör. Dr. Meryem Samırkaş, Van Yüzüncü Yıl Ü., İİBF İktisat B.
Türkiye’de çalışma yaşamında genel olarak yasal eşitlik sağlanıyor gibi görünse de emek piyasası uygulamalarında cinsiyet ayrımcılığına dayalı pratikler işe alma sürecinden başlayarak, ücretlendirmede, işte yükseltmede, işten çıkartmada, tayin ve erken emeklilikte, mobbing ve cinsel taciz olgusunda karşımıza çıkmaktadır. Kadın ve erkek arasındaki ücret farklarının genelde iki
temel nedeni bulunmaktadır. Bunlardan ilki kadınların çoğunlukla düşük ücretli niteliksiz işlerde yoğunlaşmaları, ikincisi eşit veya eşdeğer işlerde bile kadınlara erkeklerden daha düşük ücret
ödenmesidir.
212
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
Türkiye’de eşit işte veya eşdeğer işte kadınlara erkeklere kıyasla daha düşük ücret ödenmesine ilişkin araştırmalar olmakla birlikte Van gibi farklı değer yargılarının da emek piyasasını etkilediği yerlerde bu tür araştırmalar çok sınırlıdır. Buradan hareketle bu çalışmanın amacı, mülakat
ve anket yöntemine dayanarak, Doğu Anadolu Bölgesinin en önemli merkezi olan Van’da emek
piyasasında cinsiyetçi işbölümüne dayalı ve özellikle ücret farklılığına dayalı uygulamaların, kadın
emeği üzerindeki sömürüsü tartışılacaktır.
Anahtar Kelimeler: Cinsiyet Temelli Ayrımcılık, Kadın Emeği, Ücret Farklılıkları, Van
Hemşirelik ve İşyerinde Eşitsizlikler:
Sınıf, Cinsiyet ve Yaş Faktörü
Leyla Şimşek-Rathke, Marmara Üniversitesi Fen-Edb F. Sosyoloji B.
Türkiye’de dar gelirli ailelerde, çocukların kısa yoldan meslek edinerek bir an önce kendi ayakları üzerinde durması, aileye olabildiğine az yük olması, hatta çabucak iş hayatına girerek anne babaya da maddi destek sağlaması yaygın bir örüntü olmuştur. Hemşire yetiştiren yatılı Sağlık Meslek Liseleri de uzun yıllar özellikle dar gelirli ailelerin ve nispeten yeni kentlilerin kız
çocuklarının eğitim alarak iş dünyası ve kamusal hayata katılmasında önemli bir işlev görmüştür. Ancak sınıf, cinsiyet ve yaşa bağlı faktörler, mesleğin toplumsal değer ve statüsünün yanı sıra,
hem sağlık alanındaki diğer gruplarla ilişkilerini hem de kendi içindeki dinamiklerini belirlemede
önemli bir rol oynamıştır.
Sunacağım bildiride 1972–95 yılları arasında Gülhane Askeri Tıp akademisi bünyesinde kurulmuş iki okul olan TSK Sağlık Meslek Lisesi ve Sağlık Okulu’nda okumuş, beşi emekli, üçü meslek
değiştirmiş, 37’si askeri hastanelerin çeşitli birimlerinde halen hemşirelik yapmakta olan 45 kişiyle
yapılmış derinlemesine görüşmelere dayanan bir araştırmanın sonuçlarını paylaşacağım. Hemşireliğin, sağlık sistemi içerisinde hayati önemde bir meslek olduğu halde genellikle toplumsal değer ve itibarının düşük olmasının yapısal bir takım nedenlerini, sınıf, cinsiyet ve yaş faktörleri üzerinden tartışmaya çalışacağım.
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
213
61. OTURUM
YERELDE SİYASET
Sivil Toplum Örgütlerinin Yerel Karar Alma Sürecine Etkisi:
Tema Vakfı, Beşiktaş Kent Konseyi ve Beşiktaş Belediyesi Örneği
Pınar Akarçay, İstanbul Ü., SBF Kamu Yön. B.
Küreselleşmeyle yaygınlaşan, demokrasi ve katılımı içinde barındırdığı düşünülen yeni
yönetim modeli olan yönetişim, yönetimin (merkezi ve yerel yönetimlerin) karar alma sürecinde tek başına hareket etmesinden ziyade halkında\sivil toplum kuruluşlarının bu kararın alınma sürecine etki edebilmesi ya da katılması anlamını taşımaktadır. Dünya Bankası bu katılmanın sıradan bir katılma olmadığını vurgulayarak, yerel kamusal hizmetlerin maliyetine katılma,
yerel halka akçal yükler getirecek düzenlemelere katılma olarak belirtmiştir. Halkın karar alımına katılabilmesi de yine yönetişim modelinde ön görülen, şefalık, hesap verebilme, yerelleşme ve sivil toplum örgütlerinin etkinliği ile mümkün olabileceği belirtilmiştir. Türkiye’de yönetişim yönetim modeli olarak çok eski bir tarihe dayanmasa da yönetim tarafından yönetişim
uygulamalarının hayata geçirildiği ileri sürülmektedir. Buna kanıt olarak yerelleşmenin arttığı,
yerelin yetkilerinin genişletildiği dolayısıyla yerel yönetim kararlarının alınmasında kent konseyleri aracılığıyla sivil toplum örgütlerinin etkisinin arttırıldığı ileri sürülmektedir. Fakat kent
konseyleri, sivil toplum örgütlerini karar alma sürecine görünürde dahil eden bir yapıya sahiptir. Çünkü kent konseyleri kararı öneri niteliğindedir, bağlayıcı karar alma yetkisine sahip değildir, sadece danışma niteliğine sahiptir, hatta danışma niteliğinde olduğu bile tartışılır. Sivil toplum temsilcileri, yerel kararların alınmasında kent konseylerinin sivil toplum kuruluşlarınca verilen önerilerin ve raporların yerel yönetimlerce alınan kararlara yansımadığı görüşündedirler.
Zaten yerel yönetimlerinde, sivil toplum örgütlerinin karar alma süreçlerine katılmalarına yönelik talepte bulunmadıklarını ileri sürmüşlerdir. Bu çalışma konusu, kent konseyleri aracılığıyla
sivil toplum örgütlerinin belediyelerin karar alma sürecine etkisi incelenmiştir. Bunun için ülke
genelinde bir çok ilde temsilcilikleri bulunan, eski ve köklü bir yapıya sahip olan TEMA Vakfı ile
TEMA’nın yürütme kurul üyesi olduğu Beşiktaş Kent Konseyi ve Beşiktaş Belediyesi ele alınmıştır. Çalışma, söz konusu kurumlar ve bu kurumlardaki ilgili kişilerle mülakat yapılarak ve ilgili yasal düzenlemeler ve yönetmelikler incelenerek mülakat verileri ve yasal düzenlemeler bütünleştirilerek TEMA’nın yerel karar alma sürecinde kent konseyleri aracılığıyla yerel kararlara ne ölçüde katılabildiği\katılamadığı araştırılmıştır. Çalışmanın bakış açısı, kent konseyi ve TEMA açısındandır.
214
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
Yerel Kalkınma ve “Arayış Mekânları” Samsun Örneği
Dr. Demet Özmen Yılmaz, Ondokuz Mayıs Ü. İİBF İktisat B.
D.Harvey, kapitalist sermaye birikim sürecinin aynı zamanda yeni mekânların da üretildiği bir süreç olduğunu ifade eder. Bu bağlamda 1980 sonrası değişen sermaye birikim sürecine paralel olarak ulus altı yerel-bölgesel mekânların öne çıktığı, özellikle kalkınma sorunu bağlamında önem kazandığı görülmektedir. Bu çalışmada, öne çıkan bu ulus altı yerel-bölgesel
mekânlar literatürdeki kavramlaştırmalara alternatif bir biçimde “arayış mekânları” olarak kavramlaştırılacaktır. Böylesi bir zeminde bir dizi başka şehirle birlikte cazibe merkezi olarak adlandırılan Samsun kent-bölgesi, bir “arayış mekânı” olarak ele alınacaktır. Çalışmanın bu bölümü,
Samsun’da kalkınma arayışları sürecinde kilit rol oynayan yerel aktörler ile gerçekleştirilen derinlemesine mülakatlara dayanmaktadır. Bu çerçevede öne çıkan ulus altı mekânsal oluşumların “arayış” hali üzerinde durulacak ve Samsun örneğinde, yerel-bölgesel kalkınma yönelimli
arayış süreçlerinin çelişkileri ortaya konulacaktır.
Türkiye’de Yerel Yönetimlerde Seçmen Davranışları:
2009 Yerel Yönetim Seçimleri Üzerinden Bir İnceleme
Dr. İhsan Kamalak, Mersin Ü., İİBF Kamu Yön. B.
Türkiye’de seçmen davranışları genelde ulusal düzeyde çalışılmakta ve yerel düzey ihmal edilmiştir. G. Stroker (1988), L. Lipson (1984) ve J.F. Zimmerman gibi yerel yönetimlerde seçimlere katılma üzerine çalışanlar, yerel yönetim seçimlerine katılmanın genel seçimlerin altında gerçekleştiğini ileri sürmektedirler. Seçmen davranışları çerçevesinde ise, O. Çitçi (1989)
ile Y. Sabuncu ve M. Şeker (1996) yerel seçimlerdeki seçmen tercihlerinin, siyasal parti tercihleri etkisi altında kaldığını savunmaktadırlar. Yerel seçim sonuçları, P. Norris ve G. Evans (1999)
M. Harrop ve W. L. Miller (1987) tarafından, ulusal hükümete mesaj olarak değerlendirilmektedir. Bunun, Çitçi’nin de belirttiği gibi, siyasetin ulusallaşması olduğu ileri sürülebilir, çünkü seçmenlerin katılımı siyasal partiler tarafından belirlenen ve kamu oyunda bilinen sorunlar etrafından gerçekleşmektedir. Bu yaklaşımlara karşı, bu çalışma parti siyasetinin etkinliğine ve yerel düzeyde katılmanın genel seçimlerle benzer düzeyde olmasına rağmen, belediye başkan
adaylarının kişiliğinin belli oranda yerel seçmen davranışları üzerinde etkili olduğunu ileri sürmektedir. Bu çerçevede çalışma, 2009 Yerel Yönetimler resmi sonuçları üzerinden yerel düzeyde seçmen tercihlerini inceleyecektir. Araştırma dört parti ile sınırlı tutulacaktır: AKP, CHP, MHP
ve HEP/BDP. İlk bölümde, belediye başkan adayları ile onları aday gösteren siyasal partilerin il
genel meclisi (İGM) düzeyinde aldıkları oylar karşılaştırılacaktır. Karşılaştırmayı yapabilmek için
İGM’de kullanılan oylar ile belediye başkanlığı seçimlerinde kullanılan oyların özdeşliği yapılmıştır. Bu inceleme, aday ile partinin oylarını karşılaştırmaya olanak sağlayarak, seçmen tercihleri üzerinde adayların etkinliği konusunda önemli ipuçları vereceği varsayılmaktadır. İnceleme
ayrıca, yerel yönetimlerde oy verme davranışları bağlamında kentsel ve kırsal ile farklı büyüklükler (belediyeler büyüklüklerine göre 12 kategoriye ayrılmıştır) arasındaki hem yerel düzeyde oy verme davranışları hem de katılma farklılıklarını görmememize olanak sağlayacaktır.
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
215
62. OTURUM
ÇEVRE VE ENERJİ
Yeni Yerel Direnişlere Doğru:
Neoliberal Ekoloji Politikaları ve Dersim Örneği
Gözde Orhan, Boğaziçi Ü., Atatürk İlk. ve İnk. Tar. Ens.
Bu çalışma, Türkiye’nin modernleşme ve kalkınma ülkülerinin gölgesinde kalan ve büyük
ölçüde belirgin bir plan çerçevesinde ele alınmayan ekoloji politikasının, 1980 sonrasında, gerek yükselen Kürt hareketinin gerek ise neoliberal ekonomik yönelimin etkisiyle nasıl dönüştüğünü ve özellikle Doğu illerinde nasıl uygulandığını Dersim örneği üzerinden ele almaktadır. Ekoloji politikası ve doğa varlıklarına yaklaşım, bu bağlamda, hem bir ticarileştirme faaliyeti olarak hem de iktidarın doğayla birlikte bölgede yaşayanları da “ehlileştirme” faaliyeti olarak
sorunsallaştırılacaktır.
1980 yılı neoliberalizm açısından bir kırılmayken ekolojik gelişmeler söz konusu olduğunda 2001 yılı önem kazanmaktadır. 2001 yılında daha sonra Enerji Piyasası Düzenleme
Kurumu’na dönüşecek olan Elektrik Piyasası Düzenleme Kurumu’nun kuruluşuna ilişkin 4628
sayılı yasa yürürlüğe girmiş, yasa sonucunda baraj inşaatı yapma olanakları devlet tarafından
özel sektöre devredilmiş, böylelikle Türkiye’nin pek çok yerinde baraj yatırımları hız kazanmıştır. AKP iktidarıyla bu süreç daha da hızlanmıştır. Devletin iktidarını yaymak konusunda sorunlar
yaşadığı Kürt nüfusun yoğun olduğu illerde dahi HES ve barajlar yapılmaya başlanmıştır. Bildiride, tarihsel, etnik ve dilsel anlamda diğer Doğu illerine göre özgünlük taşıyan Dersim için devletin doğa varlıklarına yaklaşımındaki dönüşüm ve buna yönelik uygulamalar, merkezi devlet
ile yerel arasında bir tür politik çatışma alanı olarak ele alınacak, yerelin neoliberalizme ve merkezi devletin tabiat varlıklarını metalaştırmasına karşı geliştirdiği direniş yöntemleri ve ürettiği
argümanlar üzerinde durulacaktır.
Bu bildirinin hazırlanmasında Dersim’de faaliyet gösteren çevre örgütleri, siyasal örgüt ve
partiler, belediye, valilik, sanayi ve ticaret örgütleri, yerel radyo ve gazeteler ve eylemlere katılan aktivistler ile yapılan mülakatlardan faydalanılmıştır.
216
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
Türkiye’de “Karbon Ekonomisine” Geçişte
Avrupa Birliği Enerji Politikaları’nın Etkisi
Muzafer Nafiz Burdurlu, Maltepe Ü., SBE
Son yıllarda Avrupa Birliği’nin enerji politika önceliklerinin, iklim değişikliğini önlemek
amacıyla birliğin oluşturmaya başladığı politika cevabı temelinde; rekabetin düzenlenmesi,
çevrenin korunması ve enerji arz güvenliğine doğru bir evrilme göstermekte olduğu görülmektedir. Birlik, son yıllarda bu politika önceliklerini hayata geçirmek için enerji verimliliğine
özel bir önem vermekte ayrıca yenilenebilir enerji kaynaklarının enerji arzı içindeki payını arttırmak ve sera gazı emisyonlarının azaltılması için ciddi ve bağlayıcı hedeler ortaya koymaya
başlamış bulunmaktadır. Bu bağlamda, 2008 yılında yayınlanan “Enerji Güvenliği ve Dayanışma
Eylem Planı” kabul edilmiştir. Bu plana göre, 2020 yılına kadar Avrupa Konseyine üye olan ülkeler genelinde enerji verimliliği yüzde 20 oranında artırılacak, sera gazı emisyonlarında yüzde 20
oranında bir azalma sağlanacak ve yenilenebilir enerji kaynaklarından sağlanan enerjinin toplam enerji tüketimindeki payı yüzde 20 oranına yükseltilecektir. Yenilenebilir enerji kaynaklarının yaygın ve etkin bir biçimde kullanımının, son yıllarda istikrarsız bir şekilde artan petrol, doğal gaz ve uranyum fiyatları nedeniyle AB’nin büyük ölçüde oluşan dışarıya olan bağımlılığını
azaltıcı etkileri üzerinde durulmaktadır.
Bu çalışmada, temel olarak AB enerji politikalarında önemli bir yer tutan alternatif enerji
kaynakları politikalarının Türkiye’nin ekonomik büyüme hedeleriyle uyumlu olup olmadığı sorusu kapsamında söz konusu Eylem Planı’nın öngörüleri ve bunların Türkiye’nin enerji politikalarına olan muhtemel etkileri nelerdir sorusuna cevap aranmaktadır. Ayrıca, AB ve Türkiye’nin
enerji politika öncelikleri arasında, varsa temel farkların neler olduğu sorusunun cevabı, “Karbon Piyasası” alt başlığı temelinde incelenecektir.
Anahtar Kelimeler: Avrupa Birliği, enerji, enerji politikaları, küresel ısınma, İklim değişikliği, emisyon ticareti
Kitle Turizminin Su Kullanımı Üzerindeki Etkileri
Dr. Elif Akbostancı, ODTÜ İİBF İktisat B.
Dr. Gül İpek Tunç, ODTÜ İİBF İktisat B.
Dr. Serap Türüt-Aşık, ODTÜ İİBF İktisat B.
Türkiye için turizm 1950’lerden itibaren ekonomik büyüme açısından anahtar sektörlerden biri olarak ortaya çıkmış ve özellikle 1980’li yıllarla birlikte turizm yatırımlarında önemli bir
artış yaşanmıştır. Bu gelişmeler, sektördeki kapasiteyi artırmış ve turizmin GSYİH içindeki payı
artmıştır. Özellikle kıyı şeritlerinde yapılan yatırımlara bağlı olarak tesis sayısı ve yatak kapasitesi hızla artmış ve bunun sonucu olarak ülkemize gelen yabancı turist sayısı 2010 yılında 28.5
milyona ulaşmıştır. Ülkeye gelen turist sayısını artırmaya dayanan bu kitle turizminin özellikle
ekonomiye olan katkısı ön plana çıkartılarak, çevre üzerinde yarattığı baskı göz ardı edilmektedir. Türkiye açısından en önemli sorunlardan biri özellikle kıyı alanlarındaki plansız yapılaşma
ve dolayısıyla bu alanlarda yaşayan nüfusun fazla artmasıdır.
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
217
Turizm Ege ve Akdeniz kıyılarında ve Mayıs-Ekim ayları arasında yoğunlaşmakta ve bu
durum da çevre üzerindeki baskıları artırmaktadır. Turizm sektörünün özellikle görece olarak
doğası bozulmamış yörelere yöneldiği göz önüne alındığında, bu sektörün ne derece doğal
çevreyi kirlettiği ve bozduğu açıktır. Yunanistan ve İspanya gibi rakip ülkelerle kıyaslandığında,
görece el değmemiş, bakir doğası nedeniyle Türkiye’nin turist çekme potansiyeli yüksektir. Her
geçen gün daha fazla turist ağırlayan ülkemiz kitle turizminin olumsuz çevresel etkileriyle karşı
karşıyadır. Bu etkilerden biri de ileride küresel ısınmaya da bağlı olarak daha da önemli hale gelebilecek olan su sorunudur. Ülkemize gelen turistlerin görece daha az suya sahip olan Akdeniz kıyılarında yoğunlaştığı ve kullandıkları su miktarının yerel halka göre çok daha fazla olduğu göz önüne alındığında “bacasız sanayi” olarak da tanımlanan turizmin aslında çevresel etkilerinin çok daha önemli boyutlarda olduğu ortaya çıkmaktadır.
Bu noktadan hareketle bu çalışmada sanal su ve su ayakizi kavramları çerçevesinde
Türkiye’ye gelen yabancı turistlerin su kullanımını nasıl etkilediği ve yerel su kaynakları üzerinde ne derecede baskı oluşturdukları araştırılacak ve son zamanlarda gündeme gelen sürdürülebilir turizmin bu soruna bir yanıt verip veremeyeceği tartışılacaktır.
218
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
63. OTURUM
TÜRKİYE’DE EĞİTİM VE ÖĞRETİMİN
DÖNÜŞÜMÜ
Düzenlemeden Yeniden Düzenlemeye:
Bildiğimiz Üniversitenin Sonu
Dr. Şükran Gölbaşı, Haliç Ü., MYO Bankacılık ve Sigortacılık
Türkiye’de üniversiteler daha en başından iktidarın ilgi odağı olmuş, iktidar yapısındaki her
bir değişimle birlikte üniversiteler de bu yeni yapıya uydurulacak düzenlemelere konu edilmiştir.
Yapısı gereği iktidarın doğrudan kontrol alanı dışında kalan üniversitenin özerk bir tondan konuşmasının önüne geçmek için, çok çeşitli yöntem ve stratejilerin denendiği bu düzenleme çabaları,
üniversitelerimizde bilgi birikimini ve deneyimli kadroları sistematik olarak yok etmiştir.
Reform adı altındaki bu iktidar düzenlemeleri, ne üniversitenin mevcut sorunlarına çözüm
getirmiş ne de daha nitelikli daha özerk bir üniversitenin yolunu açmıştır. Kimi zaman ulusal iktidar yapıları, kimi zaman da uluslararası güçlerin öneri ve talepleri doğrultusunda yapılan bütün
bu düzenlemelerde, hiç bir zaman üniversitelerin temel bileşenleri olan öğretim elemanları ve
öğrencilerin görüşlerine başvurulmamıştır. Üniversitelerin en fazla kuşatıldığı, çatışmaların en yoğun olduğu dönemler, kapitalizmin kriz dönemlerine denk gelmektedir. İçinde bulunduğumuz,
toplumsal ilişkilerin iktisadi ilişkiler olarak yeniden tanımlandığı kapitalizmin bu geç evresinde,
üniversite de bu yeniden tanımlamada çeşitli uluslararası kurumların yeniden düzenleme alanına
girmiştir.
Bu çalışma, üniversiteye ayar verme çabalarını, Türkiye’deki iktidar mantığındaki değişimler
ve kapitalist birikim rejimindeki değişimler ve Türkiye’nin küresel kapitalizme eklemlenme tarzına
koşut olarak değerlendirmeyi amaçlamaktadır. Çalışmada, iktidarın yapısındaki dönüşümleri, sermayenin üretim ve birikim yapısındaki dönüşümlere bağlı olarak inceleyen Foucault’nun (1993,
2000) soykütüğü yöntemi esas alınacaktır. Çeşitli dönemlerdeki düzenlemelerde, nelerin ne yönde değiştirildiği ve hangi kadroların neden üniversiteden uzaklaştırıldığı, onların yerine hangilerinin ne türden dönüşümleri gerçekleştirmek amacıyla içeri buyur edildiği bu yöntemle incelenecektir. Çalışmada, küresel sermaye ve yerel sermayenin üniversitelerimiz hakkındaki raporları
ve söylemleri incelenerek, nasıl bir üniversite oluşturmayı amaçladıkları ve bunu neden bu kadar
önemsedikleri açığa çıkarılmaya çalışılacaktır.
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
219
Üniversitelerimizde, 1980’den buyana süregelen Doğramacı ve Gürüz uygulamalarıyla küresel kapitalizmin eğitim üzerine talepleri çoktan kurumlaşmış ve büyük ölçüde içselleştirilmiştir. 1980’lerde, yüksek öğrenime Güney halklarını Kuzey’li ülkelerin hizmetkarı yapacak yönde
ayar veren küresel iktidar, artık bu halkları hepten cahil bırakmak için çeşitli kılılar aramaktadır.
TÜSİAD’ın raporunda (Stankovic vd., 2008) bunun nasıl yapılacağının sinyalleri verilmektedir. Bologna Süreci (Önal, 2011) ile başlatılan son dönüşüm, eğitimin metalaşmasından çok daha farklı
bir anlam taşımaktadır (Ercan, 1998). Bu sürecin başarıyla tamamlanması, bildiğimiz anlamda üniversitenin sonu olacaktır.
Türkiye’de Değişen Biyoloji Öğretimi
Zelal Özgür Durmuş, Marmara Ü.,
Çiçek Dilek Bakanay, Marmara Ü.,
Toplumun yaygın şekilde biçimlendirilmesi ve düşünce sistematiğinin oluşturulmasında örgün eğitim kurumları büyük ve ikame edilemez bir işleve sahiptir. Bu işlev “bireysel ve toplumsal
güçlenme amacıyla kullanılabileceği gibi, baskı ve egemenlik ilişkilerinin sürdürülmesi” (Freire ve
Macedo, 1998: 34) yönünde olabilir. Bu yönü oluşturacak olan eğitim politikasını belirleyen kurumlardır ve bu kurumların politika oluşturma faaliyeti onların ekonomik, siyasi ve ideolojik bakış
açılarından bağımsız değildir. Bu bağlamda bu çalışmada, Türkiye’de örgün eğitimde bilimsel bakış açısı ve evrim kuramının ortaöğretim biyoloji müfredatındaki son on yıllık seyri incelenecektir.
Evrim kuramı olmayan bir biyoloji programı periyodik cetveli olmayan bir kimya eğitimine
benzemektedir. (Gould,1982). Evrim kuramının, evrensel çekim kuramı ve hücre kuramı gibi, bilimsel süreçler sonucunda geliştirilmiş bir kuram (Apaydın, Çobanoğlu ve Taşkın, 2006) olduğu
bugün bilim insanları tarafından yaygın şekilde kabul edilmekte ve birçok ülkede öğretilmektedir. Ülkemizdeki biyoloji öğretim programında ise bu durumla tezat oluşturmaktadır. Son on yıldaki program değişiminin yönü evrim kuramı öğretiminin giderek seyreltilmesi ve sadece bir görüş olarak sunulması biçiminde olmuştur. Konular arası ilişki kurulmamakta, doğrudan evrim mekanizmalarının öğretildiği bölümler çıkarılmaktadır. Bu makalede, evrim kuramının öğretiminin
neden gerekli olduğu tartışılacak; bu kurama orta öğretim biyoloji öğretim programında verilen
önemde yaşanan değişimlerin Türkiye’de yaşanmakta olan toplumsal düşünüm ile ilişkisini mercek altına alınacaktır.
Anahtar kelimeler: Evrim öğretimi, bilimsel eğitim, öğretim programı
Bilgi Ekonomisi ve Yüksek Öğretimde Yeni Yönetişim Biçimleri:
Bologna Süreci Ekseninde Türkiye’de Üniversitelerin Dönüşümü
Dr. Funda Karapehlivan - Şenel, Marmara Ü., Sosyoloji B.
1970’lerin sonlarında başlayan neoliberalleşme süreciyle birlikte üniversitelerin devlet ve
piyasayla yeni ilişki biçimleri geliştirdiği bir döneme girilmiştir. Neoliberal dönüşümü anlatan
önemli kavramsallaştırmalardan biri bilgi temelli ekonomidir. Bilgi temelli ekonomiye göre, üniversiteler bir yandan ulus-devletlerin küresel pazardaki rekabet gücünü arttırmaları yolunda yeni
220
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
işlevler kazanırken, diğer yandan da kendileri ve üretttikleri bilgi bu küresel pazar içindeki metalara dönüşür. Bu bildiride, Bologna Sürecinin günümüzde, kapitalist devlet ile üniversiteler arasındaki ilişki biçimini belirleyen neoliberal yeniden yapılanmanın bir parçası olarak ele alınması gerektiği ileri sürülecektir.
Bologna Süreci, bir yandan, Avrupa düzeyinde üniversite dereceleri arasında bir standartlaştırma yaratmaya çalıştığı halde, Sürecin ulusal düzeydeki uygulamaları çok çeşitli biçimler almış;
akademik hareketlilik, öğrenci performanslarının ve vasılarının karşılaştırılabilmesi ve mezunlara emek piyasasında daha iyi olanaklar sağlanması gibi Bologna ilkeleri uygulamada tersi sonuçlara yol açmıştır. Türkiye, Bologna Sözleşmesini 2001 yılında imzalamış ve uygulama sürecini başlatmıştır.
Bu bildiride, Bologna Sürecinin Türkiye’deki üniversitelerin neoliberal dönüşümleri üzerindeki etkisi tartışılacak ve Bologna Sürecinin hem bölgesel hem de yerel düzeyde merkez ve çevre
üniversiteler arasındaki hiyerarşiyi arttırdığı ileri sürülecektir. Aynı zamanda, bu hiyerarşinin emek
piyasası ve genç işsizliği üzerindeki olası sonuçları üzerinde durulacaktır.
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
221
64. OTURUM
TÜRKİYE SİYASETİNDE
KÜRT SORUNU
Kürt Siyasetinde Paradigmal Değişim
Yrd. Doç. Dr. M. Zeki Duman, Yüzüncü Yıl Ü., Edb. F., Sosyoloji B.
Bu sempozyumda, Kürt siyasal hareketinin sivil sacayağını oluşturan Barış ve Demokrasi Partisi’nin; ideolojik ve politik söyleminde belirgin bir değişikliğe gittiği, HEP, DEHAP ve DTP
geleneğinin temel dinamiklerini belirleyen eylem-söylem-ideoloji yaklaşımının, BDP çizgisinde ideoloji-söylem-eylem biçimine evrildiği ve dolayısıyla Kürt sorununun radikalleşmek yerine demokratikleşmeye doğru gittiği tezi savunulacaktır. BDP’de yaşanan bu stratejik değişimin, beraberinde iki farklı sonuç doğurduğu, bu sonuçların bize, hem Kürt siyasal hareketinin
daha çok etnik tabanlı ve marjinalleşme riskini içinde barındıran bir mecraya doğru gitmesini
engellediğini, hem de farklı inanç ve ideolojileri de içinde barındıran geniş tabanlı yeni bir siyasi harekete evrildiğini göstermektedir.
Nitekim Kürt sivil siyasetin aktörü konumundaki BDP’nin bir yandan seçmen kitlesinin sınırlı olduğu bir bölgesel parti olma imajından kurtulma, diğer yandan Türkiye’nin tüm bölgelerinde seçmeni bulunan bir ulusal parti olma sürecine girdiği gözlenmektedir. Bununla birlikte, terör eylemlerine doğrudan karşı çıkmayan dolayısıyla şiddeti ve onun dilini kullanmaktan
kaçınmayan selelerinden ayrı olarak BDP’nin söyleminde; barış ve özgürlük, demokrasi ve sivil
siyaset ve en önemlisi silahsız direniş gibi demokratik mücadele yöntemlerini içeren bir paradigmal değişimin yaşandığı görülmektedir. Bu paradigmal değişime neden gerek duyulduğu
ve bu değişimle beraber Kürt siyasetinin hangi yöne doğru kayacağı soru(n)ları metnin içeriğini oluşturacaktır.
222
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
KCK Davası ve Türkiye’de Vatandaşlık
Pedriye Mutlu, Boğaziçi Ü., SBE
Araş. Gör. Gülay Kılıçaslan, Boğaziçi Ü., Siy. Bil. ve Uluslar. İlişk. B.
Ulus-devlet inşa sürecinin dinamikleriyle oluşturulmuş bir vatandaşlık anlayışı günümüzde de Türkiye’deki vatandaşlık anlayışının sınırlarını belirler niteliktedir. Bu süreç içerisinde ulusun öteki üzerinden oluşturulması vatandaşlığın da ötekisini belirlemiştir ki Türk Vatandaşlığı
Kürt ve Müslüman olmayanların ötekiliği üzerinden inşa edilerek dışlayıcılığını belirlemiştir. Bu
çalışmada Türk vatandaşlığının oluşum sürecine bakılarak dışlayıcı özelliğinin Kürtler üzerinde
vatandaşlık bağlamında getirdiği sonuçlar tarihsel olarak ve KCK davası üzerinden tartışılacaktır.
Bu vatandaşlık anlayışının “yasallık” ve “meşruiyet” ikiliğinde nasıl konumlandığını, günümüz koşullarında bu iki bağlamın Türk vatandaşlığının mağdurları konumunda olan Kürtlerin
nasıl bir süreçle yüz yüze olduklarını KCK davası üzerinden analiz edeceğiz. Bu dava sürecinin
vatandaşlık anlayışının Kürtler için ‘tehdit’ ya da ‘düşman’ algısıyla yürütüldüğü savı üzerinden
haklar bağlamında vatandaşlıktan yararlanamama boyutuna varan uygulamalarını siyasal katılım ile ilişkilendirerek bu davanın esasında Türkiye’deki vatandaşlık anlayışının Kürtler açısından aldığı boyutu yansıttığı iddiasıyla dava sürecini öncesi ve sonrasıyla inceleyeceğiz.
Bu meramla, öncelikle vatandaşlık literatürüne genel bir atıla Türkiye’deki vatandaşlığın tarihten günümüze aldığı farklı boyutlara Kürtlere yaklaşımı üzerinden değineceğiz ve bu
vatandaşlık anlayışının Kürtler ve Türk olmayanlar açısından yasalarda ve pratikte sürekli olarak dışlayıcı özellikler yansıttığını savunacağız. Sonrasında yasalarla şekillenmiş Türk vatandaşlık anlayışının meşruluk boyutunun Kürtler tarafından bu süreçte sorgulandığını; dava süresince anadilde konuşma hakkı, savunma hakkı, siyasal katılımın engellenmesine gösterilen tepkilerin ve sivil itaatsizlik eylemlerinin bu sorgulamaya örnek teşkil ettiğini iddia edeceğiz. Dava sırasında TCK ve TMK ile yargı organlarına verilen geniş muğlâk yetkilerin Kürtlerin siyasal katılımına ve vatandaşlık haklarına zarar veren uygulamalara sebebiyet verdiğini göstererek; bu durumun Türk vatandaşlığının Kürtleri göz ardı eder niteliğe büründürdüğünü iddia edeceğiz.
Merkezileşme, Türkleştirme ve Güvenlik Siyaseti:
Devletin Üç Tarz-ı Siyaseti ve Çözülemeyen Kürt Meselesi
Cuma Çiçek, Sciences Po–Institut d’Etudes Politiques de Paris
(Paris Politik Etütler Enstitüsü)
Aktörleri, çatışma alanlarını ve çözüm alternatilerini içinde barındıran bugün, tarihsel
süreç içinde inşa edilen formel ve enformel yapı ve kurumlarla çevrelenmekte ve sınırlandırılmaktadır. Bu gerçekten yola çıkarak, bu çalışma, Kürt meselesini tarihsel bir perspektile ele alarak, 2002 sonrası idari, kültürel ve siyasi reform sürecini Osmanlıdan ve Cumhuriyetin kuruluşundan günümüze süregelen ana siyasetler bağlamında tartışmaktadır. Çalışmada, Kürt meselesinin devletin iki asırdan bu yana sürdürdüğü üç tarz-ı siyasetinden kaynaklandığı ve çözümünün bu üç alandaki kırılmalara bağımlı olduğu savlanmaktadır. Bunlar; (1) 19. yüzyılın başlarında Osmanlının esas aldığı ve Cumhuriyetle birlikte daha da güçlenen ve günümüze kadar
büyük oranda devam eden merkezileşme siyaseti; (2) Cumhuriyetle birlikte Türk kimliğini esas
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
223
alan ulus-devlet anlayışının inşa ettiği etnik sınırlar ve süregelen asimilasyon ve Türkleştirme siyaseti ve (3) diyalog ve müzakere olanaklarını zayılatan ve bu bağlamda politik alanı daraltan
güvenlik siyasetidir. Bugün Kürt meselesi etrafında yürütülen tartışmalara bakıldığında, üzerinde çatışmaların, müzakerelerin sürdüğü ya da uzlaşmaların sağlandığı ana meseleler, büyük oranda bu üç tarz-ı siyasetin yarattığı miras üzerinden devam etmektedir. Vatandaşlık tanımı, devletin etnik kimliği, asimilasyon politikaları ve bunlar karşında Kürt aktörlerinin kimlik talepleri; homojenliği esas alan merkeziyetçi üniter idari yapılar ile bölgeye özgü idari yapılar ya
da bölgesel özerklik söylemleri, devam eden askeri operasyonlar ve KCK tutuklamalarında görülen hakim güvenlik siyaseti ve alternatif olarak sunulan müzakere seçeneği, Kürt meselesinin ana çatışma alanlarını oluşturmaktadır. 2002 sonrası reform süreci dikkate değer değişimler sağlamakla birlikte, bu üç tarz-ı siyasette, Kürt meselesinde çözüm olanakları sağlayacak bir
kırılma ya da kopuş sağlamamakta, aksine bu mirası yeniden üreten bir revizyonunu ifade etmektedir.
Anahtar Kelimeler: Kürt meselesi, merkezileşme, Türkleştirme, asimilasyon, güvenlik siyaseti.
224
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
65. OTURUM
SAĞLIK VE EĞİTİM SİSTEMİNDE
DÖNÜŞÜM
Türkiye’de Toplumsal Sınılar:
Eğitim Sisteminde Dönüşüm
Prof. Dr. Fatma Gök, Boğaziçi Ü., Eğitim Birimleri B.
Okulda soyut “öğreniciler”le karşı karşıya gelmiyoruz. Tersine, özgül sınılara, ırklara, toplumsal
cinsiyetlere mensup özneler çıkıyor karşımıza. Bu insanların yaşam öyküleri, ailelerinin ve toplumlarının ekonomik, politik ve ideolojik güzergahlarına içinde yaşadıkları mahallenin ekonomi politiğine yakından bağlı.
Michael W.Apple, Teachers&Texts, 1986, s.5
İnsanların diğer pek çok hak ve özgürlükleri kullanmaları ve içinde yaşadıkları toplumda
kendilerini gerçekleştirmeleri, çoğu zaman eğitim hakkından yararlanmalarına bağlıdır. Bu saptama çok önemlidir, çünkü eğitimi hak olarak tanımlamamız kamusal bir sorumluluğu zorunlu kılar, yani söz konusu olan, devletin herhangi bir ayırım gözetmeden nitelikli ve demokratik eğitimi
herkese parasız olarak sunmasıdır. Bu hak sadece herkesin okula veya başka bir eğitim kurumuna erişmesiyle sınırlı değildir, aynı zamanda kişiliğinin gelişmesi ve potansiyelinin en yüksek seviyede gerçekleşmesi için gerekenlerin yapılmasını zorunlu kılar. Okullar öğrencileri genelde kabul
edilmiş normlar yönünde toplumlaştırırlar. Sosyal ve kültürel sermayenin sosyal sınıla doğrudan
ilişkisi vardır ve bu sermayenin ve okulda yapılanların karşılıklı etkileşimi önemlidir. Bu durum ayrıca toplumsal cinsiyet, ırk ve etnisitenin sınıla kesişmesiyle daha da karmaşık hale gelmektedir.
Bu bildiri esas olarak eğitim politikalarının ve eğitime bakış açısınıin neoliberal kapitalist
küreselleşme döneminde nasıl bir dönüşüm geçirdiğini Turkiye’de yaşanan şekliyle irdelemeyi
amaçlamaktadır. Bu dönüşüm bir yandan özel ve pahalı eğitim kurumlarının her yıl artarak çoğalması, diğer yandan ise kamusal eğitimin giderek özelleşmesi, piyasa güçlerinin hegemonyasına
terkedilmesi gibi eğitimin özü ile bağdaşması mümkün olmayan olumsuz sonuçlarıyla kendisini
göstermiştir. Üniversiteler söz konusu olduğunda dönüşüm sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda yol almış ve bilginin metalaşması, üniversite yapısının şirkerleşmesi sonucunu doğurmuştur.
Bu durum üniversite olmanın olmazsa olmaz şartları olan akademik özgürlük ve bilimsel ve idari
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
225
özerklik ilkeleri ve değerleri ile hiçbir bağı bulunmayan üniversite anlayışını dayatmış, kaynak yaratma kaygısı ile kuşatılmış, paylaşma ve toplum için bilim üretme anlayışından gittikçe uzaklaşan
yeni bir akademisyen türü ortaya çıkmıştır. Bildiri bu durumları vakit elverdiğince tartışacaktır.
Bu bildirinin konusu olan irdeleme genel bir düzlemde iki boyutta gerçekleştirilebilir. İlki
makro düzeyde (ulusal ve küresel düzeyde) eğitim politikalarının analizinin yapılmasıdır. Bu düzeyde yapılan çalışmalar eğitim hakkını gerçekte kimlerin kullanıp, kimlerin kullanamadığını, ve
bu haktan yararlanamamanın nedenlerini her türden eğitim seviyesinde sınıf, cinsiyet, etnik köken, ırk, renk, dil, din, politik görüş, ve yaş bazında ortaya döker. İkinci boyut ise okul ve sınıf düzeyinde eğitim sürecinin nasıl düzenlendiği, öğretim programının içeriği, öğrencilere nasıl davranıldığını ve tüm okul kültürünün ve ikliminin incelenmesi boyutlarını kapsar. Althusser’in (1971)
“Devletin İdeolojik Aygıtları” olarak kavramsallaştırdığı mekanizma esas olarak bu boyutta hayata
geçmekte, eğitimin “yeniden üretim” fonksiyonu bu süreçlerde gerçekleşmektedir.
Söz konusu makro ve mikro düzeyde eğitim hakkından yararlanmanın dökümünün yapılması ayrımcılıkların ortaya çıkarılması neoliberal küreselleşme döneminin eğitim alanını nasıl dönüştürdüğünü bütün açıklığıyla ortaya sermek için için kritik bir öneme sahiptir. Bu analiz dört
ana alan bağlamında yapılabilir.
Bunlar sırasıyla,
1. Okula erişim: sınıf ve cinsiyet boyutlarında eğitime erişim. Kimler okula gidemiyor, gidenler ne tür bir ayrışma yaşıyor,
2. Eğitim sisteminde tutunabilme durumu, yani kimler sonuna kadar devam ediyor ve
kimler sistemin bir yerinde dışarıya atılıyor,
3. Eğitim sistemi piramidi içinde bir basamaktan diğerine geçiş, özellikle ilköğretimden ortaöğretime ve ortaöğretimden yükseköğretime geçiş: Eğitim seviyelerine geçişte sınıfsal ve cinsiyet ve etnik köken temelli temelli ayrışmalar ve terk edişler,
4. Mezun olma ve mezuniyet sonrası hayat.
Eğitim sisteminin çeşitli basamaklarında çoğunlukla okula giden öğrenci sayısı esas olarak
dert edinildiği için eğitimin niteliği pek sorgulanmıyor. Gündemde tutulan konu ise çoğunlukla
okul, öğretmen ve öğrenci sayılarını ve bunların yıllar itibariyle artışını gösteren niceliksel veri setleridir. Tabii ki okul öncesinden başlayarak tüm eğitim basamaklarını kapsayan ve bu basamaklar arasında geçiş durumu ve dökülenleri de çok ayrıntılı ve ince bir şekilde ele alan ve dökümünü yapan niceliksel veri çok önemlidir. Ancak bu gerekli ve olmazsa olmaz bir altyapı çalışmasıdır.
Bu veri bize eğitim sisteminin iskeleti, formal yapısı, okulların dağılımı ve öğrenci öğretmen sayıları konusunda mutlaka bilmemiz gerekli niceliksel bilgileri verir. Ancak asıl işimiz bu formal yapı
ve niceliksel olarak “işler” gözüken sistemde pedagojik olarak ve eğitimbilimin bize sunduğu veriler ışığında gerçekleşen süreçleri sorunsallaştırmaktır.
Eğitimde nitelik söz konusu olunca ilk akla gelen okul binaları ve onların fiziksel ve materyal donanımlarıdır. Ancak eğitimde nitelik bunların yanında ve ötesinde pedagojik ve psikolojik
boyutları da içerir. Burada asıl mesele anti-demokratik değerleri, milliyetçiliği, erkek egemen toplumsal sistemin ekonomik, sosyal, sınıfsal ve toplumsal cinsiyet alanlarında eşitsizlikleri sorgulamayan, ayrımcılıkları içinde barındıran bir eğitim düzeneğinin söz konusu olmamasıdır. Nitelik
konusu eğitim sürecinin özü, içeriği gibi alanlarla çok sıkı bir ilişki içindedir. Eğitim sürecinin özü
ve içeriği ise bir yandan pedagojik ilkeler ve psiko-sosyal duyarlılıklar çerçevesinde düzenlenmesi beklenirken, diğer yandan eğitim ve sosyal politikalar ve toplumda hakim olan sosyal adalet iklimi ile kuşatılmıştır.
226
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
Türkiye’de kamusal olarak sağlanan eğitimin niteliği 24 Ocak 1980 ekonomik yeniden yapılanma politikaları ile önemli ölçüde düşmeye başlamıştır. Bu durum devletin eğitime bakış açısıyla doğrudan ilişkilidir. 1980’lere kadar devletin sorumluluğu olarak kabul edilen eğitim hizmeti 1980’lerden sonra geri plana itilmiştir. Neoliberal ekonomi politikalarının uygulandığı bu dönem eğitim hakkı bakımından ciddi gerilemelere sahne olmuştur. Öğrenci başına yapılan harcama daha önce rastlanmamış derecede düştü. Kamu hizmeti olarak sağlanan eğitimde genel bir
kötüye gidişin yaşanmasına paralel olarak 1980 sonrası eğitimde özelleşme ciddi boyutlara ulaştı. Daha de önemlisi eğitim ufku ve tahayyülü piyasa mekanizmasının kurallarına bağlı olarak kurgulanmağa başlandı. Bu durum tarihsel eğitim sisteminin tarihsel olarak zaten seçkinci ve eleyici
yapısını çok daha derinleştirdi. Bu aşamada eğitim sisteminin dışında kalanlar yani elenenler sosyal ve ekonomik konum olarak da toplumda en düşük seviyede olanlar, kadınlar, işsizler, yoksul
tarım emekçileri, özellikle “düşük yoğunluklu” savaşın mağduru olan ve köylerinden çıkarılan ve
metropol ve diğer şehirlerin kıyılarına sığınmak zorunda kalan göç mağdurları ve yoksul kesimlerdir. Türkiye’de ilköğretimden ortaöğretime geçiş aşamasında eğitim sisteminden elenenler bu
kesimlerin çocuklarıdır. Burada belirtilmesi gereken bir nokta da ilköğretim ve ortaöğretim süresince yani okula erişim sonrası sınıfsal ve cinsiyete göre ayrışmadır.
Türkiye eğitim sisteminin en sorunlu yanlarından biri ortaöğretimden yükseköğretime geçiştir. Burada gerçekten büyük bir darboğaz vardır. Çünkü yükseköğretim kurumlarının kapasitesi büyük bir tutkuyla üniversiteye girmek için çırpınan lise mezunlarına yetmemektedir. Buradaki yarışmanın boyutları çok büyüktür. Mezun oldukları lise türüne göre üniversite giriş sınavına
başvuran ve yerleşenlere bakmak, sınıfsal konum bazında kaba da olsa bir fikir vermektedir. Dört
yıllık lisans programlarına daha çok yabancı dil ağırlıklı devlet ve özel lise mezunları yerleşirken,
kent yoksullarının çocuklarının gittiği mesleki teknik okul mezunları çok daha az oranda bu okullarda yer bulabilmektedir. Üniversiteye girişte en dezavantajlı konumda olanlar ise güneydoğu
Anadolu’da bulunan devlet liselerinin öğrencileridir. Yüksek öğretime erişimdeki eşitsizlikte dikkate alınması gereken bir konuda özel dershaneler sorunudur. Lise son sınıfta öğrencileri bekleyen sınav sonucunda “başarılı” (sıralamanın üst sıralarında) yer alabilmeleri için lise öğretimine devam ederken ayrıca özel dershanelere devam ederek üniversite sınavına hazırlanmaktadırlar. Genellikle en pahalı dershaneler üniversiteye giriş sınavında en “başarılı” öğrencileri hazırlayan dershanelerdir. Bu kurumlar sadece ticari amaçlıdır. Bu yapılarıyla da eğitim sisteminde varolan ayrımcılıkları derinleştiren, yeniden üreten bu kurumlar pedagojik açıdan son derece sorunlu olan bir eğitim yozlaşması şeklinde karşımıza çıkmaktadır. Bu yozlaşma söz konusu özel okullara girmek için şart olan rekabetçi, zorlu sınavlar ve bu sınavlara hazırlanma sürecidir. Orta sınıf ve
varlıklı aileler çocuklarını bu okullara girmek için gerekli sınavlara hazırlamak amacıyla özel dershanelere yollayabilmek ve özel hocalar tutmak için servet sayılabilecek paralar harcamaktadırlar.
Neoliberal dönüşüm yükseköğretimin her alanında yapısal değişiklikler getirmiştir. Bu dönüşümün ilginç bir şekli Bologna Süreci ile ortaya çıkmıştır. Bolonya Süreci gerek akademide gerekse akademi dışı hayatta bilginin mahiyeti ile bilgiyi üretenin ve ona erişim sağlayanların durumu açısından önem taşımaktadır. Sadece bilgiye dayalı algımızı hedef almakla kalmayıp yükseköğretimin tüm unsurlarını yeni bir tahayyül çerçevesine oturtan Bolonya Süreci, Avrupa
Birliği’nin ekonomik platformunun bir boyutunu oluşturan Lizbon Stratejisi ile birleştiğinde neoliberal ekonomi politikalarının tahakkümünü dayatan yeni bir mekanizma olarak karşımıza çıkmaktadır.
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
227
Sağlıkta Dönüşüm Programı:
Sağlık Sisteminin Sermayeleşmesi
Prof. Dr. Cem Terzi, Dokuz Eylül Ü., Tıp F. Genel Cerrahi AD
Tıpkı bir salgın hastalık gibi 1980’leri izleyen yıllar hemen her ülkenin sağlık sisteminde Dünya Bankası (DB) tarafından yürütülen sağlıkta “reform” programlarına maruz kaldı. Türkiye’de hazırlığına 90’larda başlanan bu programlar 2002’den itibaren AKP hükümetleri tarafından hızla yaşama geçirildi. Merkez ve çevre kapitalist toplumsal oluşumlarda sürdürülen programların farklılıkları olsa da hepsinin temel yönelimleri sağlık sistemindeki kamusal yükümlülüklerin daraltılması ve sağlık sisteminin giderek piyasalaşması yani sermayeleşmesiydi. Merkez kapitalist devletlerde asıl olarak geçmiş refah devleti kazanımlarının sınırlanması ya da giderek piyasa uyumlu hale
getirilmesi şeklinde gerçekleşen dönüşümlerin etkileri, Türkiye gibi hiçbir zaman genel bütçeden
finanse edilen ve herkesin ulaşabildiği bir sağlık sisteminin olamadığı çevre ülkelerde çok daha
radikal ve şiddetli oldu.
Nitekim Türkiye’de yakın dönemde sürdürülen “reformlar” çerçevesinde kamunun bundan
böyle sağlık hizmeti üretmek istemediği, sağlık hizmetini satın alacağı ilan edilmiştir. Bu çerçevede kamu hastanelerinin yerel yönetimlere devredilmesi ve istenildiğinde özel sektöre satılmasını
mümkün kılan yasal düzenlemeler gerçekleştirilmiş (Kamu-Özel ortaklığı); hastaneler birer sağlık işletmesi haline getirilmiştir. Tek elden sağlık hizmeti finansmanı, üretimi ve sunumu yapan ve
bu sayede tanı ve tedavi maliyetlerini ciddi biçimde düşürmüş bir sistem olan, büyük bir halk kesimine yıllarca hizmet veren SSK Sağlık Bakanlığı’na devredilerek tasfiye edilmiştir. Birinci basamak sağlık hizmetlerinin temeli olan sağlık ocakları modeli yok edilerek, muayenehane hekimliği temelinde (başvurana hizmet verilen) bir aile hekimliği sistemine geçilmiştir. Bu sayede, zaten
1960’larda planlandığı biçimde uygulama olanağı hiç bir zaman bulamamış olan sağlık siteminin
toplumsallaştırılmasına yönelik çabalar topyekün tarihe gömülmüştür. Yürürlükteki aile hekimliği, ekip hizmetini ortadan kaldıran ve hekimler dâhil istihdam yapısını sözleşmeli biçime dönüştüren bir model olmuştur. Devlet ve üniversite hastanelerinde (hatta aile hekimliğinde) performansa dayalı döner sermaye uygulamasına geçilerek sağlık emek süreci, rekabet ve üretim artışını temel alan özel sektör emek süreci ile benzer hale getirilmiştir.
Bu süreç içinde sağlık harcamalarında rekor artışlar olmuş, kişi başına yılda 580 Dolar’a, toplam olaraksa yılda 40 milyar Dolar’a ulaşılmıştır (yani piyasa derinleşmiştir). Bu harcamaların büyük kısmını ilaç alımları ve asıl olaraksa özel sağlık sektörüne yapılan aktarımlar oluşturmaktadır.
Sayıları hızla artan özel hastanelere sadece 2008 yılında kamu kaynaklarından 6 milyar Dolar aktarılmıştır. Emekli Sandığı, Bağ-Kur ve SSK birleştirilerek tek bir geri ödeme kurumu olan Sosyal
Güvenlik Kurumu (SGK) yaratılmış ve sosyal güvencesi olanların özel hastanelere başvurmasına
olanak verilmiştir. SGK ödemelerinde özel sektörün payı her yıl artarak %30’lara ulaşmıştır. Daha
önce sosyal güvence kapsamında olanlar için söz konusu olmayan “katkı payı” ödemeye yönelik
yasal düzenlemeler yapılmıştır. Şu anda dikkat çekici oranlara çıkarılmayarak kontrolde tutulan
muayene ve ilaç katkı paylarının zaman içinde artış göstermesi ve yataklı tedavi hizmetlerini de
içermesi yakın geleceğe ilişkin beklentiler arasındadır.
Temel (minumum) sağlık hizmetleri için de maliyet artışını kontrol edebilme amacıyla (müşteri – satıcı ilişkisi) prime dayalı bir sisteme (Genel Sağlık Sigortası) geçilmiştir. Türkiye’nin prim
ödeyebilecek bir sosyoekonomik yapısı olmaması; işsizlik oranının yüksek olması, enformel sektörün ve tarımdaki nüfusun büyüklüğü, prim toplamada yaşanan sorunlar ve hiçbir sağlık güvencesi olmayan yoksul ve sağlık hizmetlerinden dışlanmış önemli bir kitlenin olması genel sağlık sigortası sisteminin yürümeyeceğinin açık göstergeleridir. Nitekim bugün gelinen noktada Ye228
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
şil Kart uygulaması kapsamındaki nüfusun (Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde nüfusun
neredeyse yarısını içerecek biçimde) 10 milyona ulaşması, bir şekilde yoksul olduğunu kanıtlayamadığı için Yeşil Kart alamayan ancak hiçbir sağlık güvencesi de olmayan 2 milyon insan olması
sağlığa erişimde eşitlik noktasından çok uzak olunduğunu ortaya koymaktadır.
Tüm bu dönüşümler sonucunda, Türkiye sağlık sisteminin düne göre bugün daha endüstriyel daha piyasacı, maliyeti çok daha yüksek, büyük ölçüde özelleşmiş ve uluslarasılaşmış, eşitlikçi
olmayan, sınıf, statü ve bölge farkları artmış, toplumsal dayanışma duygusu zayılamış bir yapı haline geldiği ve bu eğilimin giderek arttığı açıktır. Genel anlamda bu dönüşümlerin toplumsal anlamı insanın fiziksel varoluşunun yani sağlığın sermayeleşmesidir.
Türkiye’de Toplumsal Sınılar:
Sağlık ve Eğitim Sisteminde Dönüşüm
Seçil Bahçe, Ankara Ü., SBF İktisat B.
Serdal Bahçe, Ankara Ü., SBF Maliye B.
Prof. Dr. Ahmet Haşim Köse, Ankara Ü., SBF İktisat B.
Özellikle son 10 yıldır eğitim ve sağlık hizmetlerinin hızlı bir şekilde dönüştürüldüğüne şahit olmaktayız. Bu dönüşüm özellikle Türkiye kapitalizminin uzun bir süredir deneyimlediği zorunlu dönüşüm ve uyum programının bir parçasıdır. Bu dönüşüm sürecinde emek gücünün bedensel ve niteliksel yeniden üretim, giderek sermaye ve devlet için bir maliyet olmaktan çıkmakta ve sermaye için yeni bir kâr alanı haline gelmektedir. Bunun ötesinde organizasyonu ve yönelimi hızla değişen sermaye açısından işgücünün kurumsal ve niteliksel olarak da dönüştürülmesi gerekmektedir. Hiç kuşkusuz bu süreç tüm kapitalist dünyada işletilmektedir. Ancak bu sürecin
hızı ve yaygınlığı ülkenin küresel kapitalizme eklemlenme derecesi ve küresel kapitalist yapıda sahip olduğu yere göre değişmektedir. Bu dönüşümün yaygınlığı ve şiddeti elbette sadece sermayenin mantık alanınca belirlenmemekte, çalışan sınıların tepkisi de sürecin işleyişini etkilemektedir. Bu sürecin toplumsal yapıya etkileri elbette salt yapısal bir belirlenim ilişkisine tabi değildir.
Süreç sadece kapitalizmin sınıfsal dokusu ve onun siyasal yansımaları tarafından belirlenmemekte, aynı zamanda sürecin kendisi de sınıfsal yapı ve yönelimleri etkilemektedir. Bu nedenle eğitim ve sağlıktaki dönüşümün sınıfsal yapı düzeyindeki analizi süreci anlamak açısından önemlidir. Bu oturumun temel amacı da bu analize izin verecek ve birbirini tamamlayan çalışmaları tartışmaya açmaktır. Bu amaçla ilk olarak emek gücünün fiziksel ve niteliksel yeniden üretiminde yaşanan dönüşümler ana hatlarıyla Cem Terzi ve Fatma Gök tarafından ele alınacaktır. Ardından Seçil Bahçe, Serdal Bahçe ve Ahmet Haşim Köse tarafından Türkiye’de eğitim ve sağlık sistemindeki
dönüşümler sınıfsal bir perspektiften değerlendirilmeye çalışılacaktır. Bu sunuş Serdal Bahçe ve
Ahmet Haşim Köse’nin Hane Halkı Bütçe Anketlerine dayanarak türettikleri sınıf haritaları üzerinden hareketle Türkiye’de eğitim ve sağlık harcamalarının sınıfsal niteliğini konu edinmektedir. Çalışma 2002-2009 yılları arasında sınılar-arası ve sınıf-içi eğitim ve sağlık harcamalarının farklılıklarını ve bu dönemde ortaya çıkan ana dönüşüm dinamiklerini tartışmaya açmaktadır.
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
229
66. OTURUM
KAMUDAN ÖZELE:
HİZMETLERİN METALAŞMASI
Enerji Piyasası Oluşurken:
Ticarileşme ve Metalaşma Dinamikleri
Yrd. Doç. Dr. Derya Gültekin Karakaş, İstanbul Teknik Ü. İşletme F.
Türkiye’de imalat sanayi üretim ve ihracat yapısında yüksek katma değerli mallara doğru yapısal bir dönüşümün sağlanmaya çalışıldığı günümüzde, enerji üretiminin artırılması öncelikli koşullardan birisidir. Türkiye’de sermaye birikim sürecinin ulaştığı aşamanın bir zorunluluğu olarak
enerji üretiminin arttırılması ancak enerji sektöründe karlı birikim koşulları varsa söz konusu olabilecektir. Türkiye enerji sektörü 1980 sonrasında başlayan bir serbestleşme ve özelleştirme sürecine girmiştir. Ancak özelleştirmenin önündeki yasal engeller dolayısıyla 2000’lere kadar enerji sektörü kamusal niteliği ağır basan bir sektör olmaya devam etmiştir. 2000’li yıllardaki yasal ve
kurumsal değişikliklerle sektöre yoğun bir özel şirket girişi yaşanmıştır.
Sermaye birikim sürecinin ilerletilmesi için enerji üretiminin arttırılması zorunluluğu karşısında gerekli üretim artışı 2000’li yıllarda çeşitli yollarla karşılanmaya çalışılmaktadır. Rüzgar ve su
gibi yenilenebilir enerji kaynaklarının harekete geçirilmeye çalışılması, nükleer enerji seçeneğinin
desteklenmesi, ülke içi fosil yakıt kaynaklarının daha fazla kullanımının sağlanması çabası bu sürecin bileşenleri durumundadır. Ayrıca bu çerçevede, enerji üretim, iletim ve dağıtımında kaybın
en aza indirilerek verimliliğin arttıırlması da hedelenmektedir.
Enerji üretiminde dışa bağımlılık ve bunun cari açık finansmanına getirdiği yük veri iken, yerli enerji üretiminin arttırılması sektörde yeni yatırımları gerektirmektedir. Bu amaçla yerli ve yabancı sermaye yatırımları sektöre çekilmeye çalışılmakta, Dünya Bankası gibi uluslararsı kuruluşlar ve bu tür kuruluşlardan fon sağlayan yerli finans kuruluşları da enerji sektöründeki dönüşümün finansman kaynakları olarak karşımıza çıkmaktadır. 1980 sonrası dönemde, enerji piyasasının birikim sürecinde bir girdi olarak enerji üretiminin devamlılığını sağlama amacı yanısıra, geniş halk kesimlerinin temel bir ihtiyacını sunan kamusal hizmet anlayışı çerçevesinde yapılandırıldığı bir anlayıştan, üretim, iletim, dağıtım ve tüketimin ticarileşme ile metalaşama arasında dinamik bir süreç içinde biçimlendiğini söyleyebiliriz. Enerjide gözlemlenen bu değişimler kamunun
bu alandaki etkinliğinin farklılaşmaısna neden olmaktadır. Kamu enerji alanında genel ortamı ha230
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
zırlayacak yasal değişiklikler ve gerekli kurumsal dönüşümlere öncülük etmektedir. Bu süreçte
enerji üretim, iletim ve dağıtımı kamunun farklılaşan müdahaleleri ile yeniden biçimlenmektedir.
Sektöre yerli ve yabancı sermayenin artan katılımının sağlanması gereği doğrultusunda uygulanan devletin alım garantisi, Hazine garantisi ve sektörel teşvik politikaları ile ticarileşme ve metalaşma sürecini hızlandırmaktadır.
Bu çalışma, 1980 sonrası dönemde sektörde kârlı birikim koşullarının oluşturulması çabasını, yasal ve kurumsal değişiklikler ile kalkınma planları çerçevesinde devletin sektöre ilişkin fiyat,
vergi vb. müdahalelerinin bir değerlendirmesi ışığında ele alma amacındadır.
Kamu Sağlık Hizmetlerinin Dönüşümü
Yrd. Doç. Dr. Ferimah Yusufi-Yılmaz, Haliç Ü. SBE
Kamu hizmeti içinde özel bire yeri olan sağlık hizmeti önemli dönüşümler yaşanıyor. Bu dönüşüm, sağlığın esas olarak bir kamusal hizmet olma halinden çıarak oldukça farklı biçimler aldığını söyleyebiliriz. Kamu sağlık hizmetlerinin önemli bir kısmını tamamen özel sektöre açarken,
bazı alanlarda kamu sağlık hizmetini ticarileştirirken çok önemli olan bir diğer değişken ise kamunun sağlık hizmetini kendi sunduğu alanlarda tamamen metalaşma sürecini hızlandırdığını görüyoruz. Sağlık alanında gözlemlenen bu çoğul eş zamanlı süreç aynı zamanda ve çok daha önemli
bir süreci hızlandırmıştır, kamu sağlık çalışanlarını bir meta olarak sunulan hizmete uygun bir şekilde gerçek anlamda ücretlilik formuna çekmesidir. Sağlık hizmetinin bir sektör olarak kamu-özel
ve ticarileşme-metalaşma biçimleri tartışmaya açılacaktır.
Kamu Gücü ve Sermaye Doğayı Ticarileştirip-Metalaştırıyor mu?
Prof. Dr. Fuat Ercan, Marmara Ü., İİBF İktisat B.
Kamu eli ile doğa hızla farklılık yaratarak genişleyen kapitalist toplumsal ilişkilerin içine çekiliyor. Kapitalistlerin devlete kaynak aktarmadan kaçınmaları (vergiden) ve daha da önemlisi kamunun önemli bazı alanlardan çekilmesi (özelleştirme) ve uluslararası alanda gerçekleştirilen
devletlere finansal kaynak aktarmanın azalması, kamunun-devletin yeniden üretimini zorlaştırdığı ölçüde devlet egemenlik alanına giren ve egemenlik haklarından yararlanarak doğayı hızla
kaynak yaratacak bir alan olarak yeniden tanımlamaya başlamıştır. Diğer yandan sermayeler açısından yeniden değerlenme krizlerinin yoğunlaşarak artmasına bağlı olarak herhangi bir karşılığı
olmayan doğanın yatırım alanı yani yeni-değerlenme alanı olarak görülmesine neden olmuştur.
Bu iki dinamik kamu-özel arasında doğayı tahrip edecek süreç-mekanizmaların hızla devreye sokulmaısna neden olmuştur. İnsan ve sosyal sermayeden sonra doğa sermayesi kavramı ve buna
yönelik yapılan hesaplar, bu alanı teorik olarak etkin kılan kuramsal düzenekler (De Sotho-Olsrom
ve benzeri) yeni bir aşamaya taşınarak Biyolojik Çeşitlilik Yasa Taslağı adı altında yasal-kurumsal
çerevesi oluşturulmak isteniyor. Özellikle de son dönem siyasi iktidarın çıkardığı KHK’lere baktığımızda doğanın sürecin içine hızla çekildiğini gözlemlemekteyiz. Sunuşumuz da kapitalizmin farklılık yaratarak genişleyen yeniden üretiminin ulaştığı bu yeni aşamada doğanın nasıl hızla tahrip
edildiğini/edileceğini kamu alanında gözlemlenen değişimler üzerinden tartışacağız.
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
231
Kamu Hizmetleri Ticarileşiyor mu - Metalaşıyor mu?
Ayşe Cebeci, Marmara Ü. SBE
Son dönem Türkiye’de gerçekleşen kamu hizmetlerindeki önemli yasal/kurumsal dönüşümler gerçekleşiyor. Dönüşüme yönelik analizlere baktığımızda üç temel eğilimle karşılaşıyoruz. Yasal ve kurumsal değişimi konjonkturel (iktidar) ve dolayısıyla hükümetler üzerinden analiz ediliyor. Diğer bir eğilim ise gerçekleşen değişimleri etkilediği alanın sınırları içersinde ve bu dönüşümden etkilenenler üzerinden ele alınmasıdır. Oysa gerçekleştirilen yasal ve kurumsal düzenlemeler ve bu düzenlemelerle ilgili sektörel alanlara baktığımızda hükümetin / iktidarın aldığı kararların dönemsel olarak iktidarın kendine özgü güçlerini içermekle birlikte yapısal olarak sadece kamu hizmetinde değil devletin kurumsal yapısında da dönüşümlere yol açtığını söyleyebiliriz. Diğer yandan değişime yönelik analizlerin kavramsal düzeyde ticarileşme, metalaşma, piyasalaşma kavramları ile açıklandığını ve sıklıkla da bu kavramların birbirleri yerine kullanılmaktadır, ancak bu kavramların her biri farklılıklar arz etmektedir. Söz konusu farklılıkları görmek için de
Kamu Özel Ortaklığı’nın farklı alanlarda özgül ortaya çıkış şekilleri gözlemlenerek kavramlar ve
süreç arasındaki farkların ortaya konması gerekiyor. Dönüşüm sürecindeki alanlara baktığımızda
ticarileşme, metalaşma ve piyasalaşma farklı gelişmeler göstermekle birlikte her birinin birikim
mantığı içinde ve ama hismetin kendine özgü dinamiklerince şekillendiği görülmektedir. Örneğin, enerji, sağlık, güvenlik ve eğitim gibi geleneksel olarak kamusal hizmetleri oluşturan alanlardaki yasal ve kurumsal düzenlemeler her üç gelişmenin de izlenebilediği alanlar olarak karşımıza
çıkmaktadır. Çalışma bu alanlardaki yasal ve kurumsal dönüşümü örnekler üzerinden tartışmaya
açmayı amaçlıyor.
232
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
67. OTURUM
SINIF VE EMEK SÜREÇLERİ:
ÇAĞRI MERKEZLERİ
Emek Süreçleri, Vasıf, Denetim ve Teknoloji:
Türkiye’de Çağrı Merkezi Gerçeği
Prof. Dr. Gamze Yücesan-Özdemir, Ankara Ü., İletişim F.
Bu tebliğin amacı, emek çalışmaları alanı için yürütülmesi gereken kuramsal ve kavramsal
tartışmayı, Türkiye’de çağrı merkezi örneği üzerinden yapmaktır. Son dönemde, dünya genelinde ve Türkiye özelinde yürütülen emek çalışmaları, amacı, niyeti ve sorunu belirsiz bir halde ortaya konan “sınıf halleri”nin ve “emek tahayyülleri”nin ötesine geçememektedir. Bu “haller”den ve
“tahayyüller”den öte de bir emek çalışmaları alanının kurulması oldukça önemlidir. Bu da emek
çalışmalarında, kavramsal/kuramsal netleşmeye ve politik duruşa sahip olmayı gerekli kılmaktadır. Kavramsal/kuramsal netleşme için emek çalışmalarında üretim noktası ve emek süreci merkeze alınmalıdır. Politik duruşa sahip olmak ise taralı olmayı ve sınıf bilinci ile örülmüş bir siyasallaşmayı işaret etmektedir. Tüm bu noktalardan hareketle, bu tebliğ, ilk olarak, Türkiye’de çağrı merkezlerine yönelik emek çalışmasının içermesi gereken, emek süreci tartışmalarını (vasıf ve denetim, işin değersizleşmesi, kafa ve kol emeği ayrımı, teknolojinin niteliği) sorgulamaktadır. İkinci
olarak ise, Türkiye’de çağrı merkezlerine yönelik emek çalışmasında olması gereken sınıf analizini,
zihin bulanıklığına yol açan sınıf tartışmalarının (beyaz yakalılar, orta sınıf, prekarya, zihin emeği)
bir değerlendirmesi üzerinden, sınıfı klasik Marksist kavramlar ile açıklayarak yürütmektedir.
Burada Yapabileceğin En İyi Şey Buradan Gitmek:
İstanbul’da Çağrı Merkezi Çalışanı Olmak
Tolga Alkan, Marmara Ü.
Bu çalışmada, emek süreci (temel belirleyicileri olan teknoloji, vasıf ve denetim) ve esneklik
(esnek istihdam ve çalışma biçimlerinde esneklik) eksenlerinde çağrı merkezlerindeki çalışma biçimine bakılacaktır.
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
233
Çağrı merkezlerindeki emek sürecinin incelemesi sonucu ortaya çıkan ilk sonuç, yüksek derecede vasıf gerektirmeyen bir çalışma biçimi olduğudur. İşgünün büyük bölümünün üniversite yada
yüksek lisans mezunu olduğu çağrı merkezlerinde çalışanlar eğitim ile elde edilmiş vasıları işlerinde kullanmamaktadır. Çalışanlar arasında iş tatminsizliği ve stresin had safhada oluşu, bu işin
daha iyi bir buluncaya kadar geçici olarak yapılan bir iş olarak görülmesi sonucunu doğurmaktadır. Bu da sermayeye, her zaman düşük ücretlerle çalıştırabileceği, eğitimli ve genç emek gücü
sağlamaktadır. İkinci olarak, çağrı merkezlerindeki iş organizasyonunu, Fordist-Taylorist emek sürecinin kendini yeniden üretmesi olarak tanımlamak yanlış olmayacaktır. Çağrı merkezlerindeki
çalışma biçimine bakıldığında göze çarpan üçüncü bir nokta, esnek çalışma ve esneklik unsurlarının, çağrı merkezlerinde uygulama alanı bulduğudur. Esnekliğin teknolojik ve yönetsel boyutları ile çağrı merkezlerine girdiği, öne sürülebilir. Bu uygulamaların yanı sıra “taşeronlaşma” kavramından, birçok diğer sektör gibi, çağrı merkezleri de giderek daha fazla nasibini almaktadır. Taşeron çalışma sayesinde, yine diğer sektörlerde olduğu gibi, asıl firma çağrı merkezi üzerinden vereceği hizmetlerin tamamını yada bir kısmını başka bir şirkete “outsource” etmekte ve bu yolla taşeronlaştırmanın tüm olanaklarından faydalanabilmektedir. Tüm bunlar olurken asıl şirketin taşeron çağrı merkezinde çalışanlar, merkez işgücünün sahip olduğu olanakların neredeyse hiçbirine sahip olamamaktadır. Sonuç olarak, eski Fordist-Taylorist iş organizasyonunun, kriz sonrası
emek piyasaları ve emek süreçlerinin anahtar kavramı olan esneklik ile harmanlandığı çağrı merkezleri, tıpkı 1900’lü yılların ilk dönemleri için dile getirilen unsurların günümüz dünyasına adapte edilmiş hali olarak karşımıza çıkmaktadır. Bir anlamda çağrı merkezleri, “modern ağır iş fabrikaları” olarak tanımlanabilir.
“Ekmek Yediğim Yer Kötü Konuşamam”:
Erzincan’da Çağrı Merkezinde Çalışmak
Alpaslan Çelikdemir, Ankara Ü.,
Erzincan’a bir kere gittim, 3 gün kaldım. Bu sebeple söyleyeceğim herhangi bir şey orada yaşayan insanların bir lahzasının kötü bir resminden öteye gidemez ne yazık ki. Gidebilemez. Fakat
bir süreklilik adına şunlar söylenebilir; Erzincan’da gündelik hayat pratiğinin sıkışmışlığı üzerine
kurulan, sözüm ona ‘modern’ görünen, şehri tesiri altına almış bir bina ve bu binayı kullanan firmanın oradaki genç nüfusu ve niteliksiz iş gücünü daimi sömürme halinin mevcudiyeti ve sürekliliği vardır. Ben sizlere, Erzincan’da çağrı merkezi pratiği üzerine genel bir değerlendirme yapmaya çalışacağım. Erzincan’da çağrı merkezinde çalışmak, bir süreksizliğin sürekliliğini sağlamak demektir. Çok büyük bir ihtimalle çağrı merkezinde 1-2 sene çalışır – ki girmek için muhtemelen torpil arar-, sonra kamuda veya bir yakınızın iş yerinde –daha zor koşullarla da olsa- iş aramaya başlarsanız. Çok düşük bir ihtimaldir bir terfi alıp orada çalışmaya devam etmeniz. Bu süreksizliğin bilinmesine rağmen bölge gençleri çağrı merkezinde çalışmak istemektedir. Bu gençlerin orada çalışmak istemelerinin ise çok hayati ve anlaşılabilir bazı sebepleri bulunmaktadır. Bu sebepler kısaca, şehrin gençlere dayadığı o kimlikten çıkabilecekleri bir statü kazanma isteği, sosyal hayata entegre olabilme isteği-onların deyimiyle ‘ortama girme’, bir mesaiye tabi kılınabilme isteği ve para
kazanma isteği olarak görülebilir. Erzincan’ın içinde bulunduğu bu zorlu koşullara ve hayata dair
bir çaresizliğe rağmen çalışan arkadaşların firmalarına bağlılıkları ve kendi deyimleriyle ‘satmamaları’ ise ilgi çekicidir. Onlar, çağrı merkezinde hizmet verdikleri gsm operatörünü ve internet
sağlayıcısını, işyerlerini sevmemelerine rağmen, kullanma alışkanlıklarını bırakmıyor, doğu insanının bir özelliği olsa gerek, aksi halde firmalarını satmış olacaklarını düşünüyorlar.
234
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
Erzincan ve çağrı merkezi çalışma pratiği etrafında dönecek tebliğim, Anadolu’da başka coğrafyalarda da karşılaşılabilecek bir resmin Erzincan şubesini temsil ediyor denilebilir. Esas olarak,
Malatya’da da, Erzurum’da da, Gümüşhane’de de benzer hikâyeler yaşanmaya devam etmektedir.
“Evde Bacağımı Uzatınca Kızarlar Diye Geri Çekiyorum”: Uşak’ta
Çağrı Merkezinde Çalışma İlişkileri
Hande Malgaç, Ankara Ü.,
Çağrı Merkezlerindeki çalışma ilişkilerinin üç düzeyde incelendiği araştırmada Uşak’ta çağrı merkezinde çalışmanın doğasının gereklilikleri, çalışma rejimi ve çalışanların örgütlülüğü üzerinde durulacaktır. Çağrı merkezinde çalışmak için aranan vasıf, eğitim, deneyim ve çalışma koşulları üzerinden bir tablo çizilmeye çalışılacaktır. Gelişmiş bir ekonomiye sahip olmayan Uşak özellikle genç işsizliğinin yaygın olarak görüldüğü bir kent. Bu nedenle güvencesiz ve geçici süreli bir
istihdam sağlamasına rağmen Metis Çağrı Merkezi yoğun bir ilgi ile karşılanmış. Çalışma koşullarının olumsuzluğu işten ayrılmaları arttırmasına rağmen işsizlik kaygısı sirkülasyonun devamlı ve
hızlı olmasını sağlamaktadır. Bölgesel ücret uygulamasının görüldüğü sektörde Uşak’taki çalışanlar bu uygulamadan haberdar ve rahatsız ancak Uşak’ın küçük bir olması nedeniyle ücretler yeterli görülmektedir. Çalışma koşullarına dair bir diğer ipucu veren olgu çalışanların sağlık şikayetleri. Özellikle baş ve boğaz ile ilgili sağlık şikayetleri en yoğun olarak rastlanalar.
İş süreci ve denetim ele alındığında işin çok katı bir biçimde denetlendiği görülmektedir. Çalıştıkları alandaki kameralar, aldıkları çağrıların sürekli olarak dinlenmesi, bilgisayar ekranlarının
kontrol edilmesi ve çağrı aldıkları programlar dışında bilgisayarı kullanamamaları teknoloji tabanlı bir denetim sağlarken, takım liderlerinin birebir denetiminde klasik denetim mekanizmalarının devamlılığını göstermektedir. Çalışanların performans denetimleri karşıladıkları çağrı sayısından masa başındaki oturuş biçimlerine kadar uzanmaktadır. Yoğun bir denetimden mekanizmasının işlediği iş süreci gündelik hayata da etkimektedir. Çalışanlardan beklenen sıfır hata ile zamanın tam verimli kullanılmasıdır. Çalışanlar çalışma koşullarının olumsuzluğu, işin denetim sürecinin ağırlığı ve yaşanan sağlık sorunlarının sorumlusu olarak üstlerini görmektedirler. Ağız birliği etmişçesine dile getirilen şikayetlerinin varlığına rağmen kolektif temsil görülmemektedir.
Çağrı Merkezi Örneği Üzerinden Bir Post Fordizm Okuması
İşverenlerin Açmazlarını Aşmasının Yolu Olarak
Eğitim ve Denetim İşçilerin Yeni Örgütlülük Deneyimi Olarak
Gerçeğe Çağrı Merkezi
Mustafa Eren, İstanbul Bilgi Ü., Kültürel İncelemeler
Tevrat Asyalı, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Ü.
Bu çalışmada, günümüzde hala etkin ve derinleşmekte olan post fordizmin çağrı merkezlerinde nasıl işlediği görülmeye ve gösterilmeye çalışılmaktadır. Çalışma sırasında, sektör araştırmasının yanı sıra niteliksel araştırma yöntemlerinden yararlanılmıştır. Çağrı merkezi sektörü, es12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
235
nek çalışmanın bütün olumsuzluklarını içerisinde barındırmaktadır ve yine çağrı merkezi sektörü
göstermektedir ki esnek çalışma koşulları, işveren açısından her ne kadar karlı olsa da olumsuzluklar, açmazlar içermektedir. Özellikle hizmet sektöründe bir yandan esnek çalışma tüm çarklarıyla işlemekteyken diğer yandan işverenler çalışanlarından kurumu temsil etmelerini beklemekte ve bu onların kendi açmazlarını oluşturmaktadır. İşverenler bu açmazları aşmanın yollarını aramakta, yaratmaya çalışmaktadırlar. İşverenlerin bu çabaları, esnek çalışma koşullarının devamlılığını ve bu amaçla işçileri yoğun bir denetim altına almayı hedelemektedir. Bu yönüyle bu çabaların, sorunu ortadan kaldırmaktan ziyade işçiler için kabul edilebilir ve sürdürülebilir kılmayı amaçladığı söylenebilir. İşverenler açısından, bu açmazı aşmanın yolu ise “eğitim” ve “denetim”den geçmektedir. Çalışmanın özgün yanlarından ilkini bu konulara, “eğitim” ve “denetim”e yaptığı vurgu
oluşturmaktadır.
Çalışmanın ikinci özgün yanı ise, yeni örgütlenme biçimlerine yaptığı vurgudur. Bu süreçte
kendi olumsuzluklarını aşma çabası içerisinde olanlar sadece işverenler değildir. İşçiler de bu çabayı göstermekte, esnek çalışma koşullarını kendi lehlerine dönüştürebilmek için örgütlenmeye çalışmaktadırlar. Ancak bu süreçte örgütlenmek, sürecin tüm olumsuzluklarına karşın örgütlenmek demektir. Örgütlenebilmek için, esnek çalışma koşullarını ve ülkemiz işçi sınıfının örgütsüzlüğünü de dikkate alan yeni yöntemler, yeni arayışlar gerekmektedir. Çağrı merkezi sektörü,
bu konuda da özgün bir örnek yaratabilmiştir. Gerçeğe Çağrı Merkezi yapılanması, işçi örgütlenmesindeki yeni yöntem arayışlarının bir örneği olması nedeniyle önemlidir ve irdelenmesi gerekmektedir. Çalışmada, “Gerçeğe Çağrı Merkezi” bu yeni örgütlenme tarzının bir örneği olarak ele
alınacaktır.
Esnek çalışma koşullarının işçiler, çalışanlar lehine dönüştürülebilmesi, ancak bu tür örgütlenme çabalarının artması ve işverenler karşısında bir güç haline gelebilmesiyle mümkündür. Bu
çalışma da post fordist döneme, işverenin kendi açmazlarına ve yeni örgütlenme çabalarına bir
örnek üzerinden ışık tutarak, bu çabaların ufak da olsa bir parçası olabilmeyi kendine gaye edinmiştir ve bunu mutluluk saymaktadır.
236
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
68. OTURUM
YOKSULLUK
Yoksulluk, Gecekondu Olgusu ve
İpotekli Konut Finansmanı Sisteminin Doğal Sınırları
Yener Coşkun, Sermaye Piyasası Kurulu Başuzman, MRICS
Doç. Dr. Kürşat Yalçıner, Gazi Ü., İİBF İşletme B.
İpotekli konut finansman sistemi (İKFS), piyasa mekanizmasına dayalı konut ediniminde/finansmanında kullanılan önemli araçlar arasında yer almaktadır. 5582 sayılı Kanun ile birlikte ipoteğe dayalı konut finansmanı ülkemiz gündeminde de önemli bir yere sahip olmuştur.
İKFS’nin fiyat erişilebilir konut edinimini kolaylaştırmasının konut sorununun çözülmesine katkı sağlayabilecek bir unsur olabileceği ve ipotekli konut finansman sisteminin alt ve orta gelir
grubunun konut sorununun çözümlenmesine yönelik bir önceliğinin bulunması durumunda
konut politikaları bağlamında önemli bir araç haline gelebileceği düşünülebilir. İKFS’nin gelişmesi taşınma-finans piyasaları arasındaki bağı güçlendirerek konut ve finans piyasalarının gelişmesini olumlu yönde etkileyebilmektedir. Özellikle İKFS’si gelişmiş olan ülkelerde söz konusu durumun gözlenmesi mümkündür. Konut politikası bağlamında ise; İKFS’nin temel amacının özellikle alt/orta gelir grubunun konut (finansmanı) sorununun çözülmesinin kolaylaştırılması olarak belirlenmesi gerektiği düşünülmektedir. Bu kapsamda İKFS’nin başarım düzeyi üzerinde, birbiri ile ilişkili olduğu görünen, sistemin tamamlanmışlık derecesi ve fiyat erişebilir ürünler sunabilme kapasitesi etkili olmaktadır. Konut politikalarındaki tutarsızlıklar, taşınmaz ekonomisi-finans bağının etkin olmaması ve İKFS birincil/ikincil piyasalarındaki kurumsal
eksiklikler gibi diğer önkoşulların yanısıra, İKFS’nin ülkemizde yeterince gelişme gösterememesinin temel nedenleri arasında; gelir yetersizliğinin (yoksulluk) ve (informel ekonomi ve) informel konut finansman sistemlerinin yaygın/etkili olmasının önemli bir yerinin bulunduğu düşünülmektedir. Bu bağlamda ülkemizdeki gecekonduya dayalı konut edinme/üretimi/finansmanı biçimlerinin, hukuksal süreçler ve mülkiyet ilişkileri gibi konularda formel konut edinme sisteminin dışında kalması dikkat çekicidir.Literatür taraması ve karşılaştırmalı veri analizi çerçevesinde yapılan çalışmamızda İKFS’nin gelişme koşulları ile birlikte, doğal sınırlarının neler olabileceği incelenmiştir. İnceleme kapsamında özellikle gelir dağılımı, yoksulluk ve gecekondu
olgusu bağlamında informel konut finansmanı ile İKFS’nin gelişme koşulları arasındaki ilişki de
incelenmiştir.
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
237
İncelememiz sonucunda gecekondu ekonomisinin ve yoksulluğun egemen olduğu bir
sosyo-ekonomik yapıda; kredi alma/geri ödeme kapasitesi olan gelir grubuna yönelik olduğu
görülen İKFS’nin gelişme göstererek ölçek ekonomisi yaratmasının güç olabileceği sonucuna
ulaşılmıştır. Bu bağlamda gecekonduların ülkemizde ulaştığı boyutların; formel konut piyasası
(finansmanı) ve söz konusu altyapı çerçevesinde gelişmesi beklenen İKFS için dikkat çekici bir
sınıra işaret ettiğini belirtmek gereklidir. Bu kapsamda, konut sahipliğinin artırılmasını amaçlayan İKFS’nin gelişimi için gerekli ön koşulların oluşturulması sürecinde teşvik mekanizmalarının kullanılabileceği ve alt/orta gelir gruplarının İKFS yoluyla konut sahipliğini destekleyecek
konut politikalarının konut sorununun çözümlenmesinde etkili olabileceği düşünülmektedir.
Kamusal Yoksulluk Endeksi: Türkiye 1999 – 2010
Doç Dr. Sezai Temelli, İstanbul Ü., SBF Kamu Yön.B.
Geçmiş yıllarda üzerinde çalışmaya başladığım bir konu olan “kamusal yoksulluk endeksi” çalışmasını bu yılki Türk Sosyal Bilimler Derneği, Onikinci Ulusal Sosyal Bilimler Kongresi’nde
yeniden ele alıp geliştirmek istemekteyim. Çalışmam, yoksulluk kavramını ve yoksulluk ölçümünü kamu alanına taşımayı ve farklı bir yoksullaşma sürecini irdelemeyi amaçlamaktadır.
Yoksulluk kavramı ağırlıklı olarak sosyal bilimler içinde bir ‘sosyal olgu’ düzeyinde ama çoğunlukla birey olumsal bir yaklaşımla ele alınıp incelenmekte ve mevcut görüngünün sınıfsal
ve toplumsal yapıdan yalıtılarak soyutlandığı bir kategori olagelmektedir. Buna karşılık, yoksullaşma neoliberal dönemin toplumsal alandaki en belirgin izdüşümüdür. Neoliberal dönemin
birikim süreci kaçınılmaz olarak bir yoksullaşma eşleşmesiyle sürmek zorunluluğunu kendi dinamiğinde yeniden üretegeldi. Bu eşleşme de belirginleşen ilişkiler toplumsal maliyeti yansıtması açısından büyük önem taşımaktadır. Neoliberal süreç yoksullaşmayı sosyal haklar alanında yoğunlaştırırken, bu yoksullaşmanın saklandığı sosyal politika ironik olarak yoksullukla mücadele programlarıdır. Bir yanıyla hızla toplumsal haklar geriletilirken, diğer taraftan hayırseverlik ilişkileri toplumsallaştırılmış, sosyal maliyetler birikim rejiminden yalıtılmış ve kamusal
kaynaklar kamusal yoksulluğu artıracak şekilde yeniden finans sermaye lehine dağıtılmıştır.
Sosyal güvenlikten, eğitime, sağlık alanından diğer birçok sosyal nitelikteki kamu harcamaları küçültülüp piyasacı bir algıya teslim edilirken, vergiler ve borçlanma yoluyla yeni kamu
finansmanı ikinci bir yoksullaştırıcı işlev üstlenmiştir. Toplumda yoksullarla ‘dayanışma’ya giren
hâkim siyaset, sermayenin de ittifakıyla toplumsal yaşamda bir yoksul ve ona yardım eden yaratarak yoksullaşanları, hak yitimine uğrayanları görünmez kılabilmiştir. Hâkim siyasetin sınıfsal yapıları dikkate almak yerine giderek sınıf dışı bir algıya sosyal politikayı indirgeyen anlayışının da etkisiyle toplumsal haklar hızla daralırken, kampanyalara dayalı bir sadaka ilişkisi toplumsal meşruiyetini kısmen de olsa yaratabilmiştir.
Bütçe hakkı, sosyal haklar, emek ve çalışma yaşamına dair tüm hakların bu derece hızla
geriletilebildiği bir dönemde madunların sessizliği nasıl sağlanabilmektedir sorusunun yanıtı
farklı bir yoksulluk ölçümüyle bu çalışmada aranmaktadır. Kamusal yoksulluk endeksi kamunun sosyal alanda yaratığı toplumsal maliyetlerin yarattığı yoksullaşmayı ölçmeyi amaçlamaktadır.
238
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
Aile Sigortası
Türkiye’de Yoksullukla Mücadelede Bir Araç Olabilir mi?
Abdullah B. Haznedaroğlu, Maltepe Ü., SBE, İktisat Doktora Prg.
Şükran Özkan, Maltepe Ü., SBE, İktisat Doktora Prg.
Aile sigortası kavramı 2010 yılının ortalarından itibaren Türkiye’nin gündemini meşgul eden güncel bir konudur. Türkiye’de 1974 yılında yürürlüğe giren Uluslararası Çalışma
Örgütü’nün (ILO) 1952 tarih ve 102 sayılı sosyal güvenliğin asgari normlarına ilişkin sözleşmesinin 7. bölümünde aile sigortası kavramı yer almaktadır. Ancak buna rağmen aile sigortası henüz Türkiye’de uygulanmamaktadır. 102 numaralı sözleşmede tanımlanan, uzun ve kısa vadeli dokuz sigorta kolu dışında sosyal hizmetler ve sosyal yardımlar da geniş anlamda sosyal güvenlik ya da sosyal koruma sistemi içinde yer almaktadır. Sosyal hizmetler daha ziyade bakıma
muhtaç olanları ve onların bir yaşam standardı için gerekli görülen tüm ihtiyaçlarının karşılanmasını kap¬sarken, sosyal yardımlar vasıtasıyla yoksulluk ile mücadele edilebileceğine inanılmaktadır. Vatandaşlık geliri modeli de, yoksullukla mücadele açısından son yıllarda Türkiye’de
gündeme getirilmekte ve tartışılmaktadır. Türkiye İstatistik Kurumunun (TÜİK) her yıl yayınladığı yoksulluk çalışması sonuçlarına göre Türkiye’de yoksulluk oranı 2008 yılında % 17,11 ve 2009
yılında 18,08 olarak gerçekleşmiştir. Bir ülkede yoksulluğun varlığı, o ülkede sosyal politikaların
etkili bir biçimde uygulanmadığının göstergesidir. Bu çalışmanın amacı ILO’nun 102 sayılı sözleşmesinde yer alan aile sigortası kavramını incelemek ve Türkiye’de artan yoksulluk ile mücadelede aile sigortasının bir araç olup olamayacağını tartışmaktır. Bu kapsamda dünyadan örnek uygulamalar gözden geçirilecek, aile sigortasının uygulamasının Türkiye’de olası sonuçları, yoksul aileler için asgari yaşam standardını sağlayıp sağlamayacağı, yurttaşlık geliri ve aile sigortası arasındaki ikilik, aile sigortası uygulanması için kaynak gereksinimi ve bazı siyasi partilerin önerdikleri alternatif uygulamalar ( Aile Sigortası Programı, Aile Sosyal Destek Programı
vb. ) tartışılacaktır. Anahtar Kelimeler: Aile Sigortası, Sosyal Güvenlik, Yoksulluk
Yoksul Yasaları’ndan Yoksulluğu Azaltma Stratejilerine:
Sosyal Politikada Anlayış, Araç ve Hedelerde Benzeşme
Araş. Gör. Denizcan Kutlu, Ankara Ü., SBF Çalışma Eko. ve End. İlişk. B.
Bu bildiride, Dünya Bankası’nın yoksulluğu azaltma stratejilerinin Türkiye’ye yansımaları ile İngiltere’de 16 ila 19.’uncu yy. arasında uygulanan Yoksul Yasaları arasındaki benzerlikler,
devlet ve işgücü piyasası arasındaki ilişkinin bir biçiminin ve buna koşut liberal-muhafazakâr
yaklaşımın tekrarlanması temelinde tartışılacaktır. Sosyal politikaya ilişkin bu iki dönem arasındaki benzerlikler, “Liberal-muhafazakâr anlayışın sosyal politikaya yaklaşımı açısından tarih
bize ne söylüyor?” sorusu eksinde, anlayış, hedef ve araçlar bakımından saptanmaya çalışılacaktır. Kapitalizmin farklı gelişim dönemlerine ait sosyal politika uygulamaları, odağında ister
yoksul ister ücretli istihdam olsun, devlet ve işgücü piyasası ilişkisinin belirli bir biçim ve araçlar toplamına denk düşer. Bir başka deyişle, devletin işgücü piyasasına müdahalesinin belirli bir
biçimi, buna uyum gösterecek sosyal politika anlayış, hedef ve araçlarını da beraberinde getirir. Devlet ve işgücü piyasası arasındaki ilişkide belirleyici olan ise sermaye birikim süreçleri ve
sınıf mücadeleleridir. Yoksul Yasaları da, kapitalist birikime, özgürleşmiş emek ve serbest bir işgücü piyasasının oluşumuna yönelik farklı biçimler almıştır. Karşılaştırıldığında toplumsal düzenleme araçlarının yoksula yönelmesinin, özellikle kapitalist üretim tarzı altında emeğin ve işgücü piyasasının yeniden örgütlenmesine yönelik olduğu görülmektedir. Bu durum kuşkusuz,
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
239
fordist birikim rejimi koşulları için de geçerlidir. Ancak her iki dönemin özelliği ya da hedefi,
sosyal politikanın, ücretli istihdam ve kolektif haklara dayanması değil, sosyal desteğe gereksinim duyan muhtaç ve düşkünlerle sınırlandırılarak, yedek işgücü rezervinin denetimi ve gerektiğinde istihdam edilebilirliğine indirgenmesi olarak belirmektedir. Günümüzde de, sosyal politikanın ücretli istihdam merkezli klasik araçlarına (toplu iş sözleşmeleri, iş yasaları, sosyal güvenlik, vs.) ağırlık verilmesinden çok, bunlardan ancak devlet müdahalesini en az içeren fonksiyon olan sosyal yardımlar ve tamamlayıcı önlemler öne çıkartılmakta, dönüşümün yönü kolektif haklardan bireysel yardımlara doğru olmaktadır. Dünya Bankası’nın yoksulluğu azaltma
stratejileri de bu çerçevede, neo-liberal yapısal uyum programları, yeni kalkınma paradigması,
emek-yoğun büyüme, beşeri sermayeye yatırım, beceri eğitimleri, büyümeden pay alamayanlar için bir güvenlik ağının oluşturulmasını teşvik eden politikalar, yönetişim, sosyal yardımlar,
mikro kredi destekleri ve esnek çalışma biçimleri gibi başlıkları içeren çok boyutlu bir nitelik taşımaktadır. Bu sürecin Türkiye’de deneyimlendiği görülmektedir. Ayrıca Türkiye söz konusu olduğunda, sosyal politika ortamına damgasını vuran liberal-muhafazakâr yaklaşım, farklı iki siyasetin bir araya gelmesinden çok, iç içe geçme, bütünleşme ve tek bir siyaset olma özelliğini taşımaktadır. Bu yaklaşım, sermaye birikim süreçleri ile bağlantılı ve devlet ve işgücü piyasası ilişkisinin belirli bir biçiminin yansımasıdır. Anlayış olarak da kamusal sorumluluktan ahlakî
yükümlülüklere doğru bir dönüşümü ve iktisadi yapı ve işgücü piyasasının liberalleştirilmesini içermektedir. Bu bildirinin konusu olan her iki döneme ait benzer sosyal politika anlayış, hedef ve araçları, benzer bir devlet ve işgücü piyasası ilişkisine dayanmakta ve denk düşmektedir. Böylelikle, her iki dönem arasındaki benzeşmeleri, iktisadî yapı, devletin müdahale tarzı ve
araçları, hak, denetim, hayır anlayışı ve gönüllü girişimler, dinsel referanslar, çalışma ile ilişkilenme, aile, ahlakî ve kültürel ortam, yoksul tipi gibi başlıklar altında toplamak mümkündür. Bildiride, bu karşılaştırma kapitalizmin farklı gelişim dönemleri ve sermaye birikiminin gereklilikleri
ile ilişkilendirilecektir.
Türkiye’de Eşitsizliklere Yaklaşım
Dr. Emine Tahsin, İstanbul Ü., İktisat F.
İktisat literatüründe, iktisadi büyüme, yoksulluk ve eşitsizlikler arasındaki ilişkiye dair sayısız çalışma mevcuttur. Bu çalışmada öncelikle neoliberal politikaların uygulanmaya başlanması
ile Türkiye’de eşitsizliklerin tanımının nasıl yapıldığının analizi amaçlanıyor. Neoliberal politikalar,
Washington uzlaşısı ve de özellikle Dünya Bankası kalkınma politikalarının son on yılda şekillenmesinde etkili olan Washington sonrası uzlaşının iktisadi kalkınma ve eşitsizliklerin tanımına yaklaşımı ele alınırken, bu süreçte Türkiye’de uygulanan (ya da uygulanacağı tanımlanan ) kalkınma
politikalarının içeriği tanımlanacaktır. Dünya Bankası’nın Türkiye’ye yönelik kalkınma politikalarını veri alarak Türkiye’de eşitsizliklere yaklaşım ile uygulanan politikaların temelleri analiz edilmeye çalışılacaktır. Dünya Bankası bünyesinde yoksullukla mücadele programları kapsamında sosyal riski azaltma projesi, şartlı nakit transferleri gibi politikalar gündeme gelirken söz konusu politikaların eşitsizlikleri giderip gidermeyeceği, yoksulluğu önleyip önleyemeyeceği tartışılmaktadır. Dünya Bankası bünyesinde yoksulluğun giderilmesine öncelik veren politikalar kalkınma politikaların temel hedefi haline dönüşürken yoksul olanlar ve olmayanlar arasındaki ayrışma eşitsizliklerin kaynağının irdelenmesinin de önüne geçebilmektedir. Yine bu çalışma kapsamında
Türkiye’de salt TÜİK’in hazırladığı hanehalkı bütçe anketlerine dayanarak açıklanan yoksulluk verileri ile yapılacak olan analizlerin eşitsizliklerin kaynağını tanımlamada yeterli olamayacağını ileri sürmek mümkündür. Tüm bu verilerden yola çıkarak eşitsizliklerin tanımının analizi yapılırken
aynı zamanda Türkiye’de eşitsizliklerin kaynağı sorgulanmaya çalışacaktır.
240
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
69. OTURUM
KKTC’DE DEĞİŞİM
Devlet Teorileri ve Politik Ekonomi Perspektifinden
1943’ten Bugüne Kıbrıs Türk Siyaseti
Hakan Arslan, İstanbul Bilgi Ü. Siy. Bil. Uluslar İlişk. B
Kıbrıs’a ilişkin Türkçe literatür, ağırlıklı olarak, Kıbrıs’ı uluslararası ilişkiler alanına ait bir dış politika sorunu olarak gören, Kıbrıslı Türkleri de, bu sorunun, bütüncül (unitary) bir aktörü olarak ele
alan çalışmalardan oluşur. Kıbrıs’ta yakın dönemde tecrübe edilen en dramatik dış politika olayı,
24 Nisan 2004’te her iki tarafta referanduma konan Annan Planı’dır. Plan’a eşlik eden süreçte, Plan
sürecine, öncesi ve sonrasıyla eşlik eden en dramatik iç olay ise, 10–11 Aralık 1999 Helsinki Zirvesi sonrasında, ilginç biçimde bankalar kriziyle birlikte patlak veren muhalefet dalgası, tam olarak muhalefet çevrimi (cycle of contest) ve buna eşlik eden iktidar değişiklikleri, meşruiyet ve istikrar krizleridir. Bir dış politika sorunu olarak Kıbrıs ele alınırken, yakın dönemdeki değişim süreçleri, uluslararası ilişkiler seviyesinde kalarak ve bütüncül aktörler üzerinden kavranamaz. İç dinamikleri göz önünde tutmak şarttır. Bununla birlikte, Kıbrıs Türkler söz konusu olduğunda, iki kritik
kriz süreci birlikte ele alınmalıdır: Bunların ilki, siyasi rejim seviyesindeki bir “meşruiyet krizi”, ikincisi ise, ekonomik krizdir. Bugün KKTC’de, devleti tanımlayan yapı ve ilişkiler, devletin şiddet araçları üzerinde meşru tekeli, toprak (territory) ve mülkiyet rejimi, yurttaşlık rejimi, parlamenter temsiliyet, vergileme ve kamu maliyesi, içeriye ve dışarıya doğru emek, mal ve para akımlarını kontrol
etmek yetkisiyle ve yeteneğiyle tanımlanan bir “ulusal ekonomi”, vs. çok ciddi sürdürülebilirlik sorunlarıyla malüldür. Bu durum, iç dinamikleri, daha açık olarak ise, yukarıda sayılan yapı ve ilişkileri, ilk planda, 1) “devlet teorileri”, 2) “politik ekonomi” perspektifiyle ve aynı zamanda, 3) “tarihsel
olarak” ele almak suretiyle çelişki ve sorunlarını mercek altına almayı gerektirmektedir. Bu çalışmanın en temel önermesi, veri aldığı tarihsel koşullar altında, yani, (a) iki toplumun iç içeliği ve (b)
Kıbrıs Türk toplumunun düşük iktisadi artık üretme kapasitesi, milliyetçi projenin iki ögesi, yani
(c) devlet inşası (somut olarak Taksim) ve (d) sermaye birikimini desteklemek arasında, bir çelişki
bulunduğu ve Kıbrıs Türk liderliğinin bu çelişkiye bağlı sorunları çözemediği gibi, çözmek üzere
başvurduğu yolların da, bugün eleştirilen ve sürdürülebilirliği çok kuşkulu politik, ekonomik, kültürel toplumsal oluşumu ortaya çıkarttığıdır. Bu teorik–tarihsel çerçeve içerisinde, devlet inşası ve
sermaye birikim süreçleri bakımından, Kıbrıslı Türkler’in tarihi, beş ana döneme ayrılarak ele alınmakta ve yukarıda önerme desteklenmeye çalışılmaktadır. Söz konusu ana dönemler şunlardır:
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
241
1. (1943–1960) De-kolonizasyon, Elitler İçi Güç Mücadelesi, Taksim;
2. (1960–1963) Kıbrıs Cumhuriyeti, Ortak Devlet;
3. (1964–1974) Enklav Hayatı, Üretim Dışı ve Askeri Emek;
4. (1974–1986) Net Servet Trasnferi, Türkiye’den Tarımsal Emek Gücü ve Mali Transferi, İthal
İkameci Kalkınma;
5. (1986–) Neo-liberal Reformlar, Kriz.
Bu çalışmanın amaçları bakımından en kritik olan ve burada üzerinde yoğunlaşılan konjonktür, verili tarihsel koşullar altında [yukarıda (a) ve (b)], devlet inşası (c) ile sermaye birikimini (d)
desteklemek arasındaki çelişkinin belirlediği 1964–1974 dönemiyle, bunu çözmek üzere, 1974
sonrasında, Kıbrıslı Rumlar’dan elde edilen net servet transferiyle Türkiye’den sağlanan mali transferleri temel alan bütüncül bir devlet, bir sosyo-ekonomik oluşum ve bir sınıfsal işbölümü tasarımının pratiğe konduğu geçiş sürecidir.
Jeopolitik ve Etno-Milliyetçi
Çatışma Modelinden Öteye Gitmek:
Kıbrıs’ta Alternatif bir Devlet Kavramsallaştırması
Üzerine Düşünmek
Dr. Umut Bozkurt, Doğu Akdeniz Ü.
Nicos Trimikliniotis, PRIO Cyprus Centre
Kıbrıs sorunu ağırlıkla iki farklı kavramsal çerçeve içinden değerlendiriliyor. Sorun ya küresel/bölgesel jeopolitik bir mesele ya da etno milliyetçi kimlik çatışması olarak okunuyor. Bu tebliğ liberal
çatışma çözümü modeli ve küresel/ bölgesel jeopolitik model olarak anacağımız bu iki genel kabul görmüş çerçevenin bir eleştirisini sunmayı, ve Kıbrıs’taki devlet formasyonunu anlamak için
alternatif bir hareket noktasından yola çıkmayı öneriyor. Anılan iki modelin de temelinde realist
kuramın devlete ilişkin temel öngörüsü, yani devletlerin tekil, rasyonel aktörler olarak kavramsallaştırılması yatıyor. Kıbrıs’taki literatürde sık sık devletin “nötr, liberal bir arabulucu ve bağımsız bir
iktidar kaynağı” olarak işlemediğine dair eleştiri öne çıkıyor. Bu yaklaşım devletin toplumsal güçler tarafından zaptedilmediği, toplumdaki farklı kesimlerin taleplerinden bağımsız olarak işlev
gösterebilen bir devlet modelini idealleştirdiği ölçüde, Kıbrıs’taki devletin/lerin bu modele uymadığı için bir istisna olarak görülmesine yol açıyor. Oysa Marxist literatürün devlet kavramsallaştırmasına yaptığı en önemli katkı devletin hiçbir şekilde toplumdaki çatışan çıkarlardan bağımsız olamayacağı ve her hangi bir tarihsel dönemeçte alınan kritik kararların varsayımsal bir ulusal
çıkarı değil, toplumu oluşturan sınılar ve diğer içsel ve dışşal aktörlerin çatışan taleplerinin belli
bir uzlaşmasını yansıttığıdır. Sözü edilen iki model sadece kuramsal anlamda bir takım kısıtlamalarla belirlenmekle kalmıyor, aynı zamanda siyasi olarak da bir çıkmaz yola çıkarıyor. En önemlisi, Kıbrıs’taki siyasal ve sosyal güçlere bir öznelik atfetmeyerek sorunun nihai çözümü için harekete geçmesi elzem olan iç dinamikleri iktidarsızlaştırıyor. Dolayısıyla bu tebliğ, hem kuramsal hem
siyasi kısıtlamaları olan bu yaklaşımların eleştirisini sunmak aracılığıyla Kıbrıs’taki devlet formasyonlarına ilişkin alternatif bir bakış açısının önünü açmaya çalışmayı amaçlıyor.
242
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
Kıbrıs ve Kıbrıslılık:
Bir Söylem Analizi Çalışması
Prof. Dr. Sibel A. Arkonaç, İstanbul Ü., Edb. F. Psikoloji B. Sosyal Psikoloji ABD Başkanı
Uzm.Psk.Elçin Elçi, İstanbul Ü., Edb. F. Psikoloji B.
Uzm.Psk.Umut Şah, İstanbul Ü., Edb. F. Psikoloji B.
Uzm Pdg. Esra Bakiler, İstanbul Ü., Edb. F. Psikoloji B.
Bu araştırmanın amacı, KKTC’ de yaşayan Kıbrıslıların ve Türkiyelilerin Kıbrıs Meselesini konuşurken hangi söylem kaynaklarını kullandıklarının, bu kaynaklara dayanarak/bu kaynakların içinden ne gibi pozisyonlar ürettiklerinin ve bunları nasıl müzakere ettiklerinin söylem analizi yöntemiyle incelenmesidir. Bu amaçla KKTC’de yaşayan Türkiyeliler ve Kıbrıslılarla, Kıbrıslı olmak, Kıbrıs
ve KKTC tarihi, işgaller ve göçler, ekonomik sorunlar, Türkiye ile ilişkiler, Rumlar ve görülen sorunlara çözüm önerilerinin konuşulduğu odak gruplar düzenlenmiştir.
Bunun için ikisi sadece Kıbrıslılardan diğer ikisi sadece KKTC’de yaşayan Türkiyelilerden kalan dördü ise hem Kıbrıslı hem Türkiyeli katılımcılardan oluşan toplam sekiz odak grup düzenlenmiştir. Her odak grupta görüşmeci dahil toplam üç kişi olmak üzere katılımcı sayısı toplam on altı
kişidir. Odak gruplarda en az bir saat sürecek şekilde “Kıbrıs meselesi” üzerine tartışmalar yapılmış,
katılımcıların izni ile ses kayıtları alınmış daha sonra kimlikleri gizli kalacak şekilde yazıya dökülerek elde edilen metinlere eleştirel söylem analizi uygulanmıştır.
Katılımcıların konuşmaları defalarca okunarak önce “Kıbrıs meselesini” ne gibi farklı temalarla ele aldıkları saptanmaya çalışılmış daha sonra bu temalar içinde ürettikleri müzakerelerde kendilerine, diğer ada sakinlerine ve Türkiye’dekilere ne gibi pozisyonlar verdiklerine, meseleyi nasıl
tanımladıklarına ve bu tanımlama esnasında öne sürülen argümanların ideolojik olarak ne tür ve
ne gibi ikilemler içersinde kaldığına bakılmıştır. Değerlendirme süreci devam etmektedir.
Anahtar Kelimeler: Kıbrıs, Kıbrıslılık, İdeolojik İkilemler, Söylem, Söylem Analizi
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
243
70. OTURUM
GÖÇ VE GÖÇMENLİK
Almanya’da Türkiyeli Göçmenlerin Üçüncü Kuşak Çocuklarının
Bölünmüş Kaderleri ve Eğitimdeki Başarısızlıklarının
Yapısal Nedenleri
Araş. Gör. Dr. Fuat Güllüpınar, Anadolu Üniversitesi, Sosyoloji B.
Bu çalışma, Almanya`da son yıllarda yapılan yasal reformlara rağmen, yurttaşlığın doğasının
hala “ayrımcı,” “dışlayıcı,” ve “hiyerarşik” olmaya devam ettiğini iddia etmektedir. Bu çalışma açısından sorun, Türkiyeli göçmenlerin üçüncü veya sonraki kuşakların entegrasyonun gerçekleşip
gerçekleşmeyeceği değil, bu entegrasyonun Alman toplumunun hangi kesiminde ve hangi ölçüde gerçekleşeceğidir. Yani, Türk göçmenlerinin çocukları için sorun artık Almanya`da kalmaları
ya da Türkiye’ye dönüp dönmeyecekleri değil, onların kültürler arası yetenekleri ve kimliklerinin
güvenli bir şekilde yaşayabilecegi alanların nasıl oluşturulacağıdır. Bu çalışma, Almanya’daki Türk
gençlerinin eğitim alanındaki başarısızlıklarının ve bunun arkasındaki yapısal faktörlerin neler olduğunu temel olarak Goslar kasabasında Türk gençleri ve Alman eğitim uzmanlarıyla yapılan 60
tane derinlemesine mülakatlara dayanarak cevaplamaya çalışmaktadır. Ayrıca, Almanya’daki eğitim raporları, PİSA araştırmaları destekleyici veriler olarak kullanılmıştır. Gerek PİSA araştırmaları
gerekse Goslar kasabasında alan araştırmasındaki derin mülakatlardan edindiğimiz sonuçlar göstermektedir ki, Almanya’da Türk çocuklarının marjinal konumları devam etmektedir ve bu gençlerin göçmen geçmişleri ve etnik kökenleri eğitim ve emek piyasasında fırsatlara ulaşmalarında
hala önemli bir engel olarak karşımızda durmaktadır. Bu çalışma, temel olarak iki soruyu cevaplamaya çalışmaktadır: Almanya eğitim sistemi ve politikaları kültürel çeşitliliğin tanınması noktasında eşit fırsatlar sunmakta mıdır, yoksa daha çok özellikle Türkler gibi bazı etnik azınlık veya
grupları dışlamakta ve ayrımcılık mı uygulamaktadır? Eğitim ve emek piyasasına ulaşma meselesi
Almanya’da Türk göçmen çocukları için hala büyük bir eşitsizlik ve dışlayıcılık unsuru mudur? Bu
sorulara cevap bulmak amacıyla, Goslar kasabasındaki Türk gençleri ve Alman profesyonel eğitimcileriyle yapılan derinlemesine mülakatlara dayanarak, Türk gençlerinin eğitim alanındaki deneyimlerini analiz edilmektedir. Çalışma, Türk göçmenlerinin çocuklarının eğitim göstergeleri açısından yukarı doğru hareketliliğinin oldukça sınırlı kaldığını ve çoğunlukla aşağıya doğru hareketlilik deneyimlediklerini ortaya koymaktadır. Bu çalışma, Türk gençlerinin eğitim ve emek piyasasına entegrasyonundaki başarısızlığında, onların sosyal ve kültürel sermaye gibi grup özellikle244
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
rinden ziyade, yapısal ve kurumsal faktörlerin (eğitim politikaları, eleyici eğitim sistemi, kültürlerarası bir müfredatın olmaması, kurumsal ayrımcılık) geniş bir şekilde etkili olduğunu savunmaktadır. Bu durum birçok faktörün bir araya gelmesinin bir sonucu olarak açıklanabilir: ebeveyn kuşağının sosyal ve kültürel sermayesinin eksikliği; eğitim sisteminin dezavantajlı ailelerin çocuklarının eğitimde ilerlemelerini desteklememesi; emek piyasası ve mesleki eğitim için okul derecesinin aşırı önemli oluşu ve eğitim alanında doğrudan ve dolaylı ayrımcılığın olması.
Anahtar Kelimeler: Entegrasyon, aşağı doğru sosyal hareketlilik, kurumsal ayrımcılık, eğitimde eşitsizlik, Türk göçmen çocukları, Goslar/Almanya.
Kültürel Sermaye Olarak Çok Dillilik ve Ulusaşırı Kimlik
Dr. Emre Arslan, Bielefeld Ü., Dil-Edebiyat ve Sosyoloji B.
Ulusal dil, resmi dil, anadil ve yabancı dil gibi çeşitli biçimleriyle dil olgusu günümüzde çoğunlukla ulusallık kavramının doğal bir bileşeni olarak algılanmaktadır. İster Türkiye’de ister
Almanya’da olsun, azınlık veya göçmen dillerine ve ulusaşırı kimlik oluşumlarına karşı şüpheyle
bakma eğilimi hakimdir. Bu eğilim, yabancı olana ve bilinmeyene karşı duyulan bir korkudan ziyade toplumda egemen olan sosyal eşitsizliğin sistematik olarak yeniden üretilip meşrulaştırılması
mekanizmalarından kaynaklanmaktadır. Dil ve ulusal kimlik kavramlarının özcü ve idealist bir şekilde algılanması bu mekanizmalardan birisidir. Bu bildiride, bu kavramların eleştirel ve maddeci bir analizi için kültürel sermaye kavramının önemli teorik olanaklar sunabileceği iddiası tartışılacaktır. Bu iddiayı temellendirmek için Alman eğitim sisteminde egemen olan tekdilli habitusu
ve diğer eşitisizlik mekanizmaları örneği üzerinde durulacaktır. Ayrıca Bielefeld Üniversitesindeki
‘Çokdillilik projesi’ bağlamında Türkiye kökenli öğrencilerle yürütülmekte olan ampirik araştırmanın verileri de teorik iddianın desteklenmesi için kullanılacaktır.
“Türkiye’den Almanya’ya Evlilik Göçü:
Boylamsal bir Nitel Araştırma Projesinden Sonuçlar”
Can Aybek, Alman Federal Nüfus Araş. Kurumu
İsmet Koç, Hacettepe Ü., Nüfus Etütleri Ens.
İlknur Yüksel-Kaptanoğlu, Hacettepe Ü., Nüfus Etütleri Ens.
Gaby Straßburger, Katolik Sosyal Hizmetler YO
Türkiye’den Almanya’ya gerçekleşen göçler içinde evlilik göçünün önemli bir yeri bulunmaktadır. Yurtdışında yaşayan bir kişiyle evlenerek eşinin yanına göç etmek, göç öncesi bir hazırlık dönemi ve göç sonrasında hem göç edilen ülkeye hem de evliliğe bir alışma ve uyum dönemini içermektedir. Evlilik göçü olgusuna bütünsel olarak bakabilmek için, göç eden eşin bakış açısının ve deneyimlerinin yanında ‘göç alan’ eşin de bakış açısı ve deneyimlerinin dikkate alınması gerekmektedir. Eşlerin karşılaştıkları koşulları algılamaları, tepkileri ve sorunlarla baş etme yöntemleri aynı olmayacağından, evli çiften her iki eşle de görüşülmesi farklılaşmalara ilişkin bilgi vermesi açısından önemlidir. Bu çalışmada, Koç Üniversitesi Göç Araştırmaları Merkezi (MireKoç) tarafından desteklenen ve bir panel araştırma olan “Türkiye’den Almanya’ya Evlilik Göçü: Boylamsal Bir Nitel Araştırma Projesi” verilerinin analiz sonuçları paylaşılacaktır. Çalışmanın verisi, evlen12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
245
dikleri eşin yanına gitmek için Türkiye’den Almanya’ya göç eden kadınlar ve erkekler ile onların
Almanya’da yaşayan eşleriyle yapılan derinlemesine görüşmelerden elde edilen bilgilere dayanmaktadır. Çalışmanın temel amacı, çiftlerin evlilik göçü nedenlerini ve aile kurma süreçlerindeki
deneyimlerini ortaya koymak ve bu süreçte karşı karşıya kalınan kurumsal düzenlemeler ve sosyal pratikleri, göç sürecinin farklı zamanlarında gerçekleştirilen görüşmeler aracılığı ile ayrıntılı
olarak irdelemektir.
Bu amacı gerçekleştirmek için yürütülen proje kapsamında evlilik göçü sürecine dahil olan
kadın ve erkekler ile göç öncesi, göç süreci, göç sonrasını kapsayan yaklaşık on aylık bir dönem
içinde farklı zamanlarda görüşülmüş, böylece söz konusu göç süreci boylamsal olarak izlenmiştir. Tek görüşmeye dayalı nitel yöntemler ile karşılaştırıldığında boylamsal nitel yöntemler özellikle göç gibi dinamik bir sürecin analizinde daha güvenilir ve geçerli sonuçlar sunmakla birlikte,
boylamsal araştırma tasarımı bazı metodolojik ve pratik sorunları da beraberinde getirmektedir.
Bu nedenle, çalışmada evlilik göçü sürecinde yaşanan kişisel deneyimler, bakış açıları ve kurumsal düzenlemelerin tartışılmasının yanı sıra yöntemle ilgili pratik ve metodolojik konular da tartışılacaktır.
246
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
71. OTURUM
AB VE ULUS DEVLETİ
Modernliğin Krizinden Kurtulabilecek
Yeni Bir Avrupa Siyaset Anlayışı Yaratmak
Arş. Gör. R. Burçin Sarıca, Ufuk Ü., İİBF Siy. Bil. ve Uluslar. İlişk.
20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren, dünyada başlıca iki farklı tablo söz konusudur; ilk
tabloda iki dünya savaşını ağır bir şekilde atlatan Avrupa bulunmakta iken, ikinci tabloda söz
konusu iki savaştan zaferle çıkan ABD bulunmaktadır. Kıta Avrupası’nın aşkın egemenliğine
karşın emperyal ve içkin egemenliğin bir zaferi, Avrupa siyasi düşüncesinin merkezi devletine karşın, ABD’nin yayılmacı devletinin bir üstünlüğüdür bu. Söz konusu tabloları kapsayan
bir tablodan söz edecek olursak; ulus devlet fikrinin gittikçe önemini kaybetmesi, ulus aşırılığın önem kazanması Avrupa’nın Anglo-Amerikan siyaset anlayışını referans almasına neden olmuştur. Bununla birlikte Avrupa modernliğinin içine girdiği krizin bir başka yansıması ise; Anglo Amerikan siyaset anlayışına büyük bir itiraz şeklinde vuku bulmuştur.
Artık yeni bir dünya düzeni söz konusudur. Küreselleşme ve bunun karşısına nasıl bir siyasi alternatif koyulacağı iki tarzı siyaset oluşturmuştur. Emperyal ve içkin Anglo-Amerikan siyaset anlayışı, Avrupa siyasetinin aşkın egemenlik anlayışını domine ederek, giderek küreselleşen
bir dünya yaratmıştır. Bu noktada, Avrupa’nın temel mirasını temsil eden adil bir politika imkanının tekrar yaratılıp yaratılamayacağını sorusu önem kazanmaktadır. Amerikan küreselleşmesi
arkasına evrenselcilik kavramını da alarak, bir tür politikasızlaştırma yöntemi izlemektedir. Halbuki evrenselcilik küreselleşmeden farklı olarak adil bir politika imkanına hizmet etmekte hatta o imkanın bizzat kendisine işaret etmektedir. Bununla birlikte Anglo- Amerikan siyasi düşüncesi, arkasına aldığı evrenselcilik kavramı sayesinde bir yanılsamaya neden olmakta, Avrupa siyasi düşüncesini evrensellikten son derece uzak göstererek, tikel bir algı yaratmaktadır. Küresel
olan Anglo-Amerikan çoğulculuğu her bir parçanın kendine ayrılan yerde olmasını istemektedir. Acaba yeni bir evrensellik anlayışı geliştirilerek New Age düzeninin karşısına çıkmak mümkün müdür? Bu bağlamda çalışmada, Zızek’in “…Avrupa’nın politik mirasını kendine mal eden
solcu bir yaklaşım mümkün müdür?” sorusunun izinden gidilerek, Avrupa’nın politik mirasına
sahip çıkan radikal bir yaklaşım mümkün müdür? sorusu sorunsal haline getirilecektir. Bu noktadan hareketle, sorunsalı oluşturan soru, 20. yüzyılın radikal Avrupa düşünürleri göz önünde
bulundurulup yanıtlanmaya çalışılacaktır.
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
247
Sorgulamaya Alınan Avrupa Birliği:
“Uygarlık Projesi” mi “Titanik Gemisi”mi?
Yrd. Doç. Dr. Ekin Oyan - Altuntaş, Abant İzzet Baysal Ü., İİBF Uluslar. İlişk. B.
Yarım yüzyılı aşkın tarihinde, kurumlarıyla, örgütlenme yapısıyla, demokrasi anlayışıyla,
ekonomi-siyaset-hukuk üçlüsünden oluşan “yumuşak” gücüyle Avrupa Birliği (AB), İkinci Dünya Savaşı sonrası kurulan dünya düzeninin gönenç ve uygarlık projesi olarak görülmüştür. Liberalizmin cisimleşmiş sembolü olarak AB, post-Marksizm’den post-modernizme, kozmopolitanlardan Hardt ve Negri’nin “İmparatorluk” iddiasına kadar birçok düşünceye de ilham kaynağı olmuştur. Bu idealize edilmiş haliyle AB’nin gerek ülkemizde gerekse de dünyada örgüt içi
merkez-çevre yapılanması, hegemonya mücadelesi ve sınıfsal çelişkileri yeterince incelenmemiş veya gözardı edilmiştir.
AB’nin bir medeniyet projesi olmaktan ziyade kapitalist birikim rejiminin sınıfsal ve ülkesel sömürüsünün taşıyıcısı olduğu ancak kapitalizmin yapısal krizinin ertelenemez boyuta geldiği günümüzde görünmeye başlanmıştır. Batmaz sanılan Titanik gemisinde olduğu gibi Yunanistan sorununa çarpıldığında bu sorun küçümsenmiş ve suç Yunanistan’ın kötü idaresi üzerine
atılmaya çalışılmıştır. Bununla birlikte, geminin su almasına sebep olan unsurun buzdağının altında olduğu gerçeği İrlanda, Portekiz, İspanya ve diğer birçok üyede patlak veren krizlerle ortaya çıkmış ve aslında AB’nin başından beri su sızdırarak yol aldığı görülerek, örgütün iç dinamikleri, dayanakları ve çelişkileri sorgulamaya alınmıştır.
Bu çalışmanın amacı, AB’yi yeknesak bir örgüt olarak değerlendirmenin ötesine geçerek
birlik içi merkez-çevre yapılanmasının, hegemonya mücadelesinin ve sınıfsal çelişkilerin, AB
oluşumunu nasıl yapılandırdığını hem tarihsel hem de günümüzdeki süreçte incelemektir.
15 Şubat ya da Avrupalıları ne Bağlıyor?’:
AB ve Kamusal Alanda Avrupalılık Tartışmaları
Yrd. Doç. Dr. Başak Alpan, ODTÜ Siy. Bil. Kamu Yön. B.
1980’ler sonrasında ve özellikle 1993 tarihinde yürürlüge giren Maastricht Antlasmasi’yla
hiz kazanan Avrupa’nın birlik olma çabası cercevesinde ‘Avrupalilik’ kavrami, Avrupa kamuoyunu onemli olcude mesgul etti. Ozellikle 2005 yilinda Fransa ve Hollanda’da yapılan AB Anayasası referandumlarinda alınan olumsuz sonuçlar, kimlik tartismalarinin hukuki baglamdaki cercevesini olusturdu. Bu calisma, 1990’li ve 2000’li yillarda AB ulkelerinde yapilan kimlik tartismalarina referansla Avrupalılık kavramı sorguluyor. Derrida ve Habermas’ın Avrupaliligi sorguladiklari calismalarindan hareketle, Avrupa’da kamusal alandaki farkli kimlik kurgularini Lizbon Anlasmasi ve AB gundemindeki son gelismeler cercevesinde tartismaya aciyor.
248
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
Kuzey-Güney İlişkileri Açısından Vestfalya Sonrası Uluslararası
Düzen Tartışmaları ve Güvenlik
Yrd. Doç. Dr. Özlem Kaygusuz, Ankara Ü,. SBF, Uluslar.İlişk. B.
Son on yıldır, Uluslararası İlişkiler disiplinindeki ana tartışmanın, ABD liderliğindeki küresel
kapitalist yayılmanın modern devletler sistemi üzerinde yarattığı dönüşüm üzerinde yürüdüğü
söylenebilir. Tartışmanın bir yanında, mevcut dünya düzeninin siyasal açıdan bir ulusaşırı çoğulculuk (transnational pluralism) düzeni olduğunu iddia eden ve konuyu imparatorluk, hegemonya ve Vestfalya sonrasılık gibi makro tarihsel kategoriler üzerinden tartışan bir kesim yeralmaktadır. Diğer yanda ise, kapitalist küreselleşmenin devlet aygıtı üzerinde yarattığı değişimlere odaklanan, daha mikro kategoriler, devlet/toplum ilişkileri ve devletlilik (statehood) üzerinden, küresel dönüşümü anlamlandırmaya çalışan başka bir tartışma vardır.
Kapitalist küreselleşmenin, dinamikleri ve etkileri açısından coğrafi bir ayrışmayı içerdiği, Kuzey ve Güney’de farklı dönüşümleri içerdiği tezinden hareketle, bu çalışma, şu konu üzerine odaklanacaktır: Gelişmiş Kuzey ülkeleri açısından, birçok yazarın iddia ettiği gibi Vestfalya sonrası bir
dünya düzeninin oluşmakta olduğu tartışılmaya değer bir tezdir. Avrupa bütünleşmesi ve devlet
dışı aktörlerin Kuzey’deki yoğun küreselleşmenin merkezi aktörleri olmaları, bu tezin olgusal zeminini oluşturmaktadır. Çevreyi temsil eden Güneyde ise, kapitalist küreselleşme, siyasal çözülmeyi hızlandırmakta, rejim sorunlarını ve şiddetli iç çatışmaları tırmandırmaktadır. Bu çerçevede
bu çalışmada, Kuzey ve Güneydeki güvenlik sorunlarındaki ayrışmanın ve özellikle çevre ülkelerindeki rejim güvenliği ve toplumsal güvenlik çelişkisinin, Vestfalya sonrasılık tartışmalarıyla nasıl bir karşıtlık oluşturacak şekilde bir yandan Kuzey’i de etkilediğini, diğer yandan da yeniden bir
Vestfalyan düzen oluşumunu özellikle Güney açısından tetiklediğini ortaya koymaya çalışacaktır.
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
249
72. OTURUM
AİLE POLİTİKALARI
VE ÇOCUKLAR
Suçlu Çocuklarda Anne Babanın Çocuğa Yönelik
Davranış Biçiminin Çocuğun Benlik ve İdeal Benlik Algısı
Üzerine Etkisi
Y. Doç. Dr. Sezer Ayan, Cumhuriyet Ü., Edb. F., Sosyoloji B.
Bir suçtan hükümlü olarak halen çocuk eğitim evinde bulunan çocuklarda anne baba davranışlarının çocuğun benlik ve ideal benlik algısı üzerine etkisini belirlemektir. Çalışma Türkiye’de
bu alanda yapılmış ilk çalışmadır.
Türkiye’de Ankara, İzmir ve Elazığ Çocuk Eğitim Evlerinde bulunan toplam 132 hükümlü çocuk örneklemimizi oluşturmaktadır. Araştırma verileri hükümlü çocukların sosyo-ekonomik özelliklerini belirlemeye yönelik bir anket formu ve Lipsett Çocuklar için Benlik Kavramı Ölçeği ile toplanmıştır.
Araştırmaya katılan hükümlü çocukların %36,4’ünü Elazığ, %28,8’ini Ankara ve %34,8’ini ise
İzmir Eğitim Evi’nde bulunan çocuklar oluşturmaktadır. Bunların %2,3’ü kız, %97,7’si ise erkektir.
Çocukların ölçeğin birinci bölümünden aldıkları puanların genel ortalaması (benlik) 3,61, ölçeğin ikinci bölümünden aldıkları puanların genel ortalaması (ideal benlik) ise 4,15’tir. Buda çocukların benlik algı düzeylerinin ideal benlik algı düzeylerinden daha düşük olduğunu göstermektedir. Varyans analizinden elde edilen sonuçlar çocukların benlik ve ideal benlik algıları üzerinde anlamlı düzeyde etkili olan anne baba davranışlarının annenin aşırı koruyucu, sevgisiz ve ilgisiz, babanın sevecen, çok sert, sevgisiz ve ilgisiz davranması olduğunu göstermektedir
Elde edilen veriler, suçlu çocukların benlik algılarının zayıf, buna karşılık ideal benlik algılarının daha güçlü olmasında olumsuz anne baba tutumlarının etkili olduğunu göstermektedir.
Anahtar sözcükler: Çocuk, Çocuk suçlu, benlik, ideal benlik, anne baba davranış biçimi.
250
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
Türkiye’de Taşra Kentlerinde Modernleştirici
Bir Aktör Olarak Eşraf Aileleri ve Eğitimin Rolü
Dr. Gül Özsan, Marmara Ü., Fen-Edb. F. Sosyoloji B.
Prof. Dr. Ayşe Durakbaşa, Marmara Ü., Fen-Edb. F.Sosyoloji B.
Y. Doç. Dr. Meltem Karadağ, Gaziantep Ü.,Fen-Edb. F. Sosyoloji B.
Bu bildiri, beş ayrı kentte (Denizli, Aydın, Muğla, Kahramanmaraş ve Gaziantep) gerçekleştirdiğimiz araştırmamızın verilerine dayanıyor. 1 Bildiride, taşra kentlerindeki eşraf ailelerinde eğitimin sınıf ve modernleşmeyle olan bağlantılarını ele alıyoruz. Eşraf ailelerinin kendi sınıf konumları açısından eğitime hangi anlamlar yükledikleri ve aile fertlerinin eğitimi yoluyla Türkiye’de modernleşmeyle nasıl ilişki kurduklarını göstermeyi amaçlıyoruz. Eşraf aileleri, kentteki statüleri ve
sınıf konumları açısından eğitimi temel bir öncelik olarak düşünüyorlar. Bulundukları kentlerde
diğer ailelere göre daha fazla eğitimli olmaktan gurur duyuyorlar ve büyük kent burjuvazisiyle mücadelede eğitimin rolünün farkındalar. Bu ailelerden kadın ve erkekler, eğitim ve modernleşme arasındaki bağa vurgu yapıp, modernleşmenin öncüsü olduklarını söylüyorlar. Eşraf ailelerinin eğitimle kurdukları ilişki, Türkiye’de yerel düzeyde sosyal sınıf ve modernleşme arasındaki
bağı daha iyi görmemizi sağlıyor. Eşraf aileleri bulundukları kentlerde eğitimli eliti oluşturdukları
gibi İstanbul, İzmir ve Ankara gibi büyük kentlerdeki belli konumlarda yine aynı ailelerden fertler
bulunuyor.
Bildiride, eşraf ailelerinin Türkiye’de yönetici elitin bir parçası olduğunu da ileri sürüyoruz. Eşraf ailelerinde eğitimin kentin kimliğiyle olan ilişkisi de büyük bir önem taşıyor. Eğitim, araştırma
yaptığımız kentlerde kent kimliğini oluşturucu bir unsur da. Eğitimdeki başarı, kentin ve bu ailelerin başarısının bir göstergesi olarak değerlendiriliyor. Çalışmada aynı zamanda eşraf aileleri ile
“yeni varlıklı” ailelerin eğitim konusuna nasıl farklı baktıkları üzerinde durulacak.
Anahtar Kavramlar: Eşraf aileleri, yerel elit, eğitim, sınıf, modernleşme, sosyal sınıf ve modernleşme
1
“Türkiye’de Taşra Burjuvazisinin Oluşum Sürecinde Yerel Eşrafın Rolü ve Taşra Kentlerinde Orta Sınılar”, Ayşe Durakbaşa
(Proje Yürütücüsü), Meltem Karadağ ve Gül Özsan, 2008, TÜBİTAK Destekli Proje.
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
251
Kriz Ailede Başlar:
Ebeveyn-Çocuk Çatışması
Doç. Dr. Emine Özmete, Ankara Ü., Sağlık Bil. F. Sosyal Hiz. B.
Dr. Sutay Yavuz, Ankara Ü., Sağlık Bil. F. Sosyal Hiz. B.
Ailenin yaşam dönemlerindeki stres ya da sorunlar ile karşılaşması krize neden olur. Bu süreçleri ailenin başarılı bir şekilde yöneterek devamlılığını sağlaması ailenin uyum ve direnç kazanma yeteneği ile ilişkilidir. Ailede krize neden olan en önemli konulardan biri çocukların yetiştirilmesi ve ebeveyn-çocuk etkileşimidir. Çağdaş devinim ve dönüşümler toplumlar ile birlikte aileleri de derinden etkilemektedir. Bireyler temel değerleri, tutum ve davranışları öğrenme sürecinde
ailede şekillenmektedirler. Genellikle çocukların büyüdüğü dönemde, çoğu zaman kuşaklararası çatışma kavramı ile geçiştirilen; ebeveyn ve çocuk arasında ortaya çıkan aile içi çatışmalar aile
yaşam kalitesini ve aile bireylerinin verimliliğini düşüren nedenlerdir. Böylece aileler bir mücadele alanı ve kriz ile karşı karşıya kalmaktadırlar. Ailenin krizden kaynaklanan sorunların üstesinden gelme becerisi, ek stres kaynakları ve ailenin algılarından etkilenir. Ailenin amaçları, değerleri, problem çözme becerileri ve destek ağları uzun dönemli stres ve krizlere uyum sağlamalarını
etkiler. Bu açıdan sağlıklı ailelerin özellikleri sadakat, takdir etme, birlikte zaman geçirme, iletişim,
inanç ve değerler ile üstesinden gelme becerilerinin daha gelişmiş olduğu gözlenmektedir.
Bu çalışmada 2006-Türk Aile Yapısı Araştırması’nda elde edilen verilerden yaralanılarak Türk
ailesinde ebeveyn çocuk çatışması açısından ailede yaşanan kriz durumu ortaya konulmuştur. Bu
kapsamda ebeveynlerin çocuklara ilişkin algıları, çocukları ile en çok sorun yaşadıkları konular,
çocuklarına ne tür cezalar verdikleri ve hangi nedenlerle çocuklarını dövdükleri belirlenmiştir.
Araştırma sonuçlarına göre Türkiye’de bireyler çocuk sahibi olmaya yüksek düzeyde bir
önem vermektedirler. Ebeveynlerin 18-24 yaşları arasındaki çocukları ile en yaygın olarak “harcama ve tüketim alışkanlıkları”, “arkadaş seçimi” ve “kılık-kıyafet tarzına” gibi konularda sorun yaşadıkları; “siyasi görüşler” ile “dini tutumlar/davranışların” en az sorun yaşanan konular olduğu görülmüştür. Ebeveynlerin çocuklarına en çok “azarlama”, “televizyon izlemesine izin vermeme” gibi
cezalar verdikleri bulunmuştur.
Gençlerin yaşadıkları hanelerin özellikleri, aile içi ilişkileri ve bireysel özellikleri ebeveynleri
ile sorun yaşama durumunu etkilemektedir. Aile dışı ortamlarda bulunabilme ihtimali daha fazla
olan, aile içi ilişkileri, özellikle baba ile olan ilişkileri olumsuz olarak değerlendiren gençlerin ebeveynleri ile sorun yaşama sorun yaşama eğilimi daha yüksektir. Bununla birlikte, gençlerin kendilerine ait gelirlerinin olması ebeveynleri ile sorun yaşama eğilimini azaltmaktadır.
252
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
KAPANIŞ
PANELİ
KRİZLER VE DİRENİŞLER
Prof. Dr. Korkut Boratav, TSBD
Yazar Handan Koç
Doç. Dr. Metin Özuğurlu, Ankara Ü. SBF Çalış. Eko. End. İlişk. B.
Prof. Dr. Beyza Üstün, Yıldız Teknik Ü. Çevre Müh. B.
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
253
254
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
DİZİN
Feride Acar
Prof. Dr. ODTÜ İİBF Siy. Bil. ve Kamu Yön. B.
Can Açıkgöz
Assiye Aka
Yrd. Doç. Dr. Çanakkale Onsekiz Mart Ü. İİBF Kamu Yön. B.
Pınar Akarçay
İstanbul Ü. SBF SBE Kamu Yön. B.
Meral Akbaş
ODTÜ Sosyoloji B.
Elif Akbostancı
Doç. Dr. ODTÜ İİBF İktisat B.
Örsan Akbulut
Doç. Dr. TODAİE
Özgün Akduran
Araş. Gör. İstanbul Ü. SBF Kamu Yön. B.
Jale Akhundova
TODAİE
Özlem Bayraktar Akkaya
Yeditepe Ü. İletişim F. Halkla İlişk. B.
Yüksel Akkaya
Prof. Dr. Yüzüncü Yıl Ü., İİBF, İktisat B.
İrfan Aktan
Gazeteci
Elçin Aktoprak
Yrd. Doç. Dr. Ankara Ü., SBE
Özlem Albayrak
Dr. Ankara Ü. SBF Maliye B.
Sinan Alçın
Yrd. Doç. Dr. Maltepe Ü. İİBF İktisat B.
Korkmaz Alemdar
Prof. Dr. Gazi Ü. İletişim F.
Mehmet Ö. Alkan
Doç. Dr. İstanbul Ü. SBF Siyasi Tarih ABD
Tolga Alkan
Marmara Ü.
Ömer Allahverdi
Ankara Ü. SBF Siy. Bil. Kamu Yön. B.
Başak Alpan
Yrd. Doç. Dr. ODTÜ Siy. Bil. Kamu Yön. B.
Remzi Altunpolat
Türk Eczacıları Birliği
Sırma Altun
ODTÜ Siy. Bil. Kamu Yön. B.
Gülbanu Altunok
Bilkent Ü. İİBF Siy. Bil B.
Ekin Oyan Altuntaş
Yrd. Doç. Dr. Abant İzzet Baysal Ü. İİBF Uluslar. İlişk. B.
Işıl Anıl
Yrd. Doç. Dr. ODTÜ İİBF Uluslar.İlişk. B.
Hacer Ansal
Prof. Dr. Işık Ü., Bilim Teknoloji ve Toplum AD
Nergiz Altınsoy Ardıç
Bilkent Ü.
Sibel A. Arkonaç
Prof. Dr. İstanbul Ü. Psikoloji B.
Emre Arslan
Dr. Bielefeld Ü. Dil-Edebiyat ve Sosyoloji B.
Hakan Arslan
İstanbul Bilgi Ü. Siy. Bil. Uluslar.İlişk. B.
Selma Arslantaş
Araş. Gör. İstanbul Bilgi Ü.
Canan Aslan
Yrd. Doç. Dr. ODTÜ İİBF Siy. Bil. Kamu Yön. B.
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
255
Mustafa Aslan
Marmara Ü. İİBF Çalışma Eko. ve End. İlişk. B.
Serap Türüt-Aşık
Dr. ODTÜ İİBF İktisat B.
Ferda Dönmez Atbaşı
Yrd. Doç. Dr. Ankara Ü. SBF
Gökhan Atılgan
Doç. Dr. Ankara Ü. İletişim F.
Sezer Ayan
Yrd. Doç. Dr. Cumhuriyet Ü. Fen-Edb. F. Sosyoloji B.
Can Aybek
Alman Federal Nüfus Araştırmaları Kurumu
Ali Rıza Aydın
Anayasa Mahkemesi Raportörü (Emekli)
Derya Güler Aydın
Hacettepe Ü. İİBF İngilizce İktisat B.
Gülçin Manzak Aydın
Milli Prodüktivite Merkezi Araştırma Bölüm Başkanlığı
Aylin Aydoğan
Araş. Gör. Ankara Ü. İletişim F.
Ebubekir Aykut
Araş. Gör. Hacettepe Ü. Uluslar. İlişk. B.
E. Attila Aytekin
Yrd. Doç. Dr. ODTÜ İİBF Siy. Bil. Kamu Yön B.
Yusuf Avcı
Araş. Gör. Bartın Ü. İİBF
Seçil A. Kaya-Bahçe
Dr. Ankara Ü. SBF
Serdal Bahçe
Dr. Ankara Ü. SBF
Görkem Bahtiyar
Araş. Gör. Uludağ Ü. İİBF İktisat B.
Çiçek Dilek Bakanay
Marmara Ü.
Caner Bakır
Yrd. Doç. Dr. Koç Ü. İİBF Uluslar. İlişk. B.
Hasan Bakır
Araş. Gör. Uludağ Ü. İİBF İktisat B.
Nadi Bakırcı
Doç. Dr. Acıbadem Ü. Tıp F.
Esra Bakiler
İstanbul Ü. Psikoloji B.
Elif Bali
Araş. Gör. Yıldız Teknik Ü. Siy. Bil. ve Uluslar. İlişk. B.
Hale Balseven
Yrd. Doç. Dr. Akdeniz Ü. İİBF Maliye B.
M. Murat Baskıcı
Doç. Dr. Ankara Ü. SBF İktisat B.
Ünsal Doğan Başkır
İzmir Ekonomi Ü.
Bahar Baysal
Araş. Gör. Uludağ Ü. İİBF İktisat B.
Mustafa Kemal Bayırbağ
Yrd. Doç. Dr. ODTÜ İİBF Siy. Bil. ve Kamu Yön. B.
Uğur Bahadır Bayraktar
Boğaziçi Ü. Atatürk İlkeleri ve İnk. Tar. Ens.
Ulaş Bayraktar
Yrd. Doç. Dr.Mersin Ü. İİBF Kamu Yön.
Pınar Bedirhanoğlu
Doç Dr. ODTÜ İİBF Uluslar. İlişk. B.
Stefo Benlisoy
Dr. İTÜ İnsan Bilimleri B.
Fatma Umut Beşpınar
Yrd. Doç. Dr. ODTÜ Fen-Edb. F. Sosyoloji B.
Çağan Biçel
Ankara Ü. SBF Siy. Bil. Kamu Yön. B.
Özgün Biçer
Dr. Marmara Ü., İİBF İktisat B.
Mutlu Binark
Prof. Dr. Ankara Ü. İletişim F.
Özgür Bor
Yrd. Doç. Dr. Atılım Ü. İİBF İktisat B.
Tanıl Bora
İletişim Yayınları
Korkut Boratav
Prof. Dr. TSBD
Emre Güneşer Bozdağ
Araş.Gör. Gazi Ü. İBF İktisat B.
Mehmet Bozgeyik
Eğitim-Sen
Sümercan Bozkurt
Araş. Gör. ODTÜ İİBF Siy. Bil. ve Kamu Yön. B.
Nihan Bozok
Araş. Gör. Artvin Çoruh Ü. Sosyoloji B.
Mehmet Bozok
Araş. Gör. Artvin Çoruh Ü. Sosyoloji B.
256
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
Umut Bozkurt
Dr. Doğu Akdeniz Ü.
Recep Boztemur
Doç. Dr. ODTÜ Tarih B.
Tolga Bölükbaşı
Yrd. Doç. Dr. Bilkent Ü. Siy. Bil. B.
Çağrı Kaderoğlu Bulut
Araş. Gör. Gazi Ü. İletişim F.
Muzaffer Nafiz Burdurlu
Maltepe Ü. SBE İktisat B.
Ayşe Cebeci
Marmara Ü., SBE
Simten Coşar
Prof. Dr. Başkent Ü., İİBF
Yener Coşkun
T.C. Başbakanlık Sermaye Piyasası Kurulu
Didem Çabuk
Akdeniz Ü. İletişim F.
Atalay Çağlar
Yrd. Doç. Dr. Pamukkale Ü. İİBF Ekonometri B.
Handan Çağlayan
Dr.
Aysel Çakır
Nazım Hikmet Akademisi
Selim Çakmaklı
Araş. Gör. Çukurova Ü. İİBF İktisat B.
Musa Çam
CHP İzmir Milletvekili
Sibel Çaşkuşlu
Dr. Gazi Ü., İİBF İktisat B.
Aykut Çelebi
Prof. Dr. Ankara Ü. SBF
Özge Çelebi
Araş. Gör. Marmara Ü. Hukuk F. Anayasa Hukuku ABD
Özlen Çelebi
Yrd. Doç. Dr. Hacettepe Ü. İİBF Uluslar. İlişk. B.
Aziz Çelik
Doç. Dr. Kocaeli Ü. İİBF Çalışma Eko. ve End. İlişk. B.
Kezban Çelik
Yrd. Doç. Dr. 19 Mayıs Ü. Fen-Edb. F. Sosyoloji B.
Alpaslan Çelikdemir
Ankara Ü. Siy. Bil. Kamu Yön. B.
Doğan Çetinkaya
Dr. İstanbul Ü. SBF Tarih B.
Sidar Çınar
Marmara Ü. Çalış. Eko. ve End. İlişk. B.
Cuma Çiçek
Sciences Po, Centre d’Etudes et de Recherches Internationales
Şule Çiltaş
Çevirmen
Ahmet Emre Çoban
Ankara Ü. SBF Siy. Bil. Kamu Yön. B.
Ömer Faruk Çolak
Prof. Dr. İktisat ve Toplum Dergisi
Metin Çulhaoğlu
Araştırmacı Yazar
Kutlu Dane
Akdeniz Ü. İİBF Maliye B.
Emel Danişoğlu
DPT (emekli)
Ayten Davutoğlu
Kocaeli Ü. Sosyal Politika ve Yıldız Teknik Ü. Modern Diller B.
Kadir Dede
Araş. Gör. Hacettepe Ü. Siy. Bil. Kamu Yön. B.
Selma Değirmenci
Murat Cem Demir
Yrd. Doç. Dr. Tunceli Ü. Sosyoloji B.
Tijen Demir
Ankara Ü. SBF
Çiğdem Demircan
Akdeniz Ü. SBE Kamu Yön. ABD
Dinçer Demirkent
Ankara Ü. SBE Siy. Bil. Kamu Yön. B.
Şerif Derince
Sabancı Ü.
Şafak Dikmen
Ankara Ü. İletişim F.
Erkan Doğan
Yrd. Doç. Dr. Gazikent Ü. İİBF Siy. Bil. ve Uluslar. İlişk. B.
Çağlar Dölek
ODTÜ İİBF Siy. Bil. ve Kamu Yön. B.
Yağmur Dönmez
Ankara Ü. SBF
M. Zeki Duman
Yrd. Doç. Dr. Yüzüncü Yıl Ü. Fen-Edb. F. Sosyoloji B.
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
257
Ayşe Durakbaşa
Dr. Marmara Ü. Fen-Edb. F. Sosyoloji B.
Zelal Özgür Durmuş
Marmara Ü.
Çiler Dursun
Prof. Dr. Ankara Ü. İletişim F.
Gökçen Düzkaya
Nazım Hikmet Akademisi
Mehmet Ecevit
Prof. Dr. ODTÜ Sosyoloji B.
Yıldız Ecevit
Prof. Dr. ODTÜ Sosyoloji B.
Ümit Efendioğlu
ILO Türkiye Temsilciliği Direktörü
A.Yavuz Ege
Dr.
Elçin Elçi
İstanbul Ü. Psikoloji B.
Atila Eralp
Prof. Dr. ODTÜ İİBF Uluslar. İlişk. B.
Fuat Ercan
Prof. Dr. Marmara Ü., İİBF İktisat B.
Derya Erdem
Yrd. Doç. Dr. İstanbul Arel Ü. İletişim F.
Erdinç Erdem
Sabancı Ü.
Nilgün Erdem
Dr. Ankara Ü. SBF
Seyhan Erdoğdu
Prof. Dr. Ankara Ü., SBF
Ahmet Arif Eren
Dr. Arş. Gör. Gazi Ü. İİBF İktisat B.
Mustafa Eren
İstanbul Bilgi Ü. Kültürel İncelemeler B.
Benan Eres
Yrd. Doç. Dr. Ankara Ü. SBF İktisat B.
Esin Ergin
Prof. Dr. İstanbul Ü., İktisat F. Yön. ve Org. AD
Başak Ergüder
Araş. Gör. İstanbul Ü. İktisat F. Maliye B.
Nuray Ergüneş
Yrd. Doç. Dr. İstanbul Ü. SBF Maliye B.
Aysu Kes Erkul
Dr. Hacettepe Ü. Sosyoloji B.
Büşra Ersanlı
Prof. Dr. Marmara Ü. Uluslar.İlişk. B.
Hasan Ersel
Prof. Dr. Sabancı Ü.
Kürşat Ertuğrul
Yrd. Doç. Dr. ODTÜ İİBF Siy. Bil. Kamu Yön. B.
Emin Ertürk
Prof. Dr. Uludağ Ü. İİBF İktisat B.
Devrim Ertürk
Araş. Gör. Mardin Artuklu Ü. Fen-Edb. F. Sosyoloji B.
Ertan Erol
Nottingham Ü.,Siyaset ve Uluslararası İlişkiler B.
Ercan Geçkin
Araş. Gör. Ankara Ü. Sosyoloji B.
Fatma Genç
İnşaat Müh. Odası Ankara Ş. Basın Danışmanı
Aysun Gezen
Ankara Ü. SBF Siy. Bil. Kamu Yön. B.
İpek Göçmen
Dr. Max Planck Inst. for the Study of Societies, Cologne-Germany
Fatma Gök
Prof. Dr. Boğaziçi Ü. Eğitim F.
Ahmet Gökçen
Araş. Gör. Muş Alparslan Ü. Fen-Edb. F. Sosyoloji B.
Berivan Gökçenay
Dr. Yıldız Teknik Ü. Siy. Bil. ve Uluslar. İlişk. B.
Gökhan Gökgöz
Gazi Ü.
Kerem Gökten
Araş. Gör. Dr. Ordu Ü. İİBF İktisat B.
Atilla Göktürk
Prof. Dr. Muğla Ü., İİBF Kamu Yön. B.
Ummuhan Gökovalı
Doç. Dr. Muğla Ü. İİBF İktisat B.
Şükran Gölbaşı
Dr. Haliç Ü. MYO Bankacılık ve Sigortacılık
Reyhan Varlı Görk
Yrd. Doç. Dr. Çankırı Karatekin Ü. Siy. Bil. Kamu Yön. B.
Ali Yalçın Göymen
Araş. Gör. Yıldız Teknik Ü. İİBF Siy. Bil.ve Uluslar. İlişk. B.
Bülent Gülçubuk
Prof. Dr. Ankara Ü. Kalkınma Çalışmaları Uygulama ve Araş. M.
258
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
Fuat Güllüpınar
Dr. ODTÜ Fen-Edb. F. Sosyoloji B.
Adnan Gümüş
Prof. Dr. Çukurova Ü., Eğt. F. Ortaöğr. Sosyal Alanlar Eğitimi B.
Nazlı Gümüş
İzge Günal
Prof. Dr. Dokuz Eylül Ü.,
Faik Yücel Günaydın
Milli Prodüktivite Merkezi
Halil Güner
Dr. Çanakkale Adliye Sarayı Ağır Ceza Mahkemesi Yargıcı
Bayram Güneş
Tunceli Ü. İİBF İktisat B.
Z. Nurdan Atalay-Güneş
Araş. Gör. Mardin Artuklu Ü. Sosyoloji B.
Ali Rıza Güngen
Araş. Gör. ODTÜ Siy. Bil. Kamu Yön. B.
Ramazan Günlü
Yrd. Doç. Dr. Muğla Ü. İİBF
Rana Gürbüz
Araş. Gör. Yüzüncü Yıl Ü. İİBF İktisat B.
Barış Erdem Gürkan
Berlin School of Economics and Law
Ceyhun Gürkan
Dr. Ankara Ü. SBF Maliye B.
Gülden Gürsoy
Araş. Gör.
Alper Güzel
Prof. Dr. Samsun Ondokuz Mayıs Ü. İktisat B.
Elif Hacısalihoğlu
Araş. Gör. Trakya Üniversitesi İİBF Çalışma Eko. ve End. İlişk.
Onur Hamzaoğlu
Prof. Dr. Kocaeli Ü., Tıp F.
Evren Haspolat
Yrd. Doç. Dr. Ordu Ü. İİBF Kamu Yön. B.
Abdullah B. Haznedaroğlu Maltepe Ü. SBE
Bülent Hoca
Yrd. Doç. Dr. Okan Ü. İİBF Uluslar. Tic. B.
Seçil Deren van het Hof
Doç. Dr. Akdeniz Ü. İletişim F.
Funda Hülagü
Dr. Araş. Gör. ODTÜ İİBF Uluslar. İlişk. B. ve Mersin Ü. Uluslar. İlişk. B.
Kemal İnal
Doç. Dr. Gazi Ü. İletişim F.
Bahar İslamoğlu
Muğla Ü. SBE İktisat ABD
Özge İzdeş
Dr. Kadir Has Ü. İktisat B.
Sebiha Kablay
Yrd. Doç. Dr. Ordu Ü. İİBF Çalışma Eko. ve End. İlişk. B.
Sibel Kalaycıoğlu
Doç. Dr. ODTÜ Fen-Edb. F. Sosyoloji B.
İhsan Kamalak
Yrd. Doç. Dr. Mersin Ü. İİBF Kamu Yön. B.
İlknur Yüksel-Kaptanoğlu
Hacettepe Ü.
Erkan Karabay
Mimar Sinan Güzel San. Ü. Sosyoloji B.
Tolga Karabulut
Ankara Ü. Siyaset Bilimi ABD
Meltem Karadağ
Gaziantep Ü.
Derya Karakaş
Yrd. Doç. Dr. İstanbul Teknik Ü., İşletme F.
Yiğit Karahanoğulları
Yrd. Doç. Dr. Ankara Ü. SBF, Maliye B.
L. Zeynep Beşpınar Karaoğlu Marmara Ü. Sosyoloji B.
Nadide Karkıner
Yrd. Doç. Dr. Anadolu Ü. Sosyoloji B.
Murat Kasapsaraçoğlu
Boğaziçi Ü. Atatürk İlkeleri ve İnk. Tar. Ens.
Gökhan Kaya
Dr.
Mehmet Kaya
Yrd. Doç. Dr. Niğde Ü. Fen-Edb. F. Tarih B.
Raşit Kaya
Prof. Dr. ODTÜ İİBF Siy. Bil. ve Kamu Yön. B.
Yelda Kaya
Araş. Gör. ODTÜ Siy. Bil. ve Kamu Yön. B.
Kurtuluş Kayalı
Prof. Dr. Ankara Ü. DTCF Tarih B.
Özlem Kaygusuz
Yrd. Doç. Dr. Ankara Ü. SBF
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
259
Meltem Kayıran
Yrd. Doç. Dr. Ankara Ü. SBF Maliye B.
Muammer Kaymak
Dr. Hacettepe Ü. İİBF İngilizce İktisat B.
Yakup Kepenek
Prof. Dr. ODTÜ İİBF İktisat B. (emekli)
İnci Özkan-Kerestecioğlu
Doç. Dr. İstanbul Ü., SBF Uluslar. İlişk. B.
Onur Can Keskin
Av. Ankara Ü. Hukuk F.
Nuray E. Keskin
Yrd. Doç. Dr. Ondokuz Mayıs Ü. İİBF Siy. Bil. Kamu Yön. B.
Asuman Özgür Keysan
University of Strathclyde
İlker Kılıç
Dr. Çankaya Ü. İİBF
Gülay Kılıçaslan
Yıldız Teknik Ü. İİBF Siy. Bil. Uluslar. İlişk. B.
M. Meryem Kıroğlu
Dr. Marmara Ü., Çalışma Eko. ve End. İlişk. B.
Esin Kıvrak
Araş. Gör. Balıkesir Ü. İİBF Kamu Yön. B.
Mahmut Kiper
İsmet Koç
Nüfus Etütleri Enstitüsü
Handan Koç
Yazar
M. Hakan Koçak
Yrd. Doç. Dr. Kocaeli Ü. İİBF Çalışma Eko. ve End. İlişk. B.
Aziz Konukman
Prof. Dr. Gazi Ü. İİBF İktisat B.
Fırat Korkmaz
İstanbul Ü. Siy. Bil. Uluslar. İlişk. B.
Eser Köker
Prof. Dr. Ankara Ü. İletişim F.
Elifhan Köse
Yrd. Doç. Dr. Karamanoğlu Mehmetbey Üniv. İİBF Kamu Yön. B.
Ahmet Haşim Köse
Prof. Dr. Ankara Ü. SBF İktisat B.
Handan Kumaş
Yrd .Doç. Dr. Pamukkale Ü. İİBF Çalışma Ekon. ve End. İlişk. B.
Işık Kuşçu
Yrd. Doç. Dr. ODTÜ Uluslar.İlişk. B.
Denizcan Kutlu
Araş. Gör. Ankara Ü. SBF Çalış.Eko. ve End. İlişk. B.
Oktay Küçükkiremitçi
TKB, Ekonomik ve Sosyal Araştırmalar Müdürü
Belkıs Kümbetoğlu
Prof. Dr. Haliç Ü.
Kuvvet Lordoğlu
Prof. Dr. Marmara Ü. İİBF Çalışma Eko. ve End. İlişk. B.
Ahmet Makal
Prof. Dr. Ankara Ü. SBF Çalışma Eko. ve End. İlişk. B.
Hande Malgaç
Ankara Ü. İletişim F.
Fuat Man
Yrd. Doç. Dr. Sakarya Ü. İşletme F.
Emel Memiş
Dr. Ankara Ü. SBF
Murat Metinsoy
Dr. Boğaziçi Ü. Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü
Elif Mahir-Metinsoy
Boğaziçi Ü. Atatürk İlkeleri ve İnk. Tarihi Enst.
İrfan Mukul
Sinop Ü. Eğitim F.
Pedriye Mutlu
Boğaziçi Ü. Siy. Bil. Uluslar. İlişk. B.
Berna Güler Müftüoğlu
Yrd. Doç. Dr. Marmara Ü. İİBF Çalışma Eko. ve End. İlişk. B.
Özgür Müftüoğlu
Yrd. Doç. Dr. Marmara Ü. Çalış. Eko.ve End. İlişk. B.
Jan Nahum
Özgür Narin
Dr. Ordu Ü. İİBF
Erhan Nalçacı
Prof. Dr. Ankara Ü. Tıp F.
Aslı Odman
Boğaziçi Ü. ATA
Şebnem Oğuz
Dr. Başkent Ü. Siyaset Bil. B.
Rıfat Okçabol
Prof. Dr. Boğaziçi Ü Eğitim Bilimler F.
Cemil Oktay
Prof. Dr. Yeditepe Ü. Siy. Bil. Uluslar. İlişk. B.
260
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
Mehmet Okyayuz
Doç. Dr. ODTÜ İİBF Siy. Bil. Kamu Yön. B.
Gözde Orhan
Boğaziçi Ü., Atatürk İlk. ve İnk. Tar. Ens.
Özgür Orhangazi
Dr. Kadir Has Ü. İktisat B.
Oğuz Oyan
Prof. Dr. CHP İzmir Milletvekili
Ebru Deniz Ozan
Yrd. Doç. Dr. Dumlupınar Ü., İİBF Siy. Bil. Uluslar. İlişk. B.
İzzettin Önder
Prof. Dr. İstanbul Ü. İktisat F. (emekli)
Fatih Özatay
Prof. Dr. TOBB Eko. ve Tek. Ü., İİBF İktisat B.
Alkım Özaygen
Ankara Ü.
Sibel Özbudun
Doç. Dr. Hacettepe Ü., Antropoloji B
Saime Özçürümez
Yrd. Doç. Dr. Bilkent Ü. Siy. Bil. B.
Funda Başaran Özdemir
Doç. Dr. Ankara Ü. İletişim F.
Gamze Yücesan-Özdemir
Prof. Dr. Ankara Ü. İletişim F.
Ali Murat Özdemir
Doç. Dr. Hacettepe Ü. İİBF Uluslar.İlişk. B.
Hülya Kendir Özdinç
Dr. Akdeniz Ü. İİBF Kamu Yön. B.
Hüseyin Özel
Doç. Dr. Hacettepe Ü. İİBF İngilizce İktisat B.
Can Özen
Yrd. Doç. Dr. ODTÜ İİBF İktisat B.
Suat Özeren
Dr. Devlet Planlama Teşkilatı
Mustafa Öziş
Gazi Ü. İİBF İktisat B.
Yasemin Özgün
Yrd. Doç. Dr. Anadolu Ü., İletişim F.
Gökçer Özgür
Hacettepe Ü. İİBF İngilizce İktisat B.
Şükran Özkan
Maltepe Ü. SBE
Yalçın Özkan
Araş. Gör. Boğaziçi Ü. Atatürk İlkeleri ve İnk. Tar. Ens.
Nurcan Özkaplan
Prof. Dr. İstanbul Ü. Kadın Sorunları Araştırma ve Uygulama M.
Aylin Özman
Prof. Dr. Hacettepe Ü., Siy.Bil. Kamu Yön. B.
Emine Özmete
Doç. Dr. Ankara Ü. Sağlık Bilimleri F. Sosyal Hizmet B.
Gül Özsan
Marmara Ü.
Seçkin Özsoy
Yrd. Doç. Dr. Ankara Ü., Eğitim Bilimleri F.
Yasemin Özuğurlu
Yrd. Doç. Dr. Mersin Ü. İİBF Maliye B.
Metin Özuğurlu
Doç. Dr. Ankara Ü. SBF Çalış. Eko. End. İlişk. B.
Eyüp Özveren
Prof. Dr. ODTÜ İİBF İktisat B.
Murat Özveri
Avukat
Adem Palabıyık
Araş. Gör. Muş Alparslan Ü. Fen-Edb. F. Sosyoloji B.
Teoman Pamukçu
Doç. Dr. ODTÜ Bilim ve Teknoloji Politikaları Araştırma Merkezi
Murat Papuç
İstanbul Ü. SBE SBF. Uluslar. İlişk. B.
Deniz Parlak
Akdeniz Ü. İİBF Kamu Yön. B.
Necdet Pamir
ASAM Genel koordinatörü
Deniz Pelek
Boğaziçi Ü. Atatürk İlkeleri ve İnk. Tar. Ens.
Mehmet Penpecioğlu
Araş. Gör. ODTÜ Şehir ve Bölge Planlama B.
Önder Perçin
Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu
Murat Peşeli
Hacettepe Ü. Uluslar. İlişk. B.
Ezgi Pınar
Araş. Gör. ODTÜ İİBF Siy. Bil. ve Kamu Yön. B.
Rukiye Pınar
Prof. Dr. Yeditepe Ü. SBF Hemşirelik ve Sağlık Hiz. B.
Semra Purkıs
Yrd. Doç. Dr. Muğla Ü. İİBF İktisat B.
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
261
Leyla Şimşek-Rathke
Dr. Marmara Ü. Fen-Edb. F. Sosyoloji B.
Adem Sağır
Yrd. Doç. Dr. Karabük Ü. Fen-Edb. F. Sosyoloji B.
Burcu Saka
Araş. Gör. Çanakkale 18 Mart Ü.
Ayşe Saktanber
Prof. Dr. ODTÜ Sosyoloji B.
Cenk Saraçoğlu
Yrd. Doç. Dr. ODTÜ Kuzey Kıbrıs Siy. Bil. Uluslar. İlişk. B.
Metin Sarfati
Doç. Dr. Marmara Ü. İİBF İktisat B.
Ebru Yeşim Sargıcı
Ankara Ü. SBE Çalış. Ekon. ve End. İlişk. B.
Güven Arif Sargın
Doç. Dr. ODTÜ, Mimarlık B.
R. Burçin Sarıca
Araş. Gör. Ufuk Ü. İİBF Siy. Bil. ve Uluslar. İlişk. B.
Meryem Samırkaş
Dr. Yüzüncü Yıl Ü. İİBF İktisat B.
İpek Özkal Sayan
Yrd. Doç. Dr. Ankara Ü. SBF Siy. Bil. Kamu Yön. B.
Osman Savaşkan
Araş. Gör. Boğaziçi Ü. Atatürk İlkeleri ve İnk. Tarihi Enst.
Çağkan Sayın
Başkent Ü. İİBF Siy. Bil. Kamu Yön. B.
Ahmet Selamoğlu
Prof. Dr. Kocaeli Ü. Çalışma Eko. ve End. İlişk. B.
Özlem Sert
Yrd. Doç. Dr. Hacettepe Ü. Fen Edb. F. Tarih B.
Dilek Metin-Sert
Antalya Kent Müzesi
Ömür Sezgin
Prof. Dr. Ankara Ü. SBF (emekli)
Fatma Sinem Siklon
Kocaeli Ü. İletişim F. SBE
Gaby Straßburger
Katolik Sosyal Hizmetler Yüksek Okulu
Ceren Aksoy Sugiyama
Araş. Gör. Ankara Ü. DTCF Antropoloji B.
Engin Sune
Araş. Gör. Hacettepe Ü. Uluslar. İlişk. B.
Umut Şah
İstanbul Ü. Psikoloji B.
Serdar Şahinkaya
Dr. Ankara Ü. SBF
Ahmet Şahinöz
Prof. Dr. Hacettepe Ü. İktisat B.
Gencay Şaylan
Prof. Dr. Lefke Üniv. Kamu Yön. B.
Mustafa Şen
Doç. Dr. ODTÜ Sosyoloji B.
Mehmet Gürsan Şenalp
Dr. Atılım Ü. İİBF İktisat B.
Nazlı Şencan
Yeditepe Ü.,Eczacılık F.,Sosyal Eczacılık BD
Funda Karapehlivan Şenel Dr. Marmara Ü. Sosyoloji B.
Tarık Şengül
Doç. Dr. ODTÜ İİBF Siy. Bil. Kamu Yön. B.
Fikret Şenses
Prof. Dr. ODTÜ İİBF İktisat B.
Burcu Şentürk
University of York, Siy. Bil. B.
Bilge Şentürk
Araş. Gör. Muğla Ü., İİBF İktisat B.
Nalan Soyarık-Şentürk
Yrd. Doç. Dr. Başkent Ü., İİBF
Yıldırım Şentürk
Yrd. Doç. Dr. Mimar Sinan Güzel Sanatlar Ü. Sosyoloji B.
Emine Tahsin
Dr. İstanbul Üniv. İktisat F.
Bahar Araz Takay
Dr. Başkent Ü. Ticari Bilimler F. Uluslar. Tic. B.
Aytül Tamer
Dr. Gazi Ü. İletişim F.
İbrahim Tanyeri
Prof. Dr. Hacettepe Ü. İktisat B. (emekli)
Adil Temel
Doç. Dr.
Açalya Temel
Ankara Ü. SBF Siy. Bil. B.
Sezai Temelli
Yrd. Doç Dr. İstanbul Ü. SBF Kamu Yön. B.
Cem Terzi
Prof. Dr. Dokuz Eylül Ü., Genel Cerrahi AD
262
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
Özlem Tezcek
Yrd. Doç. Dr. Ordu Ü. İİBF
Helga Rittersberger-Tılıç
Doç. Dr. ODTÜ Fen-Edb. F. Sosyoloji B.
Taner Timur
Prof. Dr. Ankara Ü. SBF (emekli)
Meral Timurturkan
Araş. Gör. Akdeniz Ü. Sosyoloji B.
Selma Toktaş
Araş. Gör. Ankara Ü. İletişim F.
Aylin Topal
Yrd. Doç. Dr. ODTÜ İİİBF Siy. Bil. Kamu Yön. B.
Çağatay Topal
Yrd. Doç. Dr. ODTÜ Fen-Edb. F. Sosyoloji B.
Mehtap Tosun
Araş. Gör. ODTÜ Fen-Edb. F. Sosyoloji B.
Nicos Trimikliniotis
PRIO Cyprus Centre
Ş. Gürçağ Tuna
Yrd. Doç. Dr. Tunceli Ü. İİBF Ekonometri B.
Cem Okan Tuncel
Araş. Gör. Uludağ Ü. İİBF İktisat B.
Aslı İcil Tuncer
Araş. Gör. Akdeniz Ü. İletişim F.
M. Umut Tuncer
Araş. Gör. Akdeniz Ü. İletişim F.
Gül İpek Tunç
Doç. Dr. ODTÜ İİBF İktisat B.
Ömer Turan
İstanbul Bilgi Ü. Uluslar. İlişk. B.
Mim Sertaç Tümtaş
Dr. Muğla Ü. Kamu Yön. B.
Özlem Tür
Doç. Dr. ODTÜ İİBF Uluslar. İlişk. B.
Oktar Türel
Prof. Dr. ODTÜ İİBF İktisat B. (emekli)
Duygu Türk
Araş. Gör. Ankara Ü. SBF
Mehmet Türkay
Prof. Dr. Marmara İİBF İktisat B.
Mustafa Türkeş
Prof. Dr. ODTÜ İİBF Uluslar. İlişk. B.
Oğuz Türkyılmaz
TMMOB, MMO Enerji Çalışma Grubu Başkanı
Nesrin Uçarlar
Dr.
Ayşe Berna Uçarol
Mimar Sinan Güzel Sanatlar Ü. Sosyoloji B.
Göksu Uğurlu
Araş. Gör. Hacettepe Ü. Uluslar. İlişk. B.
M. Gül Uluğtekin
Dr. Bilkent Ü., Eğitim F.
Umut Ulukan
Yrd. Doç. Dr. Ordu Ü. İİBF Çalışma Eko. ve End. İlişk. B.
Özge Uluskaradağ
ODTÜ, Avrupa Çalışmaları Merkezi
Betül Urhan
Kocaeli Ü. Çalış. Eko. ve End. İlişk. B.
İnci User
Doç. Dr. Marmara Ü. Fen-Edb. F. Sosyoloji B.
Ayşen Uysal
Doç. Dr. Dokuz Eylül Ü., Kamu Yön. B.
Yıldırım Uysal
Araş. Gör. ODTÜ, Fen-Edb. F. Sosyoloji B.
İlhan Uzgel
Prof. Dr. Ankara Ü. SBF Uluslar. İlişk. B.
Erol Ülker
Chicago Ü.
L. Işıl Ünal
Prof. Dr. Ankara Ü., Eğitim Bilimleri F.
Şenil Çetin Ünlü
Araş. Gör. ODTÜ Eğitim F.
Harun Ünlü
Öğretmen (emekli)
Beyza Üstün
Prof. Dr. Yıldız Teknik Ü. Çevre Müh. B.
İşaya Üşür
Prof. Dr. Gazi Üniv. İİBF İktisat B.
Neşe Voyvoda
Boğaziçi Ü. Atatürk Enst. Modern Türkiye Tarihi
Murat Yağcı
Hacettepe Ü. Antropoloji ABD
Sedat Yağcıoğlu
Araş. Gör. Hacettepe Ü. Sosyal Hizmet B.
Aslı Yazıcı Yakın
Doç. Dr. Ankara Ü. DTCF Antropoloji B.
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ
263
Kürşat Yalçıner
Gazi Ü. İİBF İşletme B.
Gülbiye Yenimahalleli
Yaşar Yrd. Doç. Dr. Ankara Ü. Sağlık Bil. F.
Yavuz Yaşar
Doç. Dr. Denver Ü. Ekonomi B.
Cem Onur Yarar
Ankara Ü. SBF Siy. Bil. Kamu Yön. B..
Şahinde Yavuz
Doç. Dr. Karadeniz Teknik Ü. İletişim F.
Sutay Yavuz
Dr. Ankara Ü. Sağlık Bilimleri F. Sosyal Hizmet B.
Mehmet Yetiş
Doç. Dr. Ankara Ü. SBF
Adem Yeşilyurt
Araş. Gör. ODTÜ İİBF Siy. Bil. ve Kamu Yön. B.
Erhan Yıldırım
Prof. Dr. Çukurova Ü. İİBF İktisat B.
Onur Yıldırım
Prof. Dr. ODTÜ İİBF İktisat B.
Deniz Yıldırım
Yrd. Doç. Dr. Ordu Ü. İİBF Kamu Yön. B.
Sinan Yıldırmaz
Dr. İstanbul Ü. SBF
Demet Özmen Yılmaz
Dr. Ondokuz Mayıs Ü. İİBF İktisat B.
Cemil Yıldızcan
Araş. Gör. Galatasaray Ü. Siy. Bil. B.
Zehra Yılmaz
Ankara Ü. SBF Uluslar. İlişk. B.
Ferimah Yılmaz
Yrd. Doç. Dr. Haliç Ü., SBE
M. Taki Yılmaz
Sinop Ü. Eğitim F.
Koray R.Yılmaz
Dr. Samsun 19 Mayıs Ü. İİBF, İktisat B.
Cengiz Yolcu
Boğaziçi Ü. Fen-Edb. F. Tarih B.
Yonca Güneş Yücel
Yıldız Teknik Ü. Atatürk İlkeleri ve İnk. Tar. Programı
Mezher Yüksel
Dr. Ankara Kalkınma Ajansı
Duygu Tanış Zaferoğlu
ODTÜ Fen-Edb. F. Sosyoloji B.
264
12. ULUSAL SOSYAL BİLİMLER KONGRESİ
14 - 15 - 16 ARALIK 2011
ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ KÜLTÜR VE KONGRE MERKEZİ