Location via proxy:   [ UP ]  
[Report a bug]   [Manage cookies]                
ŞEYH BEDREDDİN KOMÜNİST Mİ ? Ismail Yurdakok ismailyurdakok@gmail.com Ellerinden Çivilenen Yetiş Dede Yâ Dede Sultan Sultan Şimdi Yunanlılar’ın elinde olan Samona, Osmanlı zamanındaki ismiyle ‘Simavna kadısı Şeyh Bedreddin’ diye meşhur olan Bedreddin Mahmud, bu beldede Edirne yakınında Karaağaç ile Dimetoka arasındaki Simavna’da doğmuş, uzun yıllar sonra, Osmanlı kazaskerliği yaptığı dönemde de yine burada oturmuştur. 14. yüzyılın ikinci yarısı ve 15. yüzyılın ilk yirmi yılında gerek Mısır’da gerekse Anadolu’da çok başarılı bir eğitim-öğretim hayatından sonra, Osmanlı idaresince, Rumeli’ndeki Serez kenti pazar yerinde idam edilmiştir. Şeyh Bedreddin’in dedesi, Osmanlılar’ın Rumeli fetihlerine katılmış ve Dimetoka’da şehit düşmüştü. Şeyh Bedreddin Dimetoka doğumludur. Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Şeyh’in ayrıntılı soy ağacını vererek, Anadolu Selçuklu hükümdarı Alâeddin Keykubat’ın torunlarından olduğunda ısrar eder. Uzunçarşılı ise bunu kabul etmez ve: “saltanat kurmak için meydana çıkanlar ve başarılı olanlar bu hareketlerini meşrû göstermek için kendilerinin (hep) eski hükümdar sülâlerinden birisine mensub olduklarını iddia ede gelmişler ve bunu ispat için silsilenâme (soy ağacı) tertîp ettirmişlerdir. Menâkıb-i Şeyh Bedreddin yazarının, Şeyh’i Selçûkîler’e mensup göstermesi de bu kabilden olsa gerektir” der. Halbuki Menâkıb-i Şeyh Bedreddin’in yazarı şeyhin torunudur ve bu kitap Şeyh Bedreddin asıldıktan 40-50 sene sonra (iş bittikten sonra) yazılmıştır ve yazan torun Molla Hafız Halil’in bir siyaset/saltanat iddiası olmadığı gibi kendi halinde bir adamdır. Acaba, ayaklanmanın Anadolu’da ve Rumeli’de çok hızla yayılması, Şeyh’in Anadolu Selçukluları’ndan gelen güvenilen bir âileden olmasından mıdır? sorusunu ister istemez akla getirmektedir. Ahmet Cevdet Paşa da Kısâs-ı Enbiyâ’da: “Şeyh Bedreddin’in, Sultan Alâuddîn-i Selçûkî’nin ammizâdelerinden (amca oğullarından) olduğu nakledilir” demektedir. (II/ 655) Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Şeyh’in Selçûkî sülalesinden olduğunu, Osmanlılar’ın gizlediğini vurgular. Gerçi, Şeyh, hareketini başlattığında, hem Anadolu’da hem de, Rumeli’de yıllardır son derece tanınan/popüler ve güvenilir bir din adamı idi ve Osmanlı sülâlesinin de, şehzadelerin taht kavgaları sebebiyle, yıllardır halkın son derece ezilmesine (hem on binlerce insanın bu iç savaşlarda ölmesi, hem de ağır ve tekrar tekrar toplanan vergiler, yakılan şehirler, köyler) sebep olduklarından, Anadolu halkı nezdinde, Osmanlılar’ın pek itibarı kalmadığından, Şeyh Bedreddin’in, halkın ona yönelmesi için mutlaka bir asil (!) soydan gelmesi de gerekmiyordu. O günkü ekonomik, sosyal ve siyasal ortam böyle olduğu halde Yılmaz Öztuna da, Uzunçarşılı gibi taraflı hareket ederek ve üstelik Şeyh’e hakaret ederek, bilimsellikten son derece uzak şu satırları yazmaktadır: “Şeyh Bedreddin Mehmud, torunu Hâfız Halil’in yazdığı “Menâkıb-ı Şeyh Bedreddîn”e göre, Sultan Alâeddin Key-Kubâd’ın torunlarından olduğu iddiasında bulunmuştur. Bu sahtekârlık, Osman oğulları’nı bertaraf etmek ve tahta kadar yükselmek hırsıyla alâkadardır.” (Öztuna, 1977, II/377) Öztuna’nın bu ifadesi, klasik Osmanlı anlayışının bir yansımasıdır ve “Osmanlılar dururken, başka bir âilenin yönetme hakkı yoktur. Böyle bir şeye yeltenmek çok büyük bir ayıp ve suçtur ve haddini bilmemektir.” Düşüncesinin/bilinç altının ifadesidir. Cem Karaca’nın dediği gibi: “İşçisin Sen, İşçi Kal” Öğrenim çağına gelince Bursa’ya giden Bedreddin, burada ders arkadaşı ve sonradan meşhur bir matematik ve astronomi bilgini olacak olan Kadı zâde (Kadı Oğlu) Rumî ile beraber, Kadı zâde’nin babası Bursa kadısı Koca Mahmud Efendi’den ders görmüştür. Bazı kaynaklarda ise Bursa kadısı o sırada Edirne’ye çağrılmış, bu vesîleyle Bedreddin de, ona öğrenci olmuştu. Daha sonra Konya’ya geçerek, burada da büyük âlim Feyzullah’tan dersler almış, oradan Suriye’ye gitmiş ve Suriye’deki bilginleri zayıf görünce, orada fazla eğlenmeyip, Kahire’ye hareket emiştir. Bazı kaynaklarda ise, Suriye’de salgın hastalık olduğundan hemen Mısır’a geçmiştir. Kahire’de ise (yine sonradan çok meşhur olacak) iki öğrenci arkadaşı vardır. Birisi, yüzyıllarca kitapları medreselerde okutulacak olan Seyyid Şerif Cürcânî, diğeri de Aydınlı Hacı Paşa denilecek olan, hem dînî hem sayısal ve tıp bilimlerinde büyük âlim olacak olan Hızır bin Ali’dir. Daha Kahire’ye ilk vardığı günün gecesinde, ünlü bilgin Mübarek Şâh’ın evinde sabaha kadar devam eden ilmî toplantı sonunda, Mübârek Şâh öğrencisi Seyyid Şerif Cürcânî’ye “işte bunun gibi kendini yetiştirmelisin” diyerek, Bedreddin’i örnek göstermişti. Mübârek Şah Mantîkî’den dini bilimler, felsefe ve mantık okuyan Bedreddin, bu arada zaman zaman Kahire’de inziva halinde yaşayan Hüseyin Ahlâtî’den de ahlak ve tasavvuf dersleri almıştır. Bir defasında Ahlâtî’nin isteğiyle Tebriz’e giderek, Timur’un huzurunda âlimlerin yaptığı ilmî mübâhaselere (bilimsel tartışmalara) katılmış ve yüksek ilmî seviyesi ilk kez burada ortaya çıkmıştı. Timur’un büyük çadırında (otağında) yapılan bu müzakerelerden sonra Timur onun üstünlüğünü görüp, Şeyh Bedreddin’i, hem şeyhulislam yapmak istemiş, hem de başkent Semerkand’e birlikte gitmeyi ve oraya yerleşmesini isteyip kendisine kızını da vereceğini söylemiş, fakat Şeyh Bedreddin, Şeyh(i) Ahlâtî’nin, kendisinin bir an evvel dönmesini istediğini söyleyip, Kahire’ye geri dönmüştür. Şeyh Bedreddin 1420 tarihinde asılarak öldürüldüğü zaman, Timur ölmüştü ve tahtta oturan oğlu Şahruh’un bu idama büyük tepki göstermesi ve henüz Timur İmparatorluğu’na (en azından resmen tâbi olan) Osmanlı devletinde hayli sıkıntıya yol açmış ve Çelebi Mehmet, Şahruh’a gönderdiği mektupta Şeyh’in isyancı olduğunu söyleyip, idamı, kendini savunur tarzda izah etmek zorunda kalmıştır. Muhtemelen Şeyh Bedreddin, bazı âlimlerle görüşmek üzere Şeyh Ahlâtî tarafından Tebriz’e gönderilmişti; yoksa zâlim Timur’un toplantılarına katılsın diye değil. Bedreddin’in Tebriz’den sonra Kazvin’e geçmesi de bu seyahatin bir bilimsel gezi olduğunu göstermektedir. Timur, bu sırada yüz binlerce kişiyi öldürdüğü Anadolu ve Orta-doğu seferinden dönüyordu ve Semerkand’e gidiyordu. Halkı kandıran ve göz boyayan her zâlimin yaptığı gibi, Tebriz’de bir dizi ilmî/dînî toplantılar tertip ettirerek, ‘çok Müslüman adam’ rolü oynamak istiyordu. İki Komünistin Gözünden Şeyh 20. yüzyılın en meşhur iki Türk komünisti Nazım Hikmet ve Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın, Şeyh Bedreddin’e sosyalizm/komünizm tarihi yönünden haddinden fazla yer ve önem vermeleri dikkat çekicidir. Nazım Hikmet, Şeyh için bir Şeyh Bedreddin Destanı (bile yazmıştır: “Ben gayrı (bu andan sonra) zuhur (ortaya çıkıp) ve hurûç (isyan) edeceğim, Biz milletlerin (dinlerin) ve mezheplerin kanunlarını iptal edeceğiz” (demiş, guya, Nazım’a göre Şeyh Bedreddin) Ellerinde (Şeyh’in yazdığı kitap) Vâridât’la çıktılar İznik’ten, Elini öpüp Şeyh Bedreddin’in (Torlak Kemal’le, Börklüce Mustafa) Osman Oğulları’nı da ağır cümlelerle eleştirir Nazım Hikmet: “Öz kardeşi Musa’yı ok kirişiyle boğup, Yani bir altın leğende, kardeş kanıyla abdest alarak Çelebi Sultan Memet, tahta çıkmış hünkâr idi.” Osmanlı’nın yaptığı haksızlık ve zulümlere karşı, sonunda, Şeyh Bedreddin startı verir: “Nöbet bizimdir (artık), Rumeli’ne geçek” dedi (Şeyh Bedreddin). Gece İznik’ten çıktık. Peşimizi atlılar kovalıyordu.” (Halbuki, böyle bir kovalamaca yoktur, Şeyh Bedreddin, (bazı rivayetlerde Hacc’a gideceğini beyan ederek) serbestçe İznik’ten çıkmış, Karadeniz kıyısına geldikten sonra, bir gemiyle Bulgaristan kıyılarına ayak basarak, Rumeli kentlerinde hemen konuşmalarına/propagandasına başlamıştır.) Şeyh Bedreddin olayını, Nazım Hikmet, tamamen bir komünist devrim olarak düşünür: “Köylü, beyin ekinini, çırak çarşıyı yakıp, Reâyâ zinciri kırıp, Deliorman’daki Bedreddin’e katılmış” Önce, Batı Anadolu’daki Bedreddin kuvvetleri üzerine, veliaht şehzade (I.) Murat ve Bayezit Paşa gönderilir: “Kırlarda çocuk başlarını Kanlı gelincikler gibi koparıp Geliyordu şehzade Murat. Börklüce’nin üstüne. Aydın’ın Türk köylüleri, Sakızlı Rum gemiciler, Yahudi esnafları On bin ‘dinsiz!’ yoldaşı Börklüce Mustafa’nın Düşman(Osmanlı) ormanına daldı, on bin balta gibi. X X X At üstünde kalın kaşlı bir çocuk, Amasya padişahı şehzade sultan Murat Ve yanında onun Bilmem kaçıncı tuğuna ettiğim Bayezit Paşa Satırı çaldı cellât. Çıplak boyunlar yarıldı nar gibi, Yeşil bir daldan düşen elmalar gibi birbiri ardına düştü başlar. Ve her baş düşerken yere Çarmıhından Börklüce Mustafa Baktı son defa Ve her yere düşen başın Kılı depremedi -İriş Dede Sultanım İriş Dedi bir Başka bir söz demedi.” Sonunda Şeyh Bedreddin de Deliorman ‘da yakalanır. Onun asılma tablosunu Nazım Hikmet şöyle tasvîr eder: “Ortada yere saplı bir kılıç gibi dimdik bizim ihtiyar. Karşıda hünkar (Çelebi Mehmet). Bakıştılar. Mevlana Hayder derler Mülkü Acem’den yeni gelmiş Bir ulu danişmend kişi “Malı haramdır amma bunun kanı helâldir” deyip halletti işi... .. Yağmur çiseliyor Serez’in esnaf çarşısında Bir bakırcı dükkanının karşısında Bedreddinim, bir ağaca asılı Yapraksız bir ağaç dalına asılı Süleymaniye Cami Değildir Şeyh Bedreddin Destanı’nın sonunda Nazım Hikmet, Şeyh Bedreddin’i kendi ideolojisi için iyice kullanır: “Çarşambayı sel aldı türküsü” nasıl cami değilse, bir yaşmaktaki o güzelim ‘oya’ nasıl cami değilse, bunların cami ile bir alakası yoksa, bence Süleymaniye de öyle ve o kadar cami değildir; minarelerinde beş vakit ezan okunmasına ve hasırlarına alın ve diz sürülmesine rağmen Süleymaniye’nin de camilikle alakası yoktur. Süleymaniye, benim için, Türk halk dehasının şeriat ve softa karanlığından kurtulmuş; hesaba, maddeye, hesapla maddenin âhengine dayanan en muazzam verimlerinden biridir. Ben ne zaman Sinan’ın Süleymaniye’sini hatırlasam Türk emekçisinin yaratıcılığına olan inancım artar. Kendimi ferâha çıkmış hissederim.” Şeyh Bedreddin Destanı’nın sonunda Nazım Hikmet, hapishane arkadaşı Ahmet’e de şunları söylettirir: “Evet, ben, Bedreddin hareketinden millî bir gurur duyuyorum. Târihinde, Bedreddin hareketi gibi bir destan söyleyebilmiş her milletin şuurlu proleteri (işçileri) bundan millî bir gurur duyar....Bizim çevremiz de, Bedreddin’i, Börklüce Mustafa’yı, Torlak Kemal’i, onların bayrağı altında dövüşen Aydınlı ve Deliormanlı köylüleri yaratabildiği için, ben şuurlu Türk proleteri, millî bir gurur duyuyorum.” Modern Çağın İlk Önemli Müjdecisi Dr. Hikmet Kıvılcımlı ise, daha da ileri giderek, Şeyh Bedreddin’in sadece bu toplumun değil, bütün dünya için çok önemli bir isim olduğunu iddia eder: “Yalnız Türkiye devrim tarihinin değil, bütün insanlık için sosyal devrim tarihinin en ilgi çekici büyük kahramanıdır. Şeyh Bedreddin tarihsel devrim yerine sosyal devrimi koymuş, en şuurlu ve en orijinal büyük devrimcidir. O bakımdan, sosyal devrimler çağı demek olan modern çağın ilk en önemli müjdesidir. O kendi çağdaşları sayılabilecek İbni Haldûn’dan da (1332-1406) büyüktür; Batı dünyasında Wiclef’ten sonra ilk din reformcusu Çek papaz Jean Huss’den de önemli bir kişidir.” Dr. Kıvılcımlı, Şeyh Bedreddin’in, Thomas Moore’dan bile önemli bir isim olduğunu söyler: “Osmanlı devletinde padişaha boyca yakın olanlar ülkenin verimli topraklarını aralarında paylaşırlar, topraksız köylüler köle gibi çalışırlardı. Bu köylüler savaşlarda da asker oluyorlardı. Buna karşılık Şeyh Bedreddin ve müridleri halkın arasına karışıyor, toprakların, onu işleyen, ona alın terini karıştıranların olduğunu; insanların (tam) kardeşliğini (tam hümanizmi) öğütlüyorlardı. Şeyh Bedreddin, bir ortaçağ sosyalizmi ortaya koymuştu. Bu konudaki görüşleriyle kendinden iki asır sonra gelecek olan ütopik (hayâlî) sosyalizmin kurucusu Thomas Moore’dan daha ileri görüşlü ve gerçekçiydi.” Çırılçıplak Olarak İdam Hemen bütün kaynaklar, Şeyh Bedreddin’in üryan (çırıl çıplak) olarak, asılarak idam edildiğini kaydederler ki, bu da ayrıca, son derece terbiyesizce bir infazdır. Ama, Osmanlı’ya yakışan bir şeydir, bu. Çünkü 15. yüzyılın ikinci yarısında, 16. 17. ve 18. yüzyıllarda bundan daha cânice infazlar da yapılacaktır. Akgündüz Ne Diyor? Kitaplarında ve çalışmalarında, genelde ve sürekli olarak Osmanlı hanedanını tutan tavrıyla dikkat çeken Dr. Ahmet Akgündüz, Şeyh Bedreddin konusunda epeyce âdil davranmaktadır. Şeyh’in eserlerinin kendisinden sonra asırlarca İslam dünyasındaki medreselerde ders kitabı olarak okutulduğuna vurgu yapan Akgündüz, Şeyh’in esas gürültü koparan eseri Vâridat’ın, Şeyh Bedreddin tarafından yazılıp yazılmadığı konusunda tereddütlüdür. Esasen bu iddiası son derece de doğru görünmektedir. Şeyh Bedreddin’in, komünizmin esaslarını ortaya koyduğu ve bütün dinlerin aynı olduğunu (ve diğer.. cennet-cehennem... dinle ilgili bir yığın konu) yazdığı iddia edilen bu kitabın, Şeyh’e âit olma ihtimali hemen hiç yoktur. Akgündüz’ün dediği gibi, Şeyh’in öldürülmeden (daha) birkaç yıl önce yazdığı İslam Hukuku’na dâir âbidevî/anıtsal çalışmalarında materyalizmle, Bâtınîlik’le ilgili bir tek cümle bile yoktur. Şeyh Bedreddin İhtilâli Yılmaz Öztuna, Şeyh Bedreddin İhtilâli başlığını attığı bölümde Şeyh’e üç buçuk sayfa ayırmıştır. Fakat Öztuna da, Uzunçarşılı gibi klasik Osmanlı bakışından kurtulamamış ve Öztuna’nın satırları, Şeyh hakkında çok açık yanlışların bulunduğu bir bölüm haline dönüşmüştür. Şeyh Bedreddin hakkında Osmanlı yönetiminin uydurduğu şeyler, her asırda değişik kitaplarda tekrar edile edile, Öztuna ve Uzunçarşılı’ya kadar uzanmıştır. Sadece Osmanlı tarihi değil bütün dünya siyasi tarihinde olan akıbet, Şeyh Bedreddin’in de başına gelmiş; yenilip öldürüldüğü, hareketi bastırıldığı için ‘kötü adam, âdi adam’ muamelesi yapılmış, ve hakkında pek çok iftira uydurulmuştur. Öztuna bu doğrultuda şunları yazar: “Şeyh Bedreddin ihtilâli, Osmanlı devletinin iç bünyesine âit mühim hadiselerden biridir. Şeyh Bedreddin’in bugünkü komünizme benzeyen bir sistem kurmaya ve bunu propaganda ve ihtilâl yoluyla devlete empoze etmeye çalışması, Fetret Devri’nin (1402-1413) ortaya çıkardığı içtimâî (toplumsal) bozukluklarla alakalıdır. Her devirde böyle maceralara girişecek kimseler, fakirleri himaye etmek gayesiyle hareket eder gibi görünüp, iktidarı ele geçirmek isteyenler, nihayet şu veya bu sebeple ezilmiş ve ümitlerini kaybetmiş bulunanlar mevcut olmuştur. Mûsa Çelebi’nin kazaskeri yani iki yıldan fazla Türkiye’nin en yüksek dînî-adlî-ilmî makamının sahibi olan Şeyh Bedreddin’in etrafında toplananlar da bu çeşitten insanlardır. Fetret Devri’nin kendine has şartlarında türeyen ve çoğalan işsizler ve çapulcular, Şeyh’in etrafında birikmişlerdir. (Ricaut, II, 36) İsyan, Türkiye’nin dış düşmanlarının çoğu tarafından teşvik görmüş ve desteklenmiştir.” (Öztuna 1977, II/377-380) Öztuna’nın bu paragrafında görüldüğü gibi işsizler mikrop insanlar gibi sunulmaktadır; Öztuna’ya göre Fetret Devri’nin özel şartları vardır, yani ses çıkarmamak lazımdır; ses çıkarmamalıdır dar gelirliler; isterse hem I. Dünya Savaşı sırasında İttihatçı yönetimin beceriksizlikleri ve devlet malını kendi adamlarına peşkeş çekmeleri yüzünden milyonlarca insanın Anadolu’da açlıktan perişan olması gibi olsun; isterse, hemen hemen milyonlarca yoksul için aynı şartların oluştuğu, yirmi beş yıl sonraki II. Dünya Savaşı sırasında yine Anadolu’da yine iktidarın beceriksizliği yüzünden açlıktan perişan olan milyonlarca insanın durumu gibi olsun ses çıkarmamalılar; ‘iktidarın değişmesi’ gibi bir düşünceyi yoksullar hiç akıllarına getirmeliler; böyle şeyler büyük ayıptır yoksul kitleler için. Öztuna bir de Şeyh Bedreddin’in “Türkiye’nin dış düşmanlarının çoğu tarafından teşvik gördüğünü ve desteklendiğini” yazıyor ki, bu tamamen asılsız bir ifadedir. Osmanlı derin devleti bile Şeyh Bedreddin için böyle bir iftirada bulunmamışken, altı yüz sene sonra Öztuna’nın, Şeyh’e ve hepsi şu anda ruhlar aleminde bulunan binlerce sevenine böyle bir iftirada nasıl bulunabildiğini anlamak mümkün değildir/veya mümkündür, anlaşılan bir şeydir esasında; bilimsel anlayışı rafa kaldırdıysanız. Süleyman Çelebi’nin Mevlid’ine Karşı, Şeyh Bedreddin’in Vâridât’ı ! Yılmaz Öztuna daha sonra, cumhuriyetin ikinci diyanet işleri başkanı olan ve eski İstanbul Dâru’l-funûn (Üniversitesi) İlahiyat Fakültesi hocası Prof. Şerâfettin Yaltkaya ile Farsça hocası Prof. Ahmet Ateş’in yazılarından destek alarak, Şeyh Bedreddin’e ikinci ve üçüncü hücumlarını da yapar: “Şeyh Bedreddin Tebriz’e gidip Timur’un huzurunda ilmî münakaşalara da katılmış, büyük bir âlim olarak şöhret yapmıştır. Kahire’ye dönünce Sultan Barkuk tarafından, oğlu müstakbel sultan Ferec’e hoca tâyin edilmiştir. 1397’de mürşidi olan Ahlatlı Hüseyin’in ölümüyle onun yerine şeyh olmuştur. Bundan sonra Memlûk topraklarını terk edip Türkiye’ye gelmiş, Bâtınî propagandasına başlamıştır. Yıldırım’ın oğlu Süleyman Çelebi zamanında Edirne’ye gelerek Fetret Devri’nden faydalanıp, propagandasını ilerletmiş, Edirne’de Mûsa Çelebi tahta geçince, onun ilmine ve nüfuzuna kapılarak 1411’de kazasker yapmıştır.” Burada sadece şunu düşünsek yeterlidir, Öztuna’nın yanlış tahminini -ki yukarıdaki satırlar tamamen tahmindir- ortaya koymak için: 1397’den beri, yani 14 yıldan beri Anadolu ve Rumeli’de Bâtınî propagandası yapan bir kişi, sünnî bir devlet olduğu herkesçe bilinen Osmanlı devletine nasıl kazasker oluyor? Böyle bir şey, bir yığın sünnî âlimin bulunduğu bir coğrafyada mümkün değildir. Öztuna şöyle devam eder: “1413’te Mehmet Çelebi tek başına Osmanlı hükümdarı olunca, Şeyh’i kazaskerlikten azletmiş, fakat ilmine hürmet göstermiştir. Şeyh, üç çocuğu ile İznik’e gelip yerleşmiştir. Bundan sonra Bedreddin, Osman oğullarını devirebileceğini sanarak, cahil halk tabakaları üzerinde müessir olabilecek fikirler neşrine başlamıştır.” Öztuna bu ifadeleri, Şerâfettin Yaltkaya’nın 1924’te yayınladığı bir yazısından naklediyor ama işin doğrusu, Şeyh kendi gelip İznik’e yerleşmemiştir. Oraya sürülmüştür. Fakat, İznik o dönemde Osmanlı kentleri içinde protokol bakımından en önde olan üç dört kentten biridir; hem de pek çok medreseyi (âlimleri) ve kütüphaneyi ve Anadolu’nun her yerinden gelmiş medrese öğrencilerini bünyesinde barındıran bir şehirdir. Ve bütün kaynaklar, şeyhe, şehrî (aylık) bin dirhem (gümüş) maaş bağlandığını kaydederler. Yani Şeyh Bedreddin hakkında, eski sultan Musa Çelebi’nin adamı olduğu halde, ne Osmanlı yönetimi, ne de Osmanlı âlimlerinden hiç birinin “bu adam Bâtınîlik propagandası yapıyor” şeklinde bir iddiaları yoktur. Böyle en küçük bir şüphe olsa idi, hocalar ortalığı ayağa kaldırırlardı ve daha o zaman üstelik Şeyh siyasi bakımdan gözden düşmüş durumda iken bunu yaparlardı. Böyle istedikleri zaman gürültü koparmak (bazen Osmanlı idaresinden bunalan halkın bir nefes alması ve boşalması açısından faydalı da olmuştur) Osmanlı dönemi âlimlerinin genel özelliklerindendir. Şeyh ise İznik’te tamamen bilimsel faaliyetle meşguldür ve Kâtip Çelebi ile Taşköprizâde’ye göre dünyaca meşhur eserlerinden Letâifu’lİşârât’ı İznik’te yazmıştır ki, kitapta Batınîlik’le alakalı tek bir ifade yoktur. Ş. Yaltkaya ise, Şeyh’i karalamağa kendini o kadar kaptırmıştır ki, “Letâif, İznik’te yazılmadı” diyebilmektedir. Osmanlı bilim dünyasının en ünlü ve en güvenilir iki ismi, Taşköprüzâde ve Kâtip Çelebi “İznik’te yazıldı” diyor; Yaltkaya ise elinde hiçbir kanıt olmaksızın “burada yazılmadı” diyebiliyor. Bize ancak “el-insâf” demek düşüyor. Öztuna, Şeyh’i beş yüz elli sene sonra (1977’de) tekrar rezil etmek için en vurucu ifadeleri (daha doğrusu iftiraları) ise son paragrafa saklamıştır ve Prof. Ahmet Ateş’in Mevlid isimli kitabından yapacağı nakillerle Şeyh Bedreddin’i tuş etmektedir ama Bedreddin’in İslâm’ın pek çok esasını nasıl inkâr ettiğini anlatarak: “Zamanının âlimleri arasında pek müstesna bir mevkii olan ve fıkh’ta mütebahhir sayılan (İslam hukukunda her konuyu bilen en büyük âlim) Şeyh Bedreddin’e göre, Allah’ın zâtı, yaratılanlardan ayrı değildir. Allah ezelî ve ebedîdir. Tanrı’nın irâdesi, bir şeyin kâbiliyetinde mevcut olanı istemesidir; yoksa kabiliyetinde olmayanı istemeye Allah’ın yetkisi yoktur. Şeyh Bedreddin, kıyamet hakkındaki âyetleri kendine göre yorumladığı gibi, Cennet ve Cehennem’in, iyi veya kötü hareketlerin vicdanda meydana getirdiği haz ve elemlerden ibaret olduğunu... yine Ehl-i Sünnet inançlarına aykırı olarak, Îsâ’nın cismânî unsurları itibariyle öldüğünü, ancak ruhunun diri olduğunu kabul ve böyle düşüncelerinin sonucu olarak ta, din bakımından haram edilmiş olan şeylerin helâl olduğunu iddia eder. Öte yandan Müslümanlık, Hıristiyanlık ve Yahudilik arasında bir fark olmadığı ve bunların eşit tutulması lazım geldiği iddiasındadır. Ve son olarak, her türlü mülkiyetin kaldırılması ve toprak ile malın müşterek olmasını tavsiye eder ve bunlara dayanarak geniş bir propagandaya girişir. Burada belirtilen son fikirlerin, Osmanlı devletindeki çoğu Hıristiyan ve bir kısmı Yahudi olan şehir halkını kazanmak, ötekinin de fakir zümreleri aldatmak ve ayaklanmaya teşvik etmek için ortaya atıldığı muhakkaktır. Böylece, Müslüman olmayanlar ile hallerinden memnun olmayanları etrafında toplayan Bâtınîler, Müslüman ve Ehl-i Sünnet olan unsura dayanan Osmanoğulları devletini, büyük fetret sarsıntısından yeni çıkmış olduğu bir sırada, büsbütün ortadan kaldırmak istiyordu. (Şu 2009 yılında ve son on on-beş yılda pek çok komplo teorisyeni gördük ama, Yılmaz Öztuna’nın otuz küsur sene öncesinden onların pîrî olduğunu bilmiyorduk İY) Bursa’nın Ulu Camii’nde va‘z eden şahıs (Şeyh Bedreddin), sözde Kur’an âyetlerine dayanarak, Hz. Peygamber’in öteki peygamberlerden üstün olmadığını iddia etmek suretiyle, sinsi bir Bâtınîlik propagandası yapıyordu. Bir yandan Ehl-i Sünnet inançlarını yıkmak istiyor, öte yandan da Hıristiyanlar’ı kendisine çekiyordu. İşte o devrin dînî, fikrî, siyâsî akımları içerisinde büyüklüğü böylece bütün çıplaklığı ile meydana çıkan bu olay, görüldüğü gibi önemsiz bir vaka değildi. Süleyman Çelebi, Mevlid’ini yazmak suretiyle, Ehl-i Sünnet tarafını tutmuş ve onun yüzyıllarca süren zaferlerine belki en büyük yardımı yapmış ve her zaman ona destek olmuştur” (Ahmet Ateş, Mevlid, 31-2 den Öztuna II/377-380) Ahmet Ateş’in bu yazısını, Öztuna’nın başında ve sonunda hiç eleştirmeden aynen vermesi hayret ki hayrettir. Son cümle: yani Süleyman Çelebi’nin Mevlid’i Sünnîliğin zaferi için yazılmış ve Sünnîlik bu Mevlid sebebiyle asırlarca zaferden zafere koşmuş !. Bu ifadeleri eleştirmek bile, bu cümlelere bir miktar bilimsellik katar; onun için hiç eleştirmemek lazımdır; bu hayal mahsulü ve gerçekle zerre kadar alakası olmayan cümleleri. Ondan önceki cümlede ise, Şeyh Bedreddin’in Bursa Ulu Câmi’de yaptığı vaazlarda Hz. Peygamber’in değerini düşürerek sinsi bir Bâtınîlik propagandası yaptığı kaydediliyor ki, tamamen uydurma ve yakıştırma/iftiradan oluşan bir ifadedir. Şeyh böyle bir vaaz yapacak da hem Osmanlı âlimleri, hem medrese talebeleri ve hem de halk sessiz kalacak, bu mümkün olmayan bir şeydir; böyle bir olay ne o zaman ne de zamanımızda mümkün değildir. Eğer böyle bir vaaz yapmış olsaydı, Şeyh’in işi orada biterdi; Anadolu’daki ve Rumeli’deki saygınlığı da o gün biterdi. Şeyh hakkındaki onu öven ve yeren bütün mübâlağalı ifadeler, asıldıktan sonra/sonraki asırlarda onu seven veya ona kızan/Osmanlı derin devleti tarafından çıkartılmıştır. Şeyhlikten Şahlığa; Bundan Sonra Beylik Benimdir Uzunçarşılı ise, cumhuriyet döneminin resmî tarihçisi olarak, farklı bir yorum getirmez; yani Şeyh Bedreddin ayıp yapmıştır !, kurulu düzene karşı gelmekle: “Bedreddin, Anadolu ve Rumeli’deki ısyanlarla henüz iç mücadele sarsıntılarından kurtulmuş olan Osmanlı Devleti’ni gafil avlayarak şeyhlikten şahlığa geçmek istedi; kendi topluluğuna başka din ve mezheplerden de adam alıyordu. İzmir Karaburun’dan Börklüce Mustafa’nın yanında yaklaşık beş bin kişi vardı. Isyan önce burada baş gösterdi, az zamanda pek korkunç bir hal aldı. Dede Sultan diye anılan Mustafa’nın üzerine önemli bir kuvvetle gönderilen İzmir sancak beyi Aleksandr bunlara yenilerek öldürüldü; bunun üzerine iş daha da önem kazandı. Saruhan (Manisa) sancak beyi olan Timurtaş Paşa zâde Ali Bey de bozguna uğratılıp kendisini zor kurtarıp Manisa’ya kaçtığından durum nazikleşti ve Çelebi Mehmet, şiddetli tedbir almağa mecbur oldu; vezîr-i âzam ve beylerbeyi olan Bayezid Paşa ile beraber oğlu veliahd şehzade Murad’ı daha büyük bir kuvvetle Börklüce kuvvetleri üzerine gönderdi. Bayezid Paşa önce yollardaki büyük, küçük âsi kuvvetleri temizledi sonunda da bunların sığındıkları dağa vardı ve fazla karşı koyamayarak Börklüce ve ona bağlı kuvvetler teslim oldular; fakat Bayezid Paşa da hayli kuvvet kaybetmişti. Bâyezid Paşa, teslim olanları (İzmir) Ayasuluğa (Selçuk) getirdi, sorguya çekti ve işin başını anladı; âsiler Dede Sultan Börklüce’nin gözü önünde boğazlandılar; bunlar ölürlerken “yetiş Dede Sultan” diye bağırıyorlardı. Dede Sultan elleri tahtaya mıhlanmış (çarmıha gerilmiş) bir surette bir deve üzerine konulup şehirde teşhir edildikten sonra öldürüldü.” (Uzunçarşılı, I/363-365) Börklüce teşhir edilip yani mahalle mahalle dolaştırılıp halka gösterildikten sonra... Zaten herkes biliyor ama, “bakın Osmanlı’ya isyan ederseniz, sizin de sonunuz böyle olur” propagandası içindir. Âsiler Osmanlı tarihinde hep çok ağır işkence ve cezalara çarptırıldıkları halde, yine de, altı yüz yıllık Osmanlı tarihinde bu isyanların önü alınamamış, ve yüzlerce isyan meydana gelmiştir. Bu da Osmanlı ekonomik/sosyal/siyasal sisteminin, öyle anlatıldığı/yazıldığı gibi çok mükemmel bir sistem olmadığını göstermektedir. Uzunçarşılı notlarına şunları da ekliyor: “Manisa taraflarındaki Torlak Kemal ısyanı, Karaburun ısyanı kadar korkunç olmamakla beraber üç bin kişi kadardı; Şehzade Murad ile Bayezid Paşa, Börklüce ısyanını bastırdıktan sonra Torlak Kemal’in üzerine gitti; onun cemiyetini de dağıtıp ele geçirdiği Torlak ve avenesini (yardımcılarını) astırmak suretiyle bu Alevî kıyamı da (ayaklanması da) bastırıldı.” Uzunçarşılı da, Öztuna gibi sanki isyanı kendileri bastırmış, Osmanlı ordusunun başında kendileri varmış gibi bir hırsla kalemlerini kullanmaktadırlar. Aradan beş yüz yıldan fazla bir zaman geçtiği halde ve üstelik tarih yazımı yaptıkları halde, objektifliği/tarafsızlığı yakalamak bir tarafa; tamamen taraf olmaları, yazdıklarını tarih olmaktan çıkarıp, (olayın taraflarından birinin hatıralarına dayalı) hatırat seviyesine indirmektedir. Türkiye’de cumhuriyet döneminde tarihçiliğin/bilimsel tarih yazımının gelişmemesinin her halde en önemli sebebi de budur. Lütfü Paşa tarihinden yapılan alıntı ise şöyledir: “Bedreddin, Ağaç denizi’ne (Deliorman’a girdi, sonra da buradan çıkıp birkaç bedbaht sofulara haber gönderdi kim Zağra ovasında halkı kendine davet edeler ve “şimdengeru (bundan sonra) beylik (padişahlık) benimdir, taht bana verildi” deyu, ol sofular, Zağra ovasına gelip halkı davet edip nicesi uyup hayli kişi kendi yanına gelip toplandı; ve Musa Çelebi’nin yanında kazasker iken ona bağlı naibler (ilçe kadıları) ve yardımcıları da, başka onu sevenler de hepsi toplanıp Bedreddinin yanına geldiler.” “Bayezid Paşa Anadolu ayaklanmasını bastırınca, Şeyh Bedreddin’in üzerine Rumeli’ye sevk edildi. Anadolu’da ayaklanmanın bastırıldığını duyanların büyük çoğunluğu Şeyh’in etrafından dağıldılar. Bu nedenle küçük bir çarpışmadan sonra Şeyh ele geçirildi. İdris-i Bitlisî ise, Bayezid Paşa’nın, Şeyh’e iki-üç adamını gönderip bu kişilerin Şeyh’e biat edeceklermiş gibi ona yaklaşıp, Şeyh’i yakaladıklarını yazar. Behiştî ise, Şeyh’in kendi adamlarının, Şeyh’i Bayezid Paşa’ya teslim ettiklerini kaydeder. (Uzunçarşılı, a.y.) Bunlar da doğru olabilir. Çünkü “gemi batarken önce fareler gemiyi terk ederler”. Şeyh’in kolaylıkla yakalandığı bütün kaynaklarda nakledilen bir gerçektir ve Afganistan’dan gelmiş Heratlı Molla Haydar’ın verdiği fetva ile asıldığı, o gece kendisini sevenlerden birkaç kişinin gelip, cesedini ağaçtan alıp, bir köye yakın bir araziye gömdükleri, Osmanlı askerlerinin ertesi günü cesedi tahrip etmek için gömülen yeri aradıklarını fakat bulamadıklarını, o köyü tahrip edip gittikleri bazı kaynaklarda nakledilir. Zamanının En Büyük Hukukçusu Öztuna’nın, “zamanının çok istisna büyük bir âlimi ve her konuyu bilen bir fıkıhçı” dediği gibi, Uzunçarşılı da: “İslam hukuku olan fıkıhta zamanının imamı idi; bu hususta Câmiu’l-fusuleyn bu zatın değerini göstermek için kâfidir. Bu eserinden evvel fıkha dair Letâifu’l-İşârât isimli kitabını yazmıştır. Bedreddin’in Kitâbu’t-teshîl adıyla kaleme aldığı eseri ise Letâif’in şerhidir (genişletilmiş halidir ki, yazımı 3 Eylul 1415’de yani İznik’te oturması istenmiş olduğu dönemde bitmiştir.) Bu eserleri alimlerce çok takdir edilir. Ayrıca Nûru’lkulûb isimli bir Kur’an tefsiri olduğu da söylenilir.” demektedir. Son yüzyılların en büyük hukukçusu Ahmet Cevdet Paşa ise (vefatı 1895), “Bedreddin’in te’lifât-ı kesîresi (çok yayını) vardır. İlm-i fıkıhtan (İslam Hukuku’ndan) (Câmiu’l-) Fusûl’ü hâlâ bilginler arasında muteber ve okunan bir kitapdır” demektedir. Cevdet Paşa çok yerde diğer Osmanlı tarihçilerinin söylediklerini tekrar etmekle birlikte iki yerde faydalı açıklama yapar. Bunlardan birisi, Şeyh Bedreddin’in Tebriz’e gitmesidir: “Şeyh Ahlâtî, onu irşâd için (halkı dini konularda uyarmak ve dini sohbet) Tebriz’e gönderdi. Tam Bedreddin orada iken, (kısa) bir süre sonra Timur da Tebriz’e geldi. Bu sırada âlimler arasında bir tartışma meydana geldi. Hangi tarafın haklı olduğu konusunda bir karara varılamayınca, Cezrî’nin işareti üzerine (Tebriz’de ismi yeni duyulmaya başlanılan) Bedreddin’e müracaat edildi. Bedreddin’in konu hakkındaki ayrıntılı açıklamaları bütün bilginleri rahatlattı ve hepsi onun üstünlüğünü kabul ettiler. (Demek ki, bu olay üzerine Timur onu şeyhulislam yapmak istemiş, ama Bedreddin kabul etmemiş Kahire’ye dönmüştü.) Diyanet İslam Ansiklopedisi’ndeki Bedreddin Simavi maddesinde de, onun hakkındaki geleneksel (Osmanlı) iddialar(ı) tekrarlanmakla beraber, İslam Hukuku’nda müçtehid seviyesinde bir bilgin olduğu vurgulanır. Ahmet Cevdet Paşa’nın ikinci güzel notu da şudur: “Bir kısım kimselerse Bedreddin hakkında şöyle derler: “Bütün ilimleri kendisinde toplamış bir zattı. Ancak “saltanatı ele geçirmek arzusunda” denilerek, Sultan (Çelebi) Mehmed’e ihbar edilmesi sonucu asılmıştır” Zaman olarak Şeyh Bedreddin’e daha yakın olan Taşköprüzâde ise daha net konuşur ve “...yakalandı ve haksız yere öldürüldü” der (Dindar, 1992) Şeyh Bedreddin’in zamanındaki etkisi, tahmin edildiğinden de fazla idi. Uzun yıllar Kahire’de kaldıktan sonra, Türkiye’ye dönmeye karar verince, Edirne’ye gelirken, Konya’da büyük bir sevgiyle karşılanmış, Konyalılar kendisini bırakmak istememişlerdi. Çanakkale’ye gelirken (İzmir) Tire’de bir süre kalmış, burada daha sonra Dede Sultan denilecek olan Börklüce Mustafa kendisini ziyaret edenler arasında idi. Bu sırada Sakız adasının Hıristiyan yöneticisinin daveti üzerine Sakız’a gitti ve Şeyh Bedreddin’le yaptığı sohbetler sonucu bu kişi İslam’ı benimseyip Müslüman oldu. Börklüce (veya Burunluca Mustafa: karargahını isyan öncesinde İzmir (Kara)Burun karşısındaki bir adaya kuracak olan) Mustafa da âlim bir insandı. Hareketin üçüncü önemli ismi Torlak Kemal ise Yahudi iken Şeyh Bedreddin’in İslam’ı anlatmasıyla Müslüman olmuş temiz bir insandı. Börklüce veya Torlak gibi takma lakaplar, muhtemelen Osmanlılar’ın sonradan taktığı isimlerdir ve yenilen isyancılara tarih boyunca böyle (de) bir cezayı (ismini lekeleme), galip yönetimler vermiştir. Osmanlı döneminde, herkesin bir gün önce büyük saygı gösterdiği Mustafa Ağa’ya, öldürülünce, Kabakçı Mustafa denilmesi gibi. Veya Kuvay-ı Milliye’ye destek verirlerken Ethem Bey ve Ahmet Ağa diye anılanların, Kuvay- Milliye ile aralarının bozulması üzerine Çerkes Ethem ve Anzavur Ahmet diye anılır olmaları gibi. Şeyh Bedreddin için iddia edilen Şeyhlikten Şahlığa (Padişahlığa) Geçme Arzusu ise herhalde doğrudur. Herhalde diyoruz; çünkü yüzde yüz bunu kanıtlayacak bir bilgi de elimizde yoktur. Fakat, Şeyh veya Molla Bedreddin, halkın Osmanlı’dan memnuniyetsizliğini görmüştür. Bunu görebilmek bile başlı başına önemli bir olaydır. Çünkü, özellikle Osmanlı tarihinde, bu gerçeği görebilen bir başka ulemâ sınıfından hoca/âlim var mıdır? Şeyh’in (İslam) hukukçu(su) oluşu ve Baş kadılık görevinde bulunurken her hangi bir yanlışından ötürü lekelenmemesi ve muhtemelen, âdalete riayet eden bir yüksek bürokrat oluşu; geniş kitlelerin kendisini desteklemesini sağlamıştır. Geniş kitleler; ömrü bir asrı geçmiş olan Osmanlı yönetiminin ağır (ve tekrar tekrar alınan) vergilerinden bıkmışlardı. Hıristiyanların ve Yahudiler’in de Şeyh’e isyanda yardımcı olmalarının sebebi budur. Şeyh’in İslam Hukuku’nun hem en büyük otoritesi olarak, hem de daha önce zaten, bu hukuku adaletli bir şekilde uygulamış bir kişi oluşu, Müslüman olmayanların, Şeyh’i ikinci bir tercih nedenidir. Çünkü İslam Hukuku çok hukuklu (çok hukuka müsaade eden bir yapıya sahip olduğundan) bütün azınlıklar, bu hukukta kendi mahkemelerine başvurarak haklarını alabilmektedirler. Gerekirse, aralarında anlaşırlarsa/davalı ve davacı uygun görürlerse İslâmî mahkemeye de başvurabilmektedirler. Şeyh’in, tam adaletli bir devlet kuracağına inanan geniş kitleler; artık yeni devlette, kazandığa servete Osmanlı valisinin veya şehzadenin veya sultanın el koyamayacağına inandıklarından, Osmanlı devletinin yıkılmasının zamanının geldiğine inanmışlardır. Şeyh’in güven duyulan hayatı ve bilimsel kariyeri elbette, bu noktaya ulaşmalarında en önemli iki faktörden biridir; diğer faktör de yukarıda geçtiği üzere, Meks denilen ağır vergilerden ve angaryalardan halkın bıkmış olmasıdır. Hele son 15-20 yılda, Osmanlı şahzadelerinin arkalarına topladıkları bazen küçük bazen büyük ordularıyla biri birleriyle sürekli savaşmaları sonucu, Anadolu’da can-mal-ırz güvenliği kalmamıştır. Tam Yıldırım’ın Anadolu’daki oğulları biri birini öldürüp en sonunda taht Mehmet Çelebi’ye kaldıktan kısa bir süre sonra, bu defa Yıldırım’ın Semerkand’de bulunan ve Osmanlı derin devletinin Düzmece Mustafa dediği Mustafa Çelebi ortaya çıkmıştı. Mustafa Çelebi uydurma bir adam değildi. Yıldırım’ın gerçek oğlu idi ve Timur tarafından esir olarak ve küçük olduğundan büyütülmek/yetiştirilmek ve belki ileride Osmanlı tahtına geçirilmek üzere Semerkand’e götürülmüştü. Mustafa Çelebi önce Rumeli tarafına gelmiş, 1420’de de resmen hükümdarlığını ilan etmişti. Sonuçta, “Osmanlı sülalesi bizim başımızın belası” düşüncesi, hemen herkesin bilinç altına yerleşmeye başlamıştı. Şeyh Bedreddin durumu ve zamanı iyi tesbit etmişti. Âdil bir devlet yapısı kurabilir, belki Asr-ı Saadet’teki gibi, ileride devlet başkanının seçimle belirlenebileceği, bir yapı oluşturulabilirdi. Fakat, başarıda çok önemli olacak olan askeri tedbirleri hafife aldı. Karşısında yüz yaşını geçmiş bir devletin düzeni vardı. Kendi adamları ise kalabalıktılar ve belki kılıçlıydılar, fakat düzenli bir ordunun elemanı değildiler; düzenli bir orduya komuta etmiş eleman yoktu. Taktik verecek, saldırı planı verecek, icabında geri çekilecek veya elemanlarını pusuya yatıracak bir kadrosu yoktu. Bir-iki muharebe yapıp Osmanlı’yı yeneriz demişlerdi. Başarılı olamadılar. Sonuç olarak, Şeyh Bedreddin hareketi bir komünist hareketi olmadığı gibi bir Bâtînî hareketi de değildir. Vâridat adlı kitap Şeyh’e ait olmayıp, sonradan ona ait olduğu iddia edilmiştir. Şeyh’in hareketi, ekonomik-sosyal-siyasal bozukluklara karşı halkın (güvenilir bir din adamı başkanlığında ama “Ortaçağ sosyalizmini kurmak için” değil, âdil bir hukuk düzeni kurmak için) ayaklanmasıdır. Ahmet Cevdet Paşa(1966). Kısâs-ı Enbiyâ ve Tevârîh-i Hulefâ. İstanbul: Bedir Yayınevi Dindar, Bilal(1992). “Bedreddin Simavi”. Diyanet İslam Ansiklopedisi. Cilt: 5. istanbul: Diyanet Vakfı Yayınları Öztuna Yılmaz(1977). Büyük Türkiye Tarihi I-XIV. İstanbul: Ötüken Yayınevi Uzunçarşılı, İsmail Hakkı(t.y.) Büyük Osmanlı Tarihi Türk Tarih Kurumu Yayınları I-VI . 7. Baskı. Ankara: www.siir.gen.tr/siir/n/nazim_hikmet/seyh_bedrettin_destani.htm www.osmanli.org.tr/bilinmeyenosmanli-1-361.html www.onergurcan.org/hikmetkivilcimli/bedreddin.html (Sosyalist Gazetesi 20Ocak 1966-22 Aralık 1970 arasındaki nüshalarından)